|
Güngör
Dilmen’i Yeniden Okumak…
Ürkünç Akışın Kabulü ile Akli Olandan
Kaçış:
Grotesk ya da Fantastik Olana Yöneliş...
Yard.Doç.Dr. Fatma Keçeli "Güngör Dilmen'i Yeniden
Okumak" s. 87-102
Güngör Dilmen Bildiri Kitabı "50. Sanat Yılı Sempozyumu - 25 Mart 2010"
Mitos-Boyut Yayınları .Tiyatro/Kültür Dizisi 101
TEM Yapım Yayıncılık Ltd. Sti. İstanbul -2010
*Alinti*
Dilmen gibi modern akılla sağlam ilişki kurmuş bir yazarın, rasyonalizme
ve onun peşi sıra ilerleyen pozitivizme bir tepki olarak doğduğu düşünülen
fantastik ya da kimi araştırmacıların tanımıyla grotesk oyun örnekleri vermiş
olması ilk anda şaşırtıcı gelebilir... Oysa bu durum, aklın bentlerinin
ve katılaşmış tüm formların, o ürkünç akışın şiddetiyle yara almasının,
yıkıla yazmasının bir sonucu gibidir…
Grotesk; Mikhail Bakhtin’e göre “karnavallaşmış”, Wolfgang Kayser’e göre
ise “yabancılaşmış” bir dünyadır. Karnavallaşmış dünya; tekdüze ve evrensel
olarak kabul edilmiş ne varsa, hepsinden kurtulmayı ifade eder. Bakhtin
karnavalın sahip olduğu özellikleri yazın alanına adapte ederken; türlerin
birbirine karıştığı, sınırların ihlal edildiği, hiyerarşilerin yıkıldığı,
tüm karşıtlıkların eş zamanlı bir ortamda neşeli bir birliktelik sergiledikleri
yazma biçimini kastetmektedir. Aklın evrenselliğine inanan Aydınlanmacı
bir yazar olan Dilmen’in eserlerinde, Bakhtin’in tanımladığı şekliyle groteskin
izinin sürülmesi pek mümkün görünmemektedir.
Wolfgang Kayser’in tanımı ise Dilmen’i anlamaya çalışırken yol gösterici
olabilir. Kayser’in “yabancılaşmış” sözcüğü, yalnızca bilinen, tanıdığımız
dünyadan farklı olan anlamını taşımaz. Bu dünyanın grotesk olabilmesi için
birdenbire değişen, yabancılaşan kendi dünyamız, başka bir deyişle, tanıdık
bir dünya olması gerekir. Eğer sunulan dünya her anlamda yabancı bir dünya
ise, o zaman grotesk değil, Kayser’in ifadesiyle fantastik bir dünyadan
bahsedilebilir.
Dilmen, bazı araştırmacıların grotesk, bazılarının da fantastik olarak tanımladıkları
bu oyunları kaleme alma nedenini ise; yabancılaşma olarak özetler. Bir gün
ansızın ayak parmaklarına yabancılaşması sonucu yazdığı oyunun ardından
şöyle ifade eder yaşadıklarını; “insanoğlu kendi gövdesinin bir bölümünü
yadırgayabiliyorsa, kendine yabancılaşabiliyorsa ötesini siz düşünün”
-----------------------
Yanıkkaya, a.g.e., s.14.
-----------------------
Yazarın bu grup içinde değerlendirilebilecek oyunlarından; Canlı Maymun
Lokantası groteskin sınırlarında gezerken, Küp Hamit, Avcı Karkap ve Ayak
Parmakları’nın ise fantastik olana daha yakın durduğu söylenebilir. Canlı
Maymun Lokantası oyununda, balayını geçirmek üzere Hong Kong’a gelen, Amerika’lı
petrol tüccarı Jonathanlar, farklı lezzetler denemek için canlı maymun beyni
yemeğe karar verirler. Ancak ısmarladıkları maymun, yemek için hazırlanırken
kaçar. O sırada lokantada bulunan şair Wong kendi beynini onlara önerir,
Batılı sözde “uygar” çift de, canlı insan beyni yemeği kabul eder.
Böylesi vahşi bir fantezi, delilik/akıllılık, gerçek/düş, ahlaki/gayriahlaki
gibi tüm sınırları ihlal eden, tabu, yasak, tanımayan grotesk kavramını
hatırlatır ilk anda. Çünkü en vahşi fanteziler, en şiddetli tutkular groteskte
kendini dışavurabilirler özgürce.
Kayser groteskin; içinde bizim dünyamızdan unsurlar bulunan bir dünya kurduğundan
bahseder. Birer birer ele alındığında bu dünyayı oluşturan unsurların çoğu
gerçektir, hatta gerçeklikleri altı çizilerek gösterilmiştir; ancak bu unsurların
bir araya gelişiyle ortaya çıkan bütün -tıpkı hala Çin’de canlı maymun beyninin
yenmesi gerçeği gibi- tuhâftır, yabancılaşmıştır, günahkârdır, korkutucudur.
Oyunda tüyler ürpertici bu durum; büyütülmüş, insan beyninin yenmesine dönüştürülüp
daha dehşet uyandırıcı bir hale sokulmuştur.
Dilmen’in oyunlarında grotesk imgelerin olduğu çok açıktır. Ancak bu imgelerin,
adı geçen oyunları grotesk olarak tanımlamaya yetip yetmediği ise, oldukça
tartışmalı bir konudur. Çünkü Dilmen’in genel yaklaşımının aksine, groteskte
ikili karşıtlıklar arasında bir çatışma yoktur. Ve hatta gülünç/korkutucu,
bildik/tekinsiz, komik/uğursuz gibi çatışmalı kavramlar arasındaki karşıtlıklar
sorgulanır, ihlal edilir. Karşıtlıklar arasında bir tercih yapılmaz, dolayısıyla
o tercih üzerinden bir hiyerarşi de kurulmaz. Oysa Canlı Maymun Lokantası,
==================
Zerrin Yanıkkaya, Tiyatroda Grotesk ve Bir Örnek Olarak Fernando Arrabal
Tiyatrosu, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi, 2003, s.13.
Yanıkkaya, a.g.e., s.14.
==================
Doğu-Batı/ mistisizm-kapitalizm karşıtlığı üzerine kurgulanır, bu karşıtlıklar
arasında kaçınılmaz olarak bir hiyerarşi yaratılır ve yazar da kendini,
çatışan güçlerden birinin tarafı olarak konumlandırır. Aslında bu oyun,
Dilmen’in diğer birçok oyununun ana meselesiyle ortaklık gösterir; sözde
uygar olarak tanımlanan, sömürgeci batıya bir kez daha eleştiri oklarını
yöneltir yazar. Ancak grotesk, yergi amacıyla kullanılamaz. Kullanıldığında
da, grotesk imgeler çözülmeye başlar. Çünkü aklın ve evrensel düzenleyici
kuralların dışında olan grotesk, tüm mantıksal yorumlara direnir. Canlı
Maymun Lokantası’nda ise, beynini yenmek üzere sunan şair Wong, yaşadığı
çağa ilişkin duyduğu sorumluluğun altında ezilen, acı çeken ve belki de
bu acısından kurtulmak istediği için kendini kurban eden biri gibi çizilmiştir.
Dolayısıyla izleyende dehşet uyandıran Wong’un seçiminin, rasyonel bir açıklaması
vardır. Oysa grotesk daha önce de ifade edildiği gibi; belirsizdir, tamamlanmamıştır.
Kapalı, tamamlanmış bir yapıya sahip olan; Canlı Maymun Lokantası’nda ilk
anda izleyeni dehşete düşüren, groteskmiş gibi görünen durumların, kullanıldığı
bağlamla birlikte, anlam ve işlevlerini kaybettiğini söyleyebiliriz. Diğer
üç oyun için de benzer bir durum söz konusudur aslında.
Küp Hamit, tasavvuf inancındaki yaradılış öyküsüyle başlar; tanrı kendine
denk bir yaratık yaratmak isterken, kendini yarattığının içinde unutmuştur.
Küp Hamit’in de küpleşme hikâyesi buna benzer. Tek bir farkla; Hamit’in
yaratırken içinde unuttuğu Tanrı değil, kendisidir. Ve kendini yeniden hatırlamak
için, yaptığı işe dönüşür, küp olur Hamit. İçinde unuttuğu kendini hatırlamak,
içindeki özü bulmak, yakalamak için tüm engelleri aşarak –ki en büyük engel
dünyevi hazları temsil eden bedenidir- bir küpe dönüşür. Bu süreç, tıpkı
tasavvuf felsefesinde, tanrısal öze ulaşmak adına çekilen sıkıntılar ve
acılar gibi oldukça çilelidir. Hamit’in küpleştikten sonra, güneşte kuruması,
fırınlanması ve suya kavuşması gibi mutlak öze ulaştıran simgesel aşamalar;
Mevlana’nın “hamdım, piştim, yandım” ifadesine denk düşmektedir.
Küp Hamit, nasıl yaptığı işe dönüşürse Avcı Karkap oyununda da avcı, avına
dönüşür. Önceleri avlandıkça var olduğunu hisseden Avcı Karkap, uzunca bir
hesaplaşmanın, avıyla girdiği özdeşleşme ilişkisinin ardından bu kez; hem
avlayan hem de avlanan
=====================
y.a.g.e. s.54.
===========================
olarak kendini var hisseder; Karaca ve Kaplan’ın bir bileşimi olan “Karkap”
ismi de buradan gelmektedir.
Karkap “Her avcı biraz filozoftur” der. O kendini, evreni, doğadaki ilişki
biçimlerini yeniden ve yeniden sorgulayarak, varlığını anlamlandırmaya çalışır.
Anlatıcı, Karkap’ın yaşadıklarını bir üçlem olarak tanımlar; “ikilem en
çok bir zıtlığı içine alabilir. Karkap’ın pek ölçülü bir şekilde başardığı
bu üçlem ise, döne döne kendi içine açılan bir girdap gibidir” der. Anlatıcı,
Karkap’ın eylemine ve üçlemenin varoluşuna akli bir açıklama getiren her
şeyi bilen tanrı yazar konumundadır. İşte bu yüzden ne Avcı Karkap’ı ne
de sürekli akışa vurgu yapan tasavvuf felsefesinden etkilenerek kaleme alınan,
ancak akışı durduran bir kurgulama tekniğinin varlığı nedeniyle Küp Hamit
oyununu grotesk kavramı içinde değerlendiremeyiz. Çünkü Küp Hamit’i de sorgulamaya
iten, kendini yalnız hissettiren dünyevi hazların temsilcisi; yobaz, geri
kafalı hoca efendi ve paradan başka değer tanımayan tüccar gibi dış düşmanlar
vardır. Benzer bir durum ayak parmakları için de geçerlidir. Ayak Parmakları
oyunu, bugüne kadar yeterince önemsenmeyen, yok sayılan ve hatta sömürülen
ayak parmaklarının canlanıp, isyan etmesini anlatır. Yani oyun, simgesel
düzeyde; ezen, ezilen ilişkisini sorunsallaştırmıştır.
Özetle; adı geçen tüm bu oyunların, tanıdık bildik kavramları, rolleri,
kategorileri yerinden ettikleri ve insan-nesne, insan-hayvan bütünleşmesi
sonucu türler arasındaki sınırları ihlal ederek tekinsiz bir atmosfer yarattıkları
için, ilk anda grotesk oldukları düşünülebilir. Ancak daha öncede ifade
ettiğim gibi; grotesk imgeler, metnin tümünü grotesk yapmaz. Çünkü oyunlar;
evrensel aklın ışığında; o ürkünç akışı; “panta rhei”yi dondurarak, kapalı,
bitmiş bir yapının içinde düalizmi yaratmaya devam eder. Bu yüzden, bu kategori
içinde değerlendirmeye alınan oyunları, fantastik saymak daha yerinde olacaktır.
Sonsöz Yerine…
Bu yazı kapsamında; eşit, özgür ve sömürüsüz bir dünya özlemi duyan Dilmen’in;
akli olanın merkezi konumda olduğu düalist düşünme ve yazma yöntemi ile
kaleme aldığı; tarihsel, mitolojik ve fantastik oyunları aracılığıyla bu
özlemini ne kadar gerçekleştirebileceğini tartışmaya çalıştım… Ve Dilmen’in
ifadesiyle; o ürkünç akışı dondurma çabasının beyhude olabileceğini hatırlatmak
istedim… Çünkü 2000’li yılların belirsiz, güvensiz ortamında; bugüne kadar
geçerli olan akıl yürütme biçimlerinin, yaşamda ortaya çıkan olgular karşısında
yetersiz kaldığını düşünüyorum… Bu yüzden “gerçek, anlam, özne” kavramlarına
kuşkuyla yaklaşan, modernist aklı ve onun mutlak doğrularını, farklı yazın
stratejileri ve kurgulama teknikleriyle yapıbozuma uğratan yazma uğraşısının,
daha özgürlükçü ve farklılıkları kucaklayıcı olduğunu düşünüyorum…
====================
Güngör Dilmen, Avcı Karkap, Toplu Oyunları 3, Mitos Boyut Yayınları,
İstanbul, 1996, s.38.
Güngör Dilmen’le Söyleşi
Mukadder Yaycıoğlu
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/13/192/1517.pdf
“Tiyatro, insan yaşamına
bütünlük verme çabası”
- Midas’ın Kulakları’ndan başlayalım mı? - Konularını Frigya
mitologyasından aldığım bir üçleme: Midas’ın Kulakları, Midas’ın Altınları,
Midas’ın Kördüğümü ayrı temaları işliyor, değişik tarihlerde yazıldı. Midas’ın
Kulakları ilk oyunum. 1959 yılında bir yarışmada birinci seçildi. Türkiye’de
ve yurtdışında en çok sahnelenen oyunlarımdan biri oldu.
- Bu ilk başarıyı nasıl yorumluyorsunuz?
- Sanırım, oyunun görselliğe dayanması bunda rol oynadı. Şimdi İspanya’da
nasıl karşılanacağını elbet merak ediyorum. Kral Midas’ın kulakları bilinen
bir konu. Ancak ben mitosa kendi yorumumu getirdim: Masalda Tanrı Apollon
Midas’ı eşek kulaklarıyla cezalandırır, masal orada biter. Oyunumuzda ise
Midas bir süre sonra bu kulaklara alışır. Alışmanın ötesinde onları bir
ayrıcalık, bir üstünlük olarak görmeğe başlar. Bir anlamda tanrının cezasını
hiçler. (Aşağılık kompleksinin güce dönüşmesi). Artık kulaklarını gizlemek
şöyle dursun onları halkın karşısında törenle sergilemeğe kalkışır. Apollon
eşek kulaklarını geri alarak onu yeniden cezalandırır. Halk, bu kez Midas’ın
insan kulaklarını yadırgar, alay eder. Kısaca, değerlerin göreceliği, halkın
kaypaklığı!
Bu söyleşi, Madrid’deki Asociación de Directores de Escena de España Yayınlarının
Literatura Dramática serisinde Midas’ın Kulakları’nın İspanyolca çevirisiyle
birlikte yayımlanmak üzere yapıldı.
- Oyunlarınızda görselliğe önem veriyorsunuz.
- Tiyatro sözcüğünün kökeninde görme fiili var. Oyunun görsel olması onun
doğası gereği. Bu işin ABCsi. Oyun kişileri sahne üstünde sürekli konuşuyorsa
- o konuşmalar nice ilginç de olsa - böyle bir oyun görsellikten yoksundur.
- Diğer yandan tiyatronun yazınsal bir tür olduğunu düşünüyorsunuz.
- Tiyatro oyununun iki yaşamı var. Sahne üstünde seyredildiği gibi kitap
olarak da okunabilmeli. Tiyatro edebiyat değildir diyenler çıkıyor. Ben
tiyatronun saygın bir edebiyat türü olduğu inancındayım. lkemizde oyun okuma
alışkanlığı yok.
- Bu söylediğiniz diğer ülkeler için de geçerli değil mi… Gelelim tiyatro
dilinize?
- Oyunlarımda serbest nazım kullanıyorum. Buna ‘ritmik dil’ de diyebiliriz.
(Düzyazının da bir ritmi vardır.Ya da olmalı). Söylemeye gerek yok, manzum
sözcüğü ille şiir anlamına gelmez. Oyunun her geçiti, sahnesi elbet şiir
değildir ancak kimi sahnelerde şiire dönüşebilir. Elimizde bir kafes var,
kapısını açık bırakıyoruz. Kuş içine girerse ne ala!Öte yandan manzum tiyatro
yazıyorsun, içinde hiç şiir yok! Yani kafes boş. Bu elbet hüzün verici bir
durumdur. Şiiri, süslü bir dil anlamında almıyoruz. Tiyatroda şiirin bir
işlevi olmalı. Sözcük tutumluluğu bunlardan biri. Düzyazıyla anlatılması
uzun sürecek bir yaşantı bir çırpıda şiirle verilebilir. Bir düşüncenin
anlatılmayıp imgelerle görselleşmesi, duyguya dönüşmesi şiir diliyle olabilir.
Bir örnek vereyim. Ak Tanrılar (Moktezuma) tragedyasında Moktezuma ölüm
döşeğinde şu dizeleri mırıldanır:
Yedi uçurumu nasıl geçeceğim?
Yedi çölü nasıl geçeceğim?
Dokuz denizi nasıl aşacağım bir başıma?
Bir köpek bile yok yoldaşlık etsin bana.
Yıldız külleri dökülüyor alnıma
Belli, benimle birlikte bir evren dağılmada
Bu sahnede Moktezuma bir benzetme yapmıyor. Süslü bir dil kullanma gibi
bir amacı yok. Ölümden sonra aşması gereken engellerin dehşetini sayıklıyor.
Kendi kişisel ölümünü göksel bir olay olarak algılıyor. Çağdaş seyirci sanırım
hakanın bu sözlerini şiirsel bir görünç (= vision) olarak algılıyor.Şiir
elbet bir dil olgusudur, tiyatroda da şiir dilde başlar, sözcüklerle oluşur.
Ancak bana göre tiyatro şiiri sözcüklerden ibaret değildir. Ne diyeyim bir
sahne gereci, bir branda bezi, bir eşya parçası, bir renk uyuşumu ya da
zıtlığı, beklenmedik bir ses sahnede tiyatro şiirini yaratabilir. Midas’ın
Kulakları’nda şarkılar, danslar var. İşin içine müzik ve koreografi giriyor.
Bu ancak manzum bir oyun olabilirdi. Bir elips nasıl iki merkezli ise bizim
oyun da iki temalı. Biri öbüründen kaynaklanıyor ama Midas ile Berberin
dramları biraz farklı.
Oyunu yazdıktan yıllar sonra, Berberin kuyuya seslenme sahnesinde Freud’un
bilinçaltı kuramını görür gibi olurum. Tabii, bu bir çağrışım. Berber, Midas’ın
gizini kuyuya seslenerek bir anlamda bilinçaltına gönderiyor. Kuyunun suları
yeraltı sularına karışıyor, oradan gidiyor gidiyor sazların boy attığı bir
bataklığa. Sazlar gizi içlerinde tutamayıp yel estikçe sesleniyor. Bastırılmış,
itilmiş duygular bir süre sonra hiç beklenmedik bir biçimde yüzeye, bilince
fışkırıyor. Bunu niye söylüyorum? Bu sahnede kuyu yankımaları, su şıpırtıları,
ve sazların görselliği ile, sözcüklerin dışında sahnede bir tiyatro şiiri
yaratılabilir...
Tiyatro şiiri sahne üstünde kaba gerçekçilik adına harcanmamalı.
Bir anı: Yale Drama Okulu’ndayız. Bir Yaz Gecesi Rüyası sahneye konuyor.
Sahne tasarımcısı sahneyi yeşil halılarla döşüyor. Dediğim bu 1961 yılı.
Anlaşılan o yıllar bu malzeme de tiyatro dekorunda bir yenilikti. Yüzde
yüz gerçekçi ot, çimen! Titania kıvrılıp üstünde uyuyacak. Kısacası sahne
tasarımcısı gerçekçi olayım derken Shakespeare’in şiirini katlediyordu.
Ozan o boş sahnede dekoru, oyunun atmosferini, günü geceyi şiiriyle yaratıyordu.
- Midas’ın Kulakları opera da oldu.
- Aynı metin opera librettosu oldu. Oyunun manzum oluşu, kısa dizelerle
yazılmış olması bestelenmesini kolaylaştırdı. Besteci Ferit Tüzün’le iyi
anlaştık. İkimiz de operayı sevmiyorduk. Ortaya bir müzikli oyun çıktı.Operaya
gitmek, o şaşaalı - hantal dekorlar, görkemli giysiler bana göre değil.
Hep sade, yalın bir sahne düşünürüm. Göze çarpmama düzeyinde işlevsellik
en etkili sahne tasarımıdır. Seyircinin dikkatini oyunun teması dışına çekmeyen,
gereksiz çağrışımlarla algılamayı bulandırmayan bir sahne tasarımı.
Öte yandan kimi duyguları, diyelim şehvet, nefret... ezgiye dönüşmüş insan
sesi kadar hiçbir ifade türü veremez. Örneğin Don Juan, Carmen, Faust operaları.
- Oyunlarınızda ağırlıklı olarak mitolojik ve tarihi konular kullanıyorsunuz.
Bu konuları dramatik malzemeye dönüştürme sürecinizden söz eder misiniz?
- Bütün mitoslarda dram vardır. Tarih olayları için de aynı şey söylenebilir.
Önemli tarih olayları dramatiktir. Tarih bilimsel bir bilim değil. Yani
hem bilim hem değil. Nasıl oluyor? Tarih bir yorum-bilim. Tarih oyunları
da kritik durumlarda bütün toplumu etkileyecek bir karar verme, bir eyleme
girişme sürecinde o kişilerin iç dünyalarına inme çabası. Sözün kısası psikoloji.
Ben tarih olayları içinde de mitolojide de insanı arıyorum ve bunda coğrafya,
ülke ayrımı yapmıyorum. Şairimiz Tevfik Fikret: “Vatanım ruy-i zemin, milletim
nev-i beşer” demiş. (vatanım yeryüzü milletim insanlık) Ben de o meşrebtenim.
Ülke ve millet ayrımı yapmadan insanı arıyorum. İşte bu nedenle oyunlarımdan
biri, Canlı Maymun Lokantası, hiç gitmediğim Hong Kong’da geçiyor. Aynı
özgürlük duygusuyla İspanyol-Meksika tarihine de eğildim: Ak Tanrılar (Moktezuma)
tragedyasını yazdım. Oyunu yazarken hem İspanyol hem Meksikalı oldum. Bu
tragedyada tarih ile mitologya içiçe. Yeni kıtada - kime göre yeni? - İspanyol
conquistadorlar ile Meksika kralı Moktezuma’nın karşılaşması. İki uygarlığın
çatışması. Sürgüne gitmiş, yeniden gelmesi beklenen tanrı Quetzalcoatl (=Tüylüyılan)
mitosu, tragedyanın eksenini oluşturuyor.
Ben, Anadolu adlı üçleme de, mitolojik kadın kahramanlarla başlıyor (Tanrıça
Kübele, Hekabe, Andromakhe, Niobe, Oenone, Efes Artemis’i vb., tarihsel
kadın kahramanların dramıyla devam ediyor: (Meryem Ana, Bizans İmparatoriçesi
Theodora, kadın tarihçi Anna Comnena, Osmanlı Kadınları) Trilogyanın üçüncü
oyununda ise Cumhuriyet’in kuruluşundan (1923) bu yana değişik kadın portreleri
var. Öte yandan Kurban, Canlı Maymun Lokantası, Aşkımız Aksaray’ın En Büyük
Yangını, Küp Hamit, Ayak Parmakları v.b. gibi oyunlarım sanırım ayrı bir
küme oluşturuyor. Diyelim, benim uydurduklarım. Konularını yakın Türkiye
tarihinden aldığım oyunlar var ki (İttihat ve Terakki, Devlet ve İnsan Mithat
Paşa, Bizans 1919) bunlar hep düzyazı. Konu gündelik yaşamı, gerçekçiliği
gerektiriyorsa oyun düzyazı oluyor.
|
|
- Sizi fantastik, gerçeküstü diyebileceğimiz oyunlara
yönelten ne peki?
- Çok doğal çok sıradan olan şeyler beni kimi zaman şaşırtabiliyor. İlk
gençliğimde bir gün sedire uzanmış yatıyorum, battaniyenin öte ucundan çıkan
çıplak ayak parmaklarım bana çok garip, gülünesi gelmeğe başladı. El parmaklarıma
hiç benzemiyorlardı! Kendi gövdemin doğal bir parçasını yadırgıyordum. Ayak
Parmakları diye o kısa oyunu yazdım. İnsanoğlu kendi gövdesinin bir bölümünü
yadırgayabiliyorsa, kendine yabancılaşabiliyorsa ötesini siz düşünün. Bu
ruh haline ‘alienation’ (Alm. Verfremdungseffekt) dendiğini çok sonra öğendim.
Yani dolaysız olarak önce kendim yaşadım.
1961 yılında Amerika’da Hong Kong’lu bir üniversite öğrencisi o ülkede canlı
maymun beyinlerinin yendiği özel lokantalardan söz etmişti. Görüntü çivi
gibi beynime saplandı, acı veriyordu. Ondan kurtulmak için bu oyunu yazdım
diyebilirim: Balaylarını Hong Kong’da geçiren Mr. ve Mrs. Jonathan bu değişik
lezzeti tatmak için lokantaya gelirler. Özellikle Bayan Jonathan çok heyecanlıdır.
Beynini yiyecekleri maymuna da çok acır. Aksilik bu ya servis edilecek maymun
kaçar, bir yedeği de yoktur. O sırada lokantada bulunan Çinli şair Wong,
kendi beynini önerir. Uygarca, centilmence bir pazarlıktan sonra anlaşırlar.
Yale Üniversitesinde o yılların ünlü tiyatro otoritesi, hocam Prof. John
Gassner sınıfta okudu. “A poetic tour de force” diye niteledi. Fulbright
bursumu bir yıl daha uzattılar.
- Tiyatro eğilimleriniz, anlayışınız?
- Hiçbir akıma, modaya kapılmadığımı söyleyebilirim. Oyunlarım sahnelenmeye
başladıktan sonra Brecht’in ‘epik tiyatro’ akımı Türkiye’ye bir fırtına
gibi girdi. İlerici tiyatro yalnız epik olmalıymış! Ben buna hiç inanmadım.
Bizdeki ‘toplumsal gerçekçilik’akımı için de aynı şeyi söyleyeceğim. Bakın
bugün adı bile anılmıyor. Bu dalgalara kapılmadım. Şimdi de yazarsız tiyatro
akımı çıktı. Ortada bir yazarın oyunu yok. Yönetmen efendi ordan burdan
fikirler yürüterek sahnede bir olay yaratmaya çalışıyor. Görelim yazarsız
tiyatro akımı nice sürecek ? Sinema yönetmeni elbet o yapıtın baş yaratıcısıdır.
Ne var ki aynı şey tiyatro için geçerli değil. Burada o yazar tanımayan
yönetmenin dramı yatıyor.
İnsan yaşamının şekilsiz, amorf bir akışı var (panta rhei = her-şey akıyor).
Benim için tiyatro insan yaşamına bütünlük verme çabası.
- Zengin bir geleneksel tiyatromuz var.
- Var.
- Geleneksel tiyatromuzun ihmal edildiğini düşünmüyor musunuz?
- Siz 150 yıl önceye gidin, öyle sorun bu soruyu. Türk tiyatrosunun kurucularından
Şinasi Efendi, Ahmet Vefik Paşa, Güllü Agop, Ahmet Fehim, Mınakyan ve arkadaşlarına
sorun. Niye geleneksel tiyatromuza eğilmediler de Batı tiyatrosunu örnek
aldılar? Ahmet Vefik Paşa niye Karagöz, ya da Ortaoyununu geleneğinden yola
çıkmadı da Moliere’den uyarlamalar yaptı? Bizim Ermeni sanatçılar niye tragedyaya
eğildiler? Gelenek sözcüğünü ben hep kuşkuyla karşılarım. Zengin bir tiyatro
geleneğimiz var. Ancak şu soruyu da siz yanıtlayın: İtalyan tiyatrosunun
bir komedya dell’arte’si var. Bu gelenek yazarların kalıcı yapıtları ile
doruğuna erişmiştir. İşte Goldoni. Şimdi aynı paralelde konuşalım. Bizim
geleneksel tiyatromuz Karagöz, Ortaoyunu’nun da yazarların elinde kalıcı
oyunlara dönüşmüş klasikleri olmalıydı. Ama yok. Geleneksel tiyatronun hesabı
yüzyıllar sonra sorulmaz.
- Hesaplaşmanın zamanı olmaz. Siz geleneksel tiyatromuzdan
ne ölçüde yararlandınız?
- Şu elinizdeki oyunda geleneksel tiyatromuzdan nasıl yararlandığımın somut
sahneleri var. Frigya Kralı Midas eşek kulaklarıyla kendi kişisel dramını
yaşarken bu dram halkın gölge tiyatrosunda bir farsa dönüşüyor. Midas da
seyirci olarak halkın arasına katılıp kendi halini bu kez halkın gözünden
seyrediyor. Yani ayni anda iki ayrı görüş açısı var. Dram ve fars çakışıyor.
Ben bu oyunda geleneksel tiyatromuzdan işlevsel olarak yararlandığımı sanıyorum.Türkiye’de
geleneksel tiyatro konusunda en yetkili kişi, Metin And bakın ne diyor:
“Dram geleneğimiz yok”. Özünde dram olmayan bir gelenekle dram sanatı yapılamaz.
Ah, Metin And, sen bu sözü niye söyledin?
Dönelim şu elinizdeki oyuna. Geleneksel tiyatromuzdan sahneler var. Midas’ın
dramı gölge perdesinde farsa dönüşüyor. Midas düşürüldüğü gülünç durumu
tiyatroda izliyor. Biz seyirciler de bu içiçe geçişi seyrediyoruz. Demek
daha ilk oyunumda geleneksel tiyatromuzdan yararlanmışım ancak onda kalamazdım.
Bir yöntem ancak işlevi olunca kullanılmalı.
Siz bu soruları bana şu Kuzguncuk’taki evimde soruyorsunuz. Karagöz’ün Filozofluğu
(Finkelism) diye bir gölge oyunum var. Bu evde geçiyor. Tam bitmedi bile.
Gölge oyunumda ‘Finkelism’ diye yeni bir felsefe ortaya oyuyorum. Şaka değil.
Halkının yüzde şu kadarı (Bunu Aziz Nesin’e sorun) aptal olan bir ülkede
o halkın konukseverliğini sömürme felsefesi. Dram: insan sıcaklığının, komşuluk
güzelliğinin sömürülmesi.
Karagöz’ün atalardan kalma mimarisi özgün, soylu, ama köhnemiş bir köşkü
vardır. Finkel ailesi bu köşkün bir iki odasına yerleşmek ister. Komisyoncu
Hacivat: “bunlar Avrupalı, yüksek kültürlü, uygar kişiler” telkiniyle Karagöz’ü
razı eder. Finkel ailesi köşkün bir iki odasına yerleşir. Bayan Finkel bir
ruh terzisidir, büyülü bir aynası da vardır. Türk müşterilerinin ruhlarını
kesip biçerek, düzelterek fazlalıklarını atıp eksikleri ekleyerek onları
Avrupalılaştırır, sonucu da aynasından onlara seyrettirir. Müşterileri,
Avrupalı olmaya can atan okur yazar ve elbet zengin takımdandır. Bay Finkel,
bir gün Karagöz’e “I want to buy you out” der. Karagöz az buçuk gavurca
biliyor... ancak bu “buy out” fiilini ilk defa işitmektedir. Kendi dilinde,
kültüründe yoktur. Sonda Finkeller köşkü tümüyle ele geçirir, kendine benzetir,
Amerikanvari, ya da Avrupai bir apartmana dönüştürür. Karagöz’de kendini
eski sevgili evinin önünde kapıcı olarak bulur.
Anlaşılacağı gibi bu oyun bir anlamda Türkiye’nin Avrupa’ya yanaşma çabasının
bir komedyası. (İnşallah böyle olmaz. Ancak benim inancımda İnşallah, Maşallah
yok.) Koca bir köşkü tiyatro sahnesinde kuramayız. Bu oyuncuğu ancak bizim
geleneksel tiyatromuz çerçevesinde, gölge tiyatrosu tekniği ve esprisiyle
yazabilirdim. Karagöz perdesinde bizim son derece güzel naif , çok renkli
göstermelikler, tasvirlerimizle bu absürd sahneler gerçekçi biçimde sahnelenebilir.
İçkide alkol neyse tiyatroda dram odur. Üzümsüz şarapsız Diyonisos olmaz.
Halis Rioja şarabımız var ama alkolsüz! Böyle tiyatro olmaz. Brecht’in dramatik
tiyatro karşıtlığı bana göre bir saçmalıktır.
- Birçok oyununuz İngilizce, Fransızca, Almanca gibi
yabancı dillere çevrildi, yurt dışında sahnelendi. Örneğin 1990 yılında
Kurban Avignon Festivalinde sergilendi. Siz de Antigone, Persler, Kral Oidipus,
Bakkhalar gibi tragedyaları eski Yunanca aslından Türkçe’ye çevirdiniz.
Çevirmek ve çevrilmek konusunda ne söylemek istersiniz?
- Basmakalıp bir cümleyle başlayalım: Bir oyunu çevirirken ya da, sahneye
koyarken onu daha iyi anlayabiliyoruz. Ya da anladığımızı sanıyoruz. Aiskhülos’u,
Sofokles’i, Euripides’i aslından çevirirken tiyatronun kaynağına gider gibi
oluyorum. Benim için de bir tören gibi birşey bu. İğneyle kuyu kazmak deriz
ya, öyle. Biraz mazoşizm var işin içinde.
- Mança’lı Şövalye müzikalini Türkçe’ye çevirdiniz.
- Mança’lı Şövalye, gerçekten güzel bir müzikal. Severek çevirdim. Ankara
Devlet Tiyatrosunda esaslı bir kadro ile oynandı. Çeviri diye sordunuz.
Şimdi tek bir dizenin çevirisinde yaşadığım gülünesi durumu anlatayım.Korepetitör
mi diyorlar işte o piyanoda, oyunun şarkılarını geçiyoruz. Sözler melodiye
oturuyor mu diye kulaktan denetliyor. Şarkı sözleri hecesi hecesine müziğe
uyacak, vurgular da yerli yerinde olacak. Yani prosodi. O çalıyor ben şarkıları
söylüyorum. Arada bir odanın kapısı açılıyor, kim bu operadaki yeni ses
diyen şaşkın bakışlar! Ha, bu arada öğreniyorum ki Devlet Tiyatrosu kadrosunda
İngilizce bilen bir görevli de bu müzikali çevirmeye talip. Ancak copyright
bende. Çeviride yanlışlar bularak beni ıskarta etmek istedikleri belli oluyor.
İyice canım sıkılıyor.
Şimdi Mambrino şarkısındayız.
The golden helmet of Mambrino = Altın tolgası Mambrino’nun Müzikte ‘Mam-
briiiii - no’ kesintisiz olarak tınlıyor... sonunda bir ek yok. Türkçede
ise ‘nun’ eki gerekli. Ne olacak?
- Bestenin bir notası hafifçe değişecek.
- Müzikte tek nota değişmeyecek. Anlaşma böyledir.
- Ama burada dil uyuşmazlığı var. Notada küçük bir değişiklik gerekli.
- Piyanocu çözümü buldu:
- ‘nun Mambrino’ dersin.
- Olmaz!.
- O zaman oyunu başkası çevirir!
- ...( buraya dilediğiniz küfrü koyun)
Çıngar çıkmış, ayağım suya ermişti.
O gece oturdum oyun şarkılarının mümkün olabilecek bütün değişkelerini (varainte)
yazdım. Yani, çeviri olasılıklarını tükettim. Pek de zor değil.
Yukarıdaki o tek dizeye gidelim. İkinci şık
:- “Altın mihveri Mambrino’nun”.
Bir üçüncü çeviri sadece olanaksız. Altını gümüş yapamazsın, tolgayı da
şapka. Tolga mihver olabilir ama ‘tolga’ ağız açık tınlıyor. Mihver’de ise
ağız büzülüyor. Hem de Türkçe değil. Ertesi gün Amerikalı yönetmen Todd
Bolender’e, şarkı çevirilerini verdim. Benim çevirim bu. Her bir dizenin
değişkeleri de var. “Başka biri benim çevirimi kullanacak olursa dava açar
oyunu kaldırtırım” dedim. Zeki adam ‘Çeviri tükenmesini’ bir bakışta anladı.
Şarkıları bu kez Bolender ile geçmeğe başladık. Benim de sesim iyice açıldı.
Meğer şarkı söylemek ne güzel şeymiş.
Burada şunu söyleyim: Müzikalin copyright ajansı (ONK) Osman Nuri Karaca
çok sağlam durdu. Kaç yıllar sonra ona yeniden teşekkür ederim.
- Cervantes’ten başka hangi İspanyol yazarlarla ilgilendiniz?
- Cervantes’ten sonra Unamuno’yu okudum. Bizde ilkin kısa öyküleri çıkmıştı.
Yaman Adam. Bu öyküler o gün bugün belleğimde kıpraşır durur. Kitaplığımdaki
Unomuno’nun Trajik Görüş’ünü (İngilizce) yeniden okudum. (Sizin iyi bir
öğrenciniz olduğumu kanıtlamak için.) Yine çok etkilendim... ancak bu kez
Unamuno’nun katolikliği benim Dionüsos inancımla fena halde çatıştı: Dinci
bir kişinin trajik bir dünya görüşü olabileceğine inanmıyorum. Trajik görüş
bana göre ateistlerin dünya görüşü olabilir. İnanan kişinin elinde sağlam
bir sigorta poliçesi var: Ölümden sonra ruhun sonrasızlığı. Öte dünya onu
bekliyor...
Yeryüzünde sadece iki insan ırkının varlığına inanıyorum.
- Irk mı?
- Irk deyince irkildiniz!
Ancak benim ırk ayrımımın soy sop, genler, deri rengi, kafatası biçimiyle
bir ilgisi yok. Dahası, bir ırktan öbürüne yatay geçiş de yapılabiliyor.
Öyle bir kolaylık da var.
- Neymiş, kimlermiş sizin iki ırkınız?
- İnananlar - İnanmayanlar.
Bu iki insan türü arasında tam bir uçurum var. Ateistin öte dünya umudu
yok. (Tanrıtanımaz sözcüğü ateist sözcüğünü tam karşılamıyor) Gereksinimi
de yok. Öte dünyada bir ozan şiir yazamıyorsa, ben yeni oyunlar yazamıyorsam
cennetin Tuba ağaçları, Kevser şarapları beni kesmez. Gelmiş geçmiş yalvaçlar
insanoğlunu gerçek trajik olandan kurtarmaya çalışırlar...
- Sizin yazarlık serüveniniz nasıl başladı?
- 18 yaşımda uzun manzum masalım Mavi Orman ile başladım. Bir türlü bastıramıyorum.
Milli Eğitim Bakanlığı’na gönder dediler. “Yayımlanması dileğiyle...” diye
ekte bir dilekçeyle gönderdim. Aylar sonra bir cevap geldi: “Eserinizi önce
kitap halinde bastırın, sonra bize gönderin, inceleyelim!”
- Çeşitli Kurumlarda tiyatro dersleri verdiniz.
- 1980 yılında askeri darbeyle İstanbul Şehir Tiyatroları’ndaki işimize
son verildi. Eskişehir Anadolu üniversitesinde mitoloji dersleri vermeğe
başladım. Bunu Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi Konservatuarı,
Müjdat Gezen Sanat Merkezi, ve yeniden Anadolu Üniversitesi’ndeki tiyatro
derslerim izledi. Öğretmenlik ek bir uğraşım oldu. Bu işimi çok seviyorum.
Gençlerle birşeyleri paylaşmak beni yazarlığın yalnızlığından da kurtarıyor.
- Oyun yazarlığınızın yanı sıra ışık tasarımcılığı, dramaturgluk ve yönetmenlik
yaptınız.
- Amerika’da Yale Üniversitesi’nde sahne ışığı öğrenimi gördüm. Dönüşte
İstanbul Şehir Tiyatroları ’ında oyun okumacılığının yanı sıra ışık tasarımcılığı
da yaptım. Hele Rumeli Hisarı’ndaki açık hava temsillerinde Hamlet, Coriolanus
gibi oyunların ışığı güzel anılarım arasında.Deniz kenarındaki Sarıca Paşa
kulesi dünyanın en güzel Elsinore şatosu. Hamlet’in babasının hortlağı kulenin
üstünde görünüyor. Çok etkileyiciydi.
Hamlet tragedyasının mezarlık sahnesindeyiz. Ofelya’nın tabutu geliyor.
İçinde Ayla Algan. Tam o sırada bir Ağustos sağanağı boşandı. Benim ışık
aygıtlarımın lambaları bombalar gibi patlamağa başladı. Dehşetli bir ışık
ve ses etkisi. O sahneye de çok yakıştı. Hamlet’in acısı, Doğa’nın öfkesi,
rahmeti içiçe. Tam Shakespeare’e layık bir sahne. Muhsin Bey de çok heyecanlı.
Ben ışık ustası, doğanın yardımıyla harikalar yaratıyorum.
Yağmur yağabilir, ama oyun devam ediyor.! Seyirci de ıslanıyor ama kaçmıyor.
Ona da bravo. Ama az sonra ? Ofelya’cığın tabutu yağmurla dolmaya başladı.
Ayla önce soluğunu tuttu, derken az bir debelendi... sonra can havliyle
tabutun içinden fırladı.
- Altı arkadaş bir yayınevi de kurdunuz.
- Amacımız kendi kitaplarımızı yayımlamak. Tiyatro kitaplarının satılmıyor
diye adı çıkmış.Altı arkadaş Şiir - Tiyatro yayınevini kurduk. Kimler? Orhan
Asena, Tahsin Saraç, Ioanna Kuçuradi, Talat S. Halman, Yüksel Pazarkaya
ve ben kendi kitaplarımızı yayımladık.Bana öneri Orhan’dan geldi:- “Batak
bir işe var mısın?
-Ben seninle her batak işe varım”.
Sevgili yayınevimizin aramızdaki adı Batak Yayınevi kaldı. Ama kimseyi batırmadı.
Ne kaydı vardı ne kuydu. Aramızda ne bir anlaşma imzaladık, ne birbirimize
hesap sorduk, Tahsin Saraç Ankara’da, başı o çekiyordu. Onun ölümüyle yayınevimiz
de son buldu. Bakın, ben bu sözü söylüyorum, Yüksel Pazarkaya ve Talat Halman
arkadaşlarımla karar veriyoruz bizim Şiir - Tiyatro ya da Batak yayınlarını
yeniden canlandırmağa.
- Türk tiyatrosu nereye gidiyor?, dünya tiyatrosu nereye gidiyor?
- Bir yerden bir yere gittiğini sanmıyorum. Tiyatro bilim değil, teknoloji
değil, sürekli bir gelişmeden söz edilemez. Bu, bütün sanatlar için geçerli.
Resim nereye gidiyor, müzik nereye gidiyor? Değişik denemeler yapılıyor,
kimi yapıtlar o ürkünç akışı (panta rhei) kendi süresi içinde durdurabiliyor.
- Tiyatronuz günümüz seyircisinin beklentileriyle örtüşüyor mu?
- Bugünün seyircisi tek yargıcı değil. Televizyon dizileri - ki elbet onlar
da olacak - tiyatro oyunculuğunu bizde çok yozlaştırdı
- İspanyol okuyucusuna / seyircisine son ne diyeceksiniz?
- Temel’i idama mahkum etmişler, son ne söyleyeceğini soruyorlar: “Ha bu
bana ders olsun!” demiş. Öyle bir duruma düşersem ben: “İspanyolca öğrenmek
istiyorum” diyeceğim.
Çocukluğumda annemin yaptığı pandispanya
idi o lezzetin adı
mahzun yüzlü şövalyeye dönüştü
ve kaç yüzyıl sonra Saura
Sokakta görürseniz, çok selamlar
Lorca’ya, Unomuno’ya
ben biraz da onların şevkiyle çıkmışım yola
‘Bilirim de yollarını
varamam Kurtuba’ya’
Aunque sepa los caminos
Yo nunca llégaré a Córdoba
Selam bu oyunu okuyan İspanyol’a
ve de ona geçmiş ola!
Sürçü lisan ettiysek affola!
Çevirsin bunu Mukadder hoca.
Muchas gracias!
|