Harold Pinter

Ayışığı
Harold Pinter
2005 Nobel Edebiyat Ödülü
 


Anasayfaya
Eleştiri sayfasına

 

 

TOPLANTI TARİHİ  : 8.2.2006
İRDELENEN KİTAP:
  Ay Işığı Harold Pinter
GRUP DEĞERLENDİRMESİ : 5.0

Harold Pinter Biyografisi
http://tr.wikipedia.org/wiki/Harold_Pinter


   
  Sanat, Gerçeklik ve Politika
Harold Pinter
Nobel Konuşması

http://www.tiyatroevi.com


1958 yılında aşağıdaki şu sözleri yazmıştım:
“Gerçek ile gerçek olmayan ya da doğru ile yanlış arasında kesin ayırımlar yoktur. Bir şeyin mutlaka doğru veya yanlış olması gerekmez, o şey hem doğru hem yanlış olabilir.”


Bu iddialarımın hala geçerli olduğu ve gerçeğin sanat yoluyla araştırılabilir olduğu kanısındayım. Bu nedenle, onları bir yazar olarak savunurum, ama bir yurttaş olarak savunamam. Yurttaş olarak, ne doğru, ne yanlıştır sorgulamak zorundayım.
Tiyatro sanatında gerçekliğin bulunması sonsuza dek zor olacaktır. Hiçbir zaman tam olarak bulunamasa da araştırılması zorunludur.


Bu araştırma insanı çaba göstermeye sevk eder. Araştırma sizin görevinizdir. Çoğunlukla karanlıkta gerçeğe takılıp düşersiniz, onunla çarpışırsınız, yada kendi yaratımınız olduğunu bilmeksizin sadece gerçeğe benzer görünen bir imge yahut biçim gözünüze ilişir. Fakat aslolan gerçeklik şudur ki dramatik sanatta tek bir doğru vardır. Gerçekte ise çoktur. Bu doğrular birbirlerine meydan okur, birbirlerinden ürker, birbirlerini yansıtır, birbirlerini önemsemez, birbirlerini kızdırır ve birbirlerini görmezden gelirler. Bazen ilk anda doğrunun avucunuzun içinde olduğunu sanırsınız, fakat sonra o parmaklarınızın arasından kayar, kaybolur gider.

Oyunlarımı ne şekilde oluşturduğum sıkça sorulan bir sorudur. Cevap veremem. Oyunlarımda nelerin olup bittiğini söylemek dışında onları özetleyemem bile. Bu, oyunlarımın söylediğidir. Bu, oyunlarımın yaptığıdır.

Oyunlarımın çoğu bir cümleden, bir sözcükten, bir imgeden doğmuştur. Saptanmış bir sözcüğü genellikle hemen ardından bir imge takip eder. Aklıma beklenmedik bir anda gelen bir şey, ardından bir imge.. Şimdi bununla ilgili size iki örnek vermek istiyorum.

Oyunlar: The Homecoming (Dönüş) ve Old Times (Eski Zamanlar).
The Homecoming (Dönüş)’in ilk cümlesi “Makası ne yaptın?” ‘dır. Old Times (Eski Zamanlar)’ın ilk kelimesi ise ‘Karanlık’. Her iki durumda da başka hiçbir şey yoktu aklımda.

İlkinde birisi gözle görülür biçimde bir makas arıyor ve bir başkasının çaldığını düşündüğü makasın yerini soruyordu. Fakat ben her nasılsa onun kastettiği kişinin ne makasla ne makası arayan kişiyle ne de bu meseleyle ilgisinin olmadığını biliyordum.

Bir insanın saçlarının ,bir kadının saçlarının tarifi olarak kullandığım ’koyu’ kelimesi bir sorunun cevabıydı. Her durumda kendi kendimi sorunun peşine düşmeye zorladım. Bunun bir görselliği vardı, karanlıktan aydınlığa doğru yavaşça uçup gitti.

Bir oyuna her zaman karakterleri A, B, ve C şeklinde adlandırarak başlarım.

“Dönüş” (The Homecoming) oyununda sade bir odaya giren bir adam gördüm ve bu adam göze hoş görünmeyen bir kanepede oturmuş yarış gazetesi okuyan daha genç birine sorusunu sordu. Her nasılsa A kişisinin baba, B kişisininse onun oğlu olduğundan şüphelendim, fakat buna dair hiçbir delilim yoktu. Bununla birlikte B kişisi (daha sonra Lenny olan) A kişisine (daha sonra Max olan): “Babacığım, konuyu değiştirebilir miyiz? Sana bir şey sormak istiyorum. Şu önceleri yediğimiz akşam yemeğinin adı neydi? Ona ne diyorsunuz? Neden bir köpek satın almıyorsun? Sen bir köpek aşçısısın. Dürüst ol. Bence köpekler için yemek pişirdiğini düşünüyorsun.” dedikten hemen sonra şüphelerimde haklı çıktım. Böylelikle B kişisi A kişisini “Babacığım!” diye çağırdığına göre onların baba ve oğul olduğunu varsaymak mantıklı olacaktı. A kişisi açıkça görülüyor ki aşçıydı ve aşçılığı pek de takdir edilmiyordu. Bu durum evde anne olmadığı anlamına mı geliyordu… Bilmiyordum. Fakat o zamanlar da kendi kendime söylediğim gibi başlangıçlarımız hiçbir koşulda bitişlerimizi bilmiyor.  

“Koyu” . Geniş bir pencere. Akşam vakti gökyüzü. A kişisi bir adam (daha sonra Deeley olacak) ve B kişisi bir kadın (daha sonra Kate olacak) içkileriyle oturmaktadırlar. Adam sorar: “Şişman ya da zayıf?” Kim hakkında konuşuyor olabilirler? Fakat hemen sonrasında şunu görüyorum: pencerede bir kadın, C kişisi (daha sonra Anna olacak), başka bir ışıkta, arkası diğerlerine dönük, saçları koyu.

Garip bir andır, henüz varolmayan, varlığı o ana kalmış karakterleri yaratma anı. Bazen durdurulamaz bir çığ olabilmesine rağmen, ardı sıra gelen eğreti, belirsiz, hatta sanrısaldır. Yazarın durumu ise tuhaftır. Bir bakıma karakterler tarafından hoş karşılanmaz. Karakterler ona direnir, onlarla yaşamak güçtür, onları tanımlamak imkansızdır. Onlara emir veremezsiniz. Belli bir yere kadar karakterlerle sonu olmayan bir oyun oynarsınız, kedi fare oyunu, körebe, saklambaç gibi. Fakat sonunda ellerinizde kanlı canlı insanlara dönüştüklerini göreceksiniz, iradeleri ve kendilerine ait bireysel duyarlılıkları olan insanlar, değiştiremeyeceğiniz, kendi amaçlarınıza uygun olarak kullanamayacağınız, biçimini bozamayacağınız parçalardan oluşan insanlar.

Bu yüzden sanatta dil anlaşılması oldukça güç bir handikap olarak kalır, kaygan kumlar, tramplen, yazarın bir gün altına sızmasına izin verebilecek donmuş bir havuz...

Fakat daha önce de belirttiğim üzere doğruyu aramak asla bitmez. Doğruyu aramak yarına bırakılamaz, ertelenemez. Onunla yüzleşmek zorundasınız, tam karşınızda, hemen oracıkta.

Politik tiyatro tamamiyle farklı bir problemler yumağı ortaya çıkarır. Her ne pahasına olursa olsun nutuk çekmekten kaçınılması gerekir. Objektiflik esastır. Karakterler kendi atmosferlerini solumalıdır. Yazar kendi kişisel beğenisini, eğilimlerini veya ön yargılarını tatmin etmek için onları sınırlayamaz ve bastıramaz. Karakterlere değişik açılardan, tam, kendini kısıtlamayan bir perspektifle yaklaşmaya hazır olmalıdır, yazar onları gafil avlamalı, fakat yine de onlara hiçbir zaman istedikleri yere gitme özgürlüğünü vermemelidir. Bu her zaman işe yarar bir yöntem değildir. Ve elbette politik bir taşlama bu prensiplerin hiçbirine sadık kalmaz, gerçekte tam tersini, kendine yakışanı yapar.

The Birthday Party (Doğum Günü Partisi) oyunumda son olarak bir yönetim şekline odaklanmadan önce denenebilecek bir dizi seçenek ortaya koyduğumu düşünüyorum.

>Mountain Language (Dağ Dili) bir dolu yönetim seçeneği barındırmıyormuş gibi görünür. Kaba, kısa ve çirkin kalır. Fakat oyundaki askerler bununla çok eğlenirler. İçlerinden biri bazen işkencecilerin çabuk sıkıldığını unutuverir. Küçük de olsa ruhlarını şenlendirecek bir kahkahaya ihtiyaç duyarlar. Bu durum elbette Bağdat’taki Ebu Garip Olayları ile doğrulanmış oldu. Dağ Dili yalnızca 20 dakika sürüyor, fakat saatlerce de devam edebilir, durmaksızın, aynı örnek tekrar üstüne tekrar edebilir, tekrar üstüne tekrar, saatler ve saatler boyunca.

Öte yandan Ashes To Ashes (Külden Küle) su altında geçiyormuş etkisi uyandırır. Boğulan bir kadın, dalgaların içinden yardım isteyen eli, gözden ırağa düşmüş, suyun altında ve üstünde diğerlerini arıyor, fakat kimseyi bulabildiği de yok, bulduğu sadece gölgeler, yansımalar, suda yüzen şeyler. Boğulan manzarada kaybolan bir figür, sadece başkalarına aitmiş gibi görünen kör talihinden kaçamayan bir kadın.

 Fakat diğerlerinin öldüğü gibi, kadın da ölmelidir.

Politikacıların kullandığı dil bu alanda verdiğimiz örneklerin hiç birisine girmez, çünkü, gördüğümüz kadarıyla politikacıların çoğu gerçekle ilgilenmez, iktidarla ve o iktidarı korumakla ilgilenir. O iktidarı sürdürmek için halkın hakikatten, hatta bizzat kendi hayatlarına ait hakikatlerden yoksun bırakılması özellikle önem taşır. Şu halde, etrafımız çepeçevre yalanlarla çevrilmiştir ve biz yalanla beslenmekteyiz.
Buradaki herkes gayet iyi biliyor ki, Irak’ın işgal edilmesinin mazereti Saddam Hüseyin’in son derece tehlikeli bir kitle imha silahları kitlesine sahip olduğu, bunlardan bazılarının 45 dakika içinde ateşlenebilecekleri ve korkunç yıkımlara yol açabilecekleri şeklindeydi. Bize bunun gerçek olduğu söylendi. Ama değildi. Irak’ın El Kaide’yle ve 11 Eylül 2001 saldırılarıyla ilişkili olduğu dile getirildi. Bunun da gerçek olduğu söylendi. Ama değildi. Irak’ın dünya güvenliğini tehdit ettiği söylendi. O da doğru değildi.

Bu konuda gerçek tamamen başka bir şeydir. Gerçek denilen şey ABD’nin dünyadaki kendi rolünden ne anladığı ve onu nasıl gerçekleştirdiğidir. Günümüze gelmeden önce yakın geçmişe bir göz atmak ve Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı bitiminden bu yana izlediği dış politikaya değinmek istiyorum. O döneme ait gerçeklere parmak basmak için bunu yapmak zorunda olduğumu hissettiğimden, biraz zamanınızı alacağım.
Herkes savaş sonrası dönemde Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da ne olduğunu biliyor: O döneme ait vahşet, yaygın çirkinlikler ve bağımsız düşüncenin acımasızca bastırılması yeterince belgelendi, doğrulandı. Gelgelelim, aynı dönem içinde ABD’nin işlediği suçlar sadece yüzeysel olarak not edildi, doğru dürüst belgelenmedi ve suç olarak tanımlanmadı. Mevcut koşullarda bunların üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum. Sovyetler Birliği’nin varlığı nedeniyle bir ölçüde kısıtlanmış olmakla birlikte, ABD gene de her istediğini yapabilmişti. Bununla birlikte, hükümran bir devletin topraklarının doğrudan doğruya istila edilmesi ABD’nin öncelikli tercihi değildi. ABD evvel emirde “düşük yoğunluklu çatışma”yı yeğlerdi. Düşük yoğunluklu çatışma demek doğrudan savaşta attığınız bombayla insanları toplu halde öldürürken, onun yerine, aynı miktardaki insanı yavaş yavaş öldürmek demektir. O ülkeye ta kalbinden hastalık bulaştırmak ve için için ilerlemesini, sonunda kangrene dönüşmesini beklemektir. Ülke halkına bir kez boyun eğdirildi mi –veya halk aynı şey olan ölümcül bir yenilgiye uğratıldı mı—artık sizin dostlarınız, askerler ve büyük şirketler rahat rahat iktidarda oturabilirler, siz de kameraların önüne geçip demokrasinin galip geldiğini söyleyebilirsiniz. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yaygın politikası işte böyleydi.

Nikaragua’da yaşanan trajedi bu dediğimin hayli tipik bir örneğidir. ABD’nin dünyada o zamanki ve şimdiki rolünü göstermek için bu örneği anmak istiyorum.

1980’lerin sonunda Amerikan elçiliğinin Londra’daki bir toplantısında hazır bulundum.

Amerika Birleşik Devletleri kongresinde Nikaragua devletine karşı kampanyalar yapan Kontra’lar için daha fazla para verip vermemek konusunda karar verilmek üzereydi. Delegasyon üyesiydim ve Nikaragua lehine bir konuşma yapmıştım ama bu delegasyonun en önemli üyesi Peder John Metcalf idi. Amerikan heyetinin başkanı Raymond Seitz (sonra elçiliğin ikinci adamı, daha sonra da elçinin kendisi) . Peder Metcalf: “Efendim, ben Nikaragua’nın kuzeyinde bir bölgede görevliyim. Müritlerim bir okul, sağlık merkezi ve bir kültür merkezi inşa ettiler. Barış içinde yaşıyorduk. Bir kaç ay önce Kontra güçleri bizim bölgeye saldırdılar. Herşeyi mahvettiler: Okulu, sağlık merkezini, kültür merkezini. Hemşire ve öğretmenlere tecavüz ettiler, doktorları en vahşi şekilde katlettiler. Dehşet saçtılar. Lütfen Amerikan hükümetinin bu vahşi terörist faaliyetleri desteklemesinden vazgeçmesini sağlayın.”

Raymond Seitz’ın aklı başında, güvenilir ve yüksek kültürlü olarak çok iyi bir namı vardır. Diplomatik çevrelerde de önemli bir saygınlığı vardır. Önce dinledi, ara verdi ve sonra oldukça ciddi bir şekilde: “Peder, size bir şey söylememe izin verin.” Savaşta her zaman suçsuz insanlar acı çekerler.” Buz gibi bir sessizlik oldu. Biz gözümüzü ona dikip bakıyorduk, o ise geri çekilmedi.

Suçsuz insanlar gerçekten her zaman acı çeker.
Sonunda birisi: “Bu seferki suçsuz insanlar ama daha önce de pek çok örnekte görüldüğü gibi sizin hükümetinizin desteklediği ürkütücü zulmün kurbanlarıdır. Eğer kongrede Kontra’lara daha fazla para sağlanması konusunda bir karar çıkarsa bu zulüm devam edecektir. Bu böyle değil mi? Hükümetiniz canileri desteklemek ve bağımsız bir devletin yurttaşlarını yok etmekle suçlu duruma düşmüyor mu?”

Seitz son derece sakindi. “Sunulan bilgilerin iddialarınızı desteklediğini kabul etmiyorum.” dedi.

Elçilikten çıkarken bir Amerikan destekçisi oyunlarımdan hoşlandığını söyledi. Ben cevap vermedim.
Başkan Reagan’ın aşağıdaki şu sözü söylediğini size hatırlatmakta fayda var: “Kontra’lar bizi destekleyen pederlerimizle ahlaken eşdeğerdir.”

ABD acımasız Somoza diktatörlüğünü 40 yıldan fazla süreyle destekledi. Nikaragua halkı Sandinistaların liderliğinde 1979’da bu rejimi yıktı ve eşsiz bir halk devrimini gerçekleştirdi.
Sandinistalar elbette mükemmel değillerdi, kibirliydiler ve siyasi anlayışlarında birçok çelişkili öğeyi barındırıyorlardı. Ama zekiydiler, akıllıydılar ve uygardılar. İstikrarlı, dürüst ve çoğulcu bir toplum oluşturmak istiyorlardı. Ölüm cezası kaldırıldı. Yoksulluk içindeki yüz binlerce köylü ölümden kurtarılıp hayata kazanıldı. 100 bin aile topraklandırıldı. İki bin okul inşa edildi. Oldukça önemli bir okumayazma seferberliği yürütüldü, okumayazma bilmeyenlerin oranı yedide bire düşürüldü. Parasız eğitim ve parasız sağlık hizmetleri gerçekleştirildi. Çocuk ölümleri üçte bir azaltıldı. Çocuk felcinin kökü kazındı.  ABD bütün bu başarıları MarksistLeninist bölücülük olarak niteledi. ABD hükümetine göre orada tehlikeli bir örnek sergileniyordu. Nikaragua’da sosyal ve ekonomik adaletin kurulmasına izin verildiği, sağlık ve eğitim hizmetleri düzeyinin yükselmesine göz yumulduğu, sosyal birlik ve ulusal onur yükseldiği takdirde komşu ülkeler aynı soruları sormak isteyecek, aynı şeyi yapmaya kalkacaklardı. Aynı zamanda El Salvadorda’da statükonun korunması için yönetime karşı şiddetli bir karşı koyuş da söz konusuydu.

Biraz önce dört bir yanımızdan çepeçevre yalanlarla kuşatılmış olduğumuzu söylemiştim, ABD Başkanı Reagan Nikaragua’yı “totaliter bir zindan” diye niteliyordu. Bu söz medya ve Britanya hükümeti tarafından isabetli ve haklı bir tanımlama olarak benimsenmekteydi. Ama Sandinista hükümetinde ölüm mangalarına dair hiç bir emare yoktu. İşkence kayıtları yoktu. Sistemli veya resmi bir askeri kötü muamele yoktu. Nikaragua’da rahip öldürmemişti. Tersine, ikisi Cizvit biri de Maryknoll misyonerlerinden olmak üzere üç din adamı kabinede yer almaktaydı. Doğrusu istenirse, asıl totaliter zindan komşu El Salvador ve Guatemala’daydı. ABD Guatemala’da 1954’te seçimle işbaşına gelen hükümeti devirmiş ve kurulan askeri diktatörlük altında 200.000 insan öldürülmüştü.

ABD’de Georgia’daki Fort Benin askeri üssünde eğitilmiş Alcati Alayının bir taburu 1989’da San Salvador’da Orta Amerika Üniversitesinde dünyaca tanınmış altı Cizvit rahibini öldürdü. Son derece yürekli bir insan olmakla tanınan Başpiskopos Romero ayin sırasında suikaste kurban gitti. Tahminen 75 bin kişi öldürüldü. Bu insanlar niçin öldürüldüler? Öldürüldüler, çünkü daha iyi bir yaşamın mümkün olduğuna ve bunu başarabileceklerine inanmışlardı.

Bu inançları yüzünden komünist addedildiler. Öldürüldüler, çünkü statükoyu, alın yazısı gibi doğumla başlayan sınırsız yoksulluğu, hastalığı, çürümeyi ve baskıyı sorgulamaya cesaret etmişlerdi.

ABD Sandinista hükümetini en sonunda devirdi. Bir hayli direnişle karşılaştıysa da, büyük ekonomik badirelere ve 30 bin insanın yaşamına mal olduysa da, önünde sonunda Nikaragua halkının ruhunu esir alabildi. Halk yeniden yorgun düştü, yoksulluğun pençesine düştü. Kumarhaneler ülkeye geri döndüler. Parasız sağlık, parasız eğitim sona erdi. Büyük sermaye intikam duygusu içinde tekrar geldi. “Demokrasi” yeniden egemen olmuştu.

Ne var ki, bu politika Orta Amerika’yla sınırlı değildir. Tüm dünyada uygulanmaktadır. Sonu gelmeyen bir politikadır. Ve sanki hiç bir şey olmamışmış gibi yürütülmektedir.

ABD İkinci Dünya Savaşının sonunda ve sonrasında hemen her sağcı askeri diktatörlüğü desteklemiştir. Endonezya, Yunanistan, Uruguay, Brezilya, Paraguay, Haiti, Türkiye, Filipinler, Guatemala, El Salvador ve tabi ki Şili. ABD’nin 1973’de Şili’de yol açtığı dehşet hiç bir zaman aklanamaz ve asla mazur görülemez. Bu ülkelerde yüz binlerce insan ölmüştür. Ama gerçekten ölmüşler midir? Bunlardan ABD dış politikası mı sorumludur? Bu sorunun yanıtı: Evet o ölümler vuku bulmuştur ve sorumlusu ABD dış politikasıdır. Ama siz bundan habersizsinizdir. Sanki onlar hiç olmamıştır. Sanki hiç bir şey olmamıştır. Onların hapsi vuku bulduğu halde, adeta hiç vuku bulmamışlar gibidir. Çünkü kimse bunlara aldırmamıştır. Onlar kimseyi ilgilendirmemiştir. ABD’nin suçları sistematik, sürekli, ahlâksızca ve acımasızca olmuştur, fakat pek az kimse onlardan söz etmiştir. Teslim etmelisiniz ki, ABD 'klinik vaka' denilecek ölçekte bir gücü dünya çapında kullanagelmiş ve bunu yaparken de alay edercesine “evrensel çıkarlar” maskaralığı için güç kullandığını ileri sürmüştür. Bu, parlak, zekice ve hayli başarılı bir hipnoz halidir.

Sizi temin ederim ki, şu sıralarda ABD en büyük gövde gösterisi içindedir. Zalim, aldırmaz, tehditkâr ve acımasızdır, ama öyle olduğu kadar aynı zamanda çok zekidir de. Tıpkı bir satıcı gibi satılacak en iyi malını, kendisine dönük sevgisini pazarlar. Kazanan daima kendisidir. Bütün ABD başkanlarını dinleyin, televizyon konuşmalarında “Amerikan halkı” derler ve örneğin şöyle konuşurlar: “Amerikan halkına diyorum ki, şimdi dua etmenin ve Amerikan halkının haklarını savunmanın zamanıdır ve Amerikan halkından başkanlarını Amerikan halkı adına yapacağı işlerde desteklemelerini istiyorum.”

Bu parlak bir hiledir. Burada dil düşünceyi dışarıda tutmak için kullanılmaktadır. “Amerikan halkı” sözü yaslanılacak kocaman bir güvence yastığı gibi kullanılmaktadır. Hiç düşünmeniz gerekmiyor. Geriye yaslanıp bu yastığa dayanın, yeter. Sırtınızı yasladığınız bu yastık her ne kadar zekânızı köreltecek ve eleştirme yetinizi alıp götürecekse de, ne beis, yastığınız rahat ya, siz ona bakın. Tabi, bu dediklerim ülkede yoksulluk sınırının altında yaşayan 40 milyon kişiye özgü değil, ABD’nin dört bir yanına yayılmış Gulag hapishanelerinde ikamet eden 2 milyon erkeğe ve kadına dair hiç değil.
ABD artık düşük yoğunluklu çatışmayla ilgilenmiyor. Gizli kapaklı davranmak, ya da hatta hileye başvurmak gereğini de duymuyor. Kartlarını masaya açık açık ve korkusuzca seriyor. Ne Birleşmiş Milletler’e, ne uluslararası hukuka aldırıyor, ne de kendisine karşı yapılan eleştirilere kulak veriyor, öyle yapmayı bir güçsüzlük sayıyor ve yersiz buluyor. Küçük kuzusu, patetik(işe yaramaz) ve miskin Büyük Britanya’nın meleye meleye peşinden gelmesi ona yetiyor.

Bizim ahlâki duyarlılığımıza ne oldu? Yoksa öyle bir şeyimiz hiç olmadı mı? Bu sözcüklerin anlamını acaba biliyor muyuz? Bu sözcüklerin şimdilerde çok nadiren kullanılan vicdan kelimesiyle bir ilişkisi var mı? O vicdan ki, sadece kendi davranışlarımızın sorumluluğunu değil, aynı zamanda başkalarının yaptıkları ama bizim de paylaştığımız sorumluluğu temsil etmektedir. Bunların hepsi öldü mü? Guantanamo Körfez’ine bakınız. Orada yüzlerce insan üç yıldır sorgusuz sualsiz tutuluyor. Hiçbir hukuki temsil hakkına sahip olmadıklarına ve bugüne değin duruşmaya da çıkarılmadıklarına göre, teknik bakımdan ebediyen gözaltında kalacaklar demektir. Bu durum tümüyle gayri meşrudur ve Cenevre Konvansiyonunun ihlali demektir. Gelgelelim, “uluslararası camia” denilen şey bu kanunsuzluğa sadece göz yummakla kalmıyor, o durumu aklına bile getirmiyor. Suç kendisini “hür dünyanın önderi” diye tanıtan bir ülke tarafından işlenmektedir.

Sahi, Guantanamo Körfezi’nin sakinlerini hiç aklımıza getirdiğimiz oluyor mu? Medya oradaki insanlar için ne diyor? Ayda yılda bir altıncı sayfanın bir köşesinde üç beş satırla onlardan söz ediliyor. Onlar sanki bir 'no man’s land' dediğimiz sınırlar dışı yere götürülmüşlerdir ve bu gidişle belki de asla geriye dönmeyeceklerdir. Hali hazırda bu insanların çoğu açlık grevindeler, kendilerine zorla gıda veriliyor, aralarında Britanya oturumlu olanlar da var. Sözünü ettiğimiz zorla gıda verme işleminde hiç bir yumuşaklık bulunmamakta, hiç bir ağrı kesici veya anestezik madde kullanılmamakta, burnunuza ve boğazınıza tüpleri kabaca sokuyorlar. Siz de kan kusuyorsunuz. Bu bir işkencedir. Böyle bir durum karşısında Britanya Dışişleri Bakanı ne demiştir? Hiç. Britanya Başbakanı ne söylemiştir? Gene hiç? Neden? Çünkü, ABD “Guantanamo’daki tutumumuzu eleştirmek bize karşı hiç de dostane olmayan bir davranıştır. Ya bizimle berabersiniz veya bize karşısınız” demiştir. Blair de sesini kesmiştir. Irak’ın işgali bir haydutluk fiilidir, uluslararası hukuk kavramını hiçe sayan apaçık bir devlet terörizmidir. İstila, yalan üstüne yalan söyleyerek, medyayı ve dolayısıyla kamu oyunu manipüle ederek başvurulan keyfi bir askeri harekâttır, Orta Doğu’da ABD’nin askeri ve ekonomik hakimiyetini pekiştirmeyi amaçlamaktadır, diğer bütün bahaneler iflas ettikten sonra insanlarla alay edercesine özgürlük masalına sarılmışlardır. Bu harekât binlerce ve binlerce insanın hayatına mal olan mutlak bir askeri zor kullanımıdır. Biz Irak halkına işkence getirdik, bombalar, hafifletilmiş uranyum, haddi hesabı olmayan rastgele öldürmeler, sefalet, çürüme ve ölüm getirdik, bütün bu yapılanların adını da “Orta Doğu’ya özgürlük ve demokrasi getirmek” koyduk.

Kitlelerin katili ve savaş suçlusu ilan edilmeniz için daha ne kadar insan öldürmeniz gerekir? Yüz bin mi? Bana kalırsa bu miktardan fazla insan öldürdünüz. Öyleyse, Bush ve Blair Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne çıkarılmalıdırlar. Bush akıllı davranmış ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesini imzalamamıştır. Eskaza her hangi bir ABD’li asker ya da politikacı bu mahkemeyle sevkedilecek olsa, Bush onu kurtarmak için deniz piyadelerini yollayacağı uyarısında bulunmuştur. Blair ise sözleşmeyi onaylamış, Mahkemeyi tanımıştır, şu halde onun hakkında kovuşturma başlatılabilir. Lazım olursa diye adresini verelim: Downing Sokağı No.10 Londra.

Ölüme gelince, konunun sanki ölümle ilgisi yokmuş gibi davranılmaktadır. Hem Bush, hem de Blair ölüm konusunu arka plana itmişlerdir. Irak’ta daha direniş başlamadan önce en az 100 bin Irak’lı Amerikan bombaları ve füzeleriyle öldürülmüştür. Bu insanlardan hiç söz edilmemektedir. Sanki hiç ölmemişlerdir. Savaş istatistiklerinde onların ölümleri atlanmıştır. Ölmüş oldukları kayıtlara bile geçmemiştir. Nitekim, “biz cesetleri saymıyoruz” demektedir Amerikan generali Tommy Frank.


 

 

 

Ölüm Yeni Bir Ufuk mu? 
Eren Arcan


Harold Pinter’ın “Ay Işığı” oyunu üzerine
 

2005 yılında Nobel ödülünü alan  Harold Pinter İkinci Dünya Savaşı sonrası yazarlarının en giriftlerinden  biri olarak uluslararası üne sahiptir.  Kafka’ya özgü umarsız, karanlık yazının Kafkaiesque” deyimine paralel olarak Pinter’ın oyunları için “Pinteresque” tabiri kullanılır.  Pinter’ın  temaları  arasında gizli tehdit, erotik fantazi, saplantı, kıskançlık, aile üyeleri arasında iletişimsizlik, nefret ve akli dengesizlik gibi konular yer alır.  Net olmayan, örtük, önemsiz konuşmalar oyunlarının parçalarıdır.  Yazar oyunlarında  gerilimi arttırmak için sessizlik ögesini ustaca kullanır.

Sahne düzeni, kurgu ve dil :

Pinter’ın oyununda sahne açıklamaları yok denecek kadar azdır Ay Işığı adlı oyunu onun sanatının doruk noktası olarak kabul edilir.  Oyunun baş kahramanı Andy’nin aşama aşama ölüme yaklaşışının ele alındığı oyunda sahne, ışıklarla belirlenen üç alana ayrılmıştır.  Andy  ve ona  ölüm yolculuğunda eşlik eden karısı Bel birinci  alanda ölüm karşısında geçmişleriyle yüzleşirler.   İki erkek evlat Fred ve Jake ikinci alanda kendi alaycı, sevgisiz, bencil dünyalarında abuk bir tutumla babalarının ölümüne kayıtsızdırlar. Üçüncü ışıklı alanda ise onaltı  yaşına çakılıp kalmış, yaşadığı mı, öldüğü mü belli olmayan kız evlatları Bridget yer alır. Pinter kendisinin, “Bridget’in yaşıyor mu yoksa ölü mü olduğunu” bilmediğini söyler.  Bir röportajında “Bridget’in ölmüş olabileceğine dair içimde kuvvetli bir his var,” der.

Pinter’ın verdiği sahne açıklamaları aşağı yukarı bu ışık düzeninden  ibarettir.  Oyun, bölük pörçük sahnelerle, zaman içinde atlayışlarla, kısa, birbirinden kopuk, absürd pasajlarla seyirciye aktarılır.  Nefret,  acımasızlık, iletişimsizlikle yüklüdür.  Ancak Pinter’ın diğer oyunlarındaki gaddar, keskin, alaycı dili, bu oyununda yer yer bir şiirselliğe bürünmüştür.

Bridget loş bir ışıkta şu replikle oyunu açar: “Uyuyamıyorum. Ay yok.  Öyle karanlık ki.  Aşağıya inip dolaşayım . Gürültü etmem.       Çıtım    çıkmaz.  Kimse beni duymaz.  Öylesine karanlık, karanlıkta herşey sessizdir.  Karanlıkta dolandığımı kimse bilsin istemem.” (s.13)

Ölüm ile göz göze gelmenin dehşeti, iç hesaplaşmaların buruk acısı, gidilen yolun belirsizliği karşısındaki ürkü gibi konuların  sorgulandığı Ay Işığı’nda oyun, birbiriyle hiç bağlantısı yokmuş  gibi görünen sahnelerle ilerler.  Bu lineer olmayan, birbirinden kopuk. uyumsuz  sahneler aslında oyunda, hem bağlantıyı kurmakta, hem de post modern anlamda bir geçiş işlevini görmektedir. 

Andy’nin eski sevgilisi Maria’nın Andy’nin oğulları Jake ve Fred ile bir arada olduğu ve onlara anne ve babaları ile olan ilişkisini anlattığı uzun tiradlı sahnesi bir uyumsuzluk örneğidir.  Maria’nın Jake ile  Fred’e doğrudan hitap ettiği sanılmakla birlikte, Maria sahnede kendi kendine konuşur gibidir.  Babalarına olan tutkusunu açıkça dile getirir.  Ama oğlanlar bu itiraftan hiç etkilenmezler.  Hatta Maria’nın sahneye girdiğinden bile haberdar  değillermiş gibi görünürler.   Ayrıca oyunda Maria’nın hem Andy’nin, hem de karısı Bel’in sevgilisi olabileceği izlenimi verilmektedir.

Ay Işığı absürd sahnelerle bezenmiştir.  Bu sahneler, bireylerin birbirlerinden kopukluğunu,  hoyratlığıni, acımasızlığını betimlemek için kullanılmıştır.  Fred’in yatak odasında geçen “Macpherson, Gonzales Kellaway, Saunders, Jim Simms, Manning, Rawlings  adları üzerine kurulan dil oyununun hiç bir mantıksal dayanağı yoktur.  Amaç ta olayların mantık dışı bir alanda geçtiğini belirtmektir.

Ayışığı’nda Pinter’ın kişileri inançsızdır, siniktir.  (ANDY) – “Ussallık dediğin çoktan tası tarağı topladı gitti, bir daha lafını duyan olmadı.  Senin o canım ussallığın lağım çukurunda bok edebiyatına karıştı.  Sonsuza dek boka bulandı.  Kokuşur da kokuşur.”(s.16)

Onarılamayacak İlişkiler

Pinter geçmişin hatalarını  Andy’nin Jake ve Fred ile olan ilişkisi üzerinden  irdeler.  Andy, Maria ve Ralph ile olan ilişkisini çözümler ama oğulları ona hep uzak bir mesafede kalacaklardır.  Andy onlar yüzünden hem acı çekmekte hem de onlara karşı müthiş bir öfke duymaktadır.  “İki oğul.  Yoklar.  Aldırmazlar.  Babaları ölüyor...  Orospu çocuklarıydı, ikisi de.”  (s.37)  Ama artık geriye dönülüp hataların düzeltilebilmesi olasılığı yoktur.

Jake ve Fred de babalarını beklemekte olan ölüm olgusunu yoksayarak eski dostlar ve gizli toplantılar üzerinde tartışıp dururlar.  Anneleri ile aralarında geçen telefon konuşması da mantıksızdır.  Bel Jake’e “Babanız çok hasta” der.   Jake ”Çin Çamaşırhanesi mi?” diye cevap verir. (s.63) Erkek evlatlar Fred’in odasında oturmuyorlarmış da gerçekten bir çamaşırhane sahibiymişler gibi cevap verirler Bu anlamsız konuşma Bel ümidini kaybedinceye kadar sürer.   “Önemli değil, önemli değil...”   der Bel bir vazgeçişle  “Kuru temizleme yapıyor musunuz?”...

Fred ve Jake annelerinin çağrılarına cevap vermeseler de kendi aralarında babalarının ölümünü tartışırlar.  Jake “kendi yozluğunun masum bir seyircisi olan adamı” (yani babasını) bir gün seveceğini söyler. (Jake)  “Onu seveceğim.  Sevginin bedelini ödeyeceğim.”; (FRED) – “Bu bedel  ölümdür.” (s.53)  Ama yine de  babalarının ölümü ile yüzleşme zamanı geldiğinde bunu bir vodvil oyununa çevirirler. Geçmişi anlıyorlar  ama tamir edemiyorlar, geçmişin üstesinden gelemiyorlardı.

Ölüm yeni bir ufuk mu ?

Daha önce ölüm sürecinden geçmiş olan Bridget,  geçirdiği  aşamaları şöyle dile getirir : “Buraya varmak için ne haşin topraklardan geçtim.  Diken, taş, ısırgan otları, dikenli tel, hendeklerde erkek ve kadın iskeletleri.  Orada gizlenmek yoktu.  Sığınmak yoktu. Barınak yoktu.”  Ölümün çizgisini geçtikten sonraki boyutta artık özgürdür.  “Çiçekler beni çevreliyor ama tutsak etmiyor.“  Ve bir şiirsellik içinde sözlerini bitirir:  “Beni ancak ormanın gözleri, yaprakların gözleri görür.  Ama onlar da beni incitmek istemez.  .  Bir yanık kokusu var.  Bir kadife kokusu, çan gibi bir yankı.  (Sessizlik) Bu dünyada kimseler beni bulamaz.” (s.27) 

Andy’nin, çıktığı ölüm karşısındaki  inanmazlığı, isyanı, sayrıları,  aşama aşama oyunun örgüsüne işlenir.  “Mavi denizin kumsalı boyunca uzanan fısıltılar bu mu?  Ben ölüyorum.  Ölüyor muyum?” Ama Bel’in cevabında katı bir gerçekçilik vardır: “Ölüyor olsan ölürdün.”  Andy yine de yüreğinde bir umut kırıntısı taşır : “ ...Sence ben yine baharı görür müyüm? Bir bahar daha görecek miyim? Ya bu yığın yığın çiçek çılgınlığı ? “ (s.25)

Ölüm bir yeni bir ufuk mudur?  Bu çizgi ölürken mi geçilir, yoksa öldükten sonra mı?  Belki hiç geçilmeyecektir.  Belki Andy evrenin ortasına kakılıp kalacaktır.  Böyle olursa onun ardını görebilecek midir?  Yoksa evren sonsuz mudur?   Ya havalar nasıldır?  Belli olmaz da sağanak olur mu?  Yoksa sonsuz bir ay ışığı ve bulutsuz mu?  Yoksa sonsuza dek kapkara mıdır?

(ANDY Bel’e) – “Şimdi sen hiçbir fikrim yok diyebilirsin, haklısın da.  Bana kalırsa sonsuza dek kapkara değildir.  Çünkü sonsuza dek kapkara ise bu sinir bozucu oyunlara ne gerek var?  Bir püf noktası olmalı.  İşin kötü yanı bunu ben bulamıyorum.  Bir bulsam hemen sarılıp süzülür, ve dönüşte kendimle karşılaşırdım.  Tıpkı bir yabancı görüp de korkudan çığlık atıp, sonra aynaya baktığını farketmek gibi.” (s.45) repliğiyle ölümün bir hiçlik olmayabileceği şüphesini dile getirir    Ufuk çizgisinin ötesinde bir delik,  “dönerken kendini bulacağı bir delik.”  var mıdır ?  Dönüş mümkün müdür ? 

Bel’e göre belki de bunun cevabı bir “evet” tir.  Andy  hiç bir zaman varolmayan torunlarının ölümden anlayıp anlamadıklarını, onun için gözyaşı döküp dökmeyeceklerini sorgularken karısı Bel “...küçücükler bence ölümden anlar, bizden daha çok  anlarlar ölümden.  Biz ölümü unuttuk ama onlar unutmamışlardır.  Anımsarlar.  Çünkü bazıları, çok küçük olanlar yaşamlarının başladığı andan önceki anı anımsarlar.  Onlar için pek eski sayılmaz ki – ve yaşamlarının başladığı andan öncesinde kuşkusuz ölüydüler.”  söylemiyle  ölümün bir son olmadığını, başka bir başlangıca açıldığını anlatmak ister.  (s.46)

Eski sevgilisi Maria ve eşi Ralph vedalaşma sahnesinde  belirdiğinde artık Andy anılarından  kopmuştur.  “Ben devlet memuruydum.  Benim geçmişim yoktur.  Ben hiç geçmiş anımsamıyorum.  Hiçbir şey olmadı.” (s.61)  Ufuk çizgisine doğru  bir aşama daha geçilmiş.  Ayın batması yaklaşmıştır. 

Yolun sonuna gelen Andy’nin  son sözleri çocukları içindir.  “Neden içeri girmiyorlar?  Korkuyorlar mı?  Söyle onlara korkmasınlar.  BEL – “Burada değiller.  Gelmediler.”  ANDY “Bridget’e söyle korkmasın.  Bridget’e söyle onun korkmasını istemiyorum.” (s.65)

Bridget’in  ölümü sürecinden geçisi tiyatro tarihinin en dikkate değer repliklerinden  biri ile anlatılır.   “Bir gün biri bana – sanırım annem , ya da babam her kimse bana – bir davete gidiyoruz demişti.  Sen de çağrılısın.  Ama senin kendi başına, yalnız gelmen gerekiyor.  Süslenmen gerekmez.  Yalnızca ay batana dek bekleyeceksin. (Sessizlik) Davetin nerede olduğunu bana söylediler.  Bir yolun sonunda bir evdeydi.  Ama bana ay batana dek, davetin başlamayacağını bildirdiler. Eski bir giysi giydim ve ayın batmasını bekledim.  Uzun süre bekledim.  Sonra o eve doğru yola çıktım.  Ay pırıl pırıldı.  Çok sakindi. (Sessizlik) Eve vardığımda ev ay ışığına bürünmüştü.  Ev, orman içindeki açıklık, yol, tümü de ay ışığına bürünmüştü.  Evin içi karanlıktı.  Tüm pencereler karanlıktı.  Ses yoktu. (Sessizlik) Oracıkta ay ışığında durdum, ayın batmasını bekledim.  “

Andy de benzer aşamalardan geçmiş ölüm sürecini tamamlamış ve ay artık onun için de batmıştır.  Geri dönüşsüz ufuk çizgisi aşıldığında artık yapılan yanlışlar düzeltilemez biçimde perçinlenmiştir.

8.2.2006

Harold Pinter Biyografisi http://www.kirjasto.sci.fi/hpinter.htm
Discordance in the Scenes of Moolight Beth Herskovits

 

 


 

 

Pinter'a yazdırdığımız kitap

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=4471

Pinter'a yazdırdığımız kitap
1991'de ABD'deki Potomac Theatre tarafından sahnelenen Dağ Dili'nden bir sahne.
 

Harold Pinter'ın bir kitapta yer alan iki kısa oyunu Türkiye ile ilgili. Bir Tek Daha'yı Londra'da tanıştığı iki Türk kadının işkence karşısındaki duyarsızlığına kızarak yazan Pinter, Dağ Dili'nde de Kürtçe yasağını ele alır

 

21/10/2005 (225 defa okundu)

 

ATİLLA BİRKİYE (Arşivi)

Nobel'i çok geç de olsa (on altı buçuk yıl) 'tutturdum'. Bu nobel öyküsü oldukça ilginç, hüzünlü ve trajikomik. NobelToto'lar da Harold Pinter'ın adı pek geçmiyordu. Kimse bir oyun yazarına Nobel verileceğini tahmin etmiyordu. Daha önce Referans'taki köşemde de yazmıştım. Son yıllarda içime en çok sinen 'ödül' oldu, bu yılki. Kendi ana dilimde yazan bir yazar almışçasına sevindim. Çünkü Harold Pinter'ın oyunlarıyla tanışıklığım çok eskilere gidiyor. Doğum Günü Partisi, Gitgel Dolap (Türkçeye bu adla çevrilmişti) ilk okuduğum yapıtlarıydı ve özellikle ikincisi beni çok etkilemişti.
Harold Pinter'ın oyunlarının yanı sıra düzyazı şiirleri ve bir de Cüce adlı bir romanı var. Bu romanın telif hakkı AFA Yayınları'nca alınmış, çevrilmiş ve basıma hazırlanmış ('çıktı'lardan okumuştum) ancak kitap olarak yayımlanamamıştı. Pinter savaş karşıtı, insan hakları savunucusu, eylem içinde olan muhalif bir aydın. Bilindiği gibi Arthur Miller ile 12 Eylül 'baskısını' incelemek üzere 1985'te Türkiye'ye gelmişti. Pinter'ın Türkiye'yi de ilgilendiren ile ilgili yazılan iki kısa oyunu vardır: Bir Tek DahaDağ Dili (One for the Road, 1984; Mountain Language, 1988). Pinter'ın bu iki oyununun Türkçesini, kurduğum ve o sıralar yönettiğim Kavram Yayınları'ndan Mart 1989'da ben yayımlamıştım.

Her kitabın bir öyküsü vardır

Seksenli yılların sonu olmalı şimdi aramızda olmayan Aziz Çalışlar tedavi için Londra'daydı. Kemal Özer ile mektuplaşıyorlardı. Bir gün Kemal Özer, bana bir mektubunu okumuştu. Anımsadığım kadarıyla, bir an içine düştüğü yılgınlıktan söz ediyor ama iki oyun çevirisine başladığını ve bu iki çevirinin onu yaşama bağladığını yazıyordu. (Bu iki oyun yukarıda adı geçenlerdir.)
Sonra Aziz Çalışlar yurda döndü; Ben de kitabı istedim ondan basmak için. (Orijinal kitapta da iki oyun birlikteydi.) Kavram oyun yayımlamadığı gibi, çok kitap yayımlayan bir yayınevi de değildi; ayakta güç duruyordu ama bu oyunun benim için anlamı farklıydı. Hem duygusaldı hem de yazar olarak Pinter bende iz bırakmıştı. Böylece Aziz Çalışlar'ı ikna ettim, telif konusunda da anlaşmamız zor olmadı; "Bana rakı ısmarlarsın, olur biter" dedi...
ONK Ajans aracılığıyla oyunun basım haklarını istedik. Cevap beklerken oyunu basıma hazırlamaya başladık. Bu sırada Pinter'ın ajansından 'metnin Türkçesini denetlemek isteriz' gibi bir cevap geldi. Böyle bir şeyi, bu 'sömürgeci' tavrı kabul etmem olanaksızdı. O zamanlar ONK'taki Nimet Tuna'ya kitabı basacağımı söyledim. İsterlerse dava açsınlardı... Bu süreçte, Aziz Nesin durumu Pinter'a bir mektupla bildirmiş. Aziz Nesin'in devreye girmesiyle iş tatlıya bağlandı. Bize, 'Yanlış anladınız, öyle demek istemedik' gibisinden bir mektup ile imzalı sözleşme geldi. Sözleşmeyi imzaladık ama kitap da çoktan piyasa çıkmıştı.
Bir Tek Daha, yukarıda da belirttiğim gibi Pinter'ın Türkiye'ye gelmeden önce yazdığı bir oyun. Çeşitli uluslararası sivil kuruluşlar aracılığıyla sürekli bilgiye sahip ve konuyla son derece ilgili. Ne var ki oyunu yazmasına 'neden' olan, iki genç Türk kadınıyla yaptığı konuşma. Pinter bu konuşmayı kitabın Türkçe baskısına önsöz gibi koyduğumuz söyleşisinde de anlatıyor. Yazar bir tanıdığının verdiği partide tanıştığı kadınlara Türkiye Barış Derneği davasıyla ilgili düşüncelerini sorunca, kadınlardan 'tipik' bir yanıt gelir: "Hak etmişlerdir herhalde". Gerekçe basittir, onlar "Herhalde komünisttirler. Komünizme karşı kendimizi korumamız" gerekmektedir... Sonra söz işkenceye gelince kadınlardan bir diğeri "Nasıl düşünebiliyorsunuz böyle bir şey?" der. Pinter bu bilgisiz ve duyarsız kadınlara son derece sinirlenir ve 'bir yere oturup' yazmaya başlar... (Konu daha önce aklımdaydı, diyor.)
Bir Tek Daha'nın evrensel bir teması var: işkence. Ama en insanlık dışı olanı. Gözaltındaki bir siyasiye fiziki işkence yapılır. Daha kötüsü, işkencecinin habire karısı ve yedi yaşındaki çocuğuyla ilgili söyledikleridir! İşkenceci, sürekli viski içmektedir, oyun da adını burdan alıyor, Bir Tek Daha. Belirsiz bir ülke olmasına rağmen isimlerden bir Latin ülkesinde geçtiğini düşünüyoruz.

Konuşulamayan o dil

İkinci oyun ise Dağ Dili. Olduğu gibi Kürtçe yasağını imlemektedir. Bilinmez bir ülkede yaşayan, Dağ'lı bir ana tutuklu oğluyla görüşme sırasında kendi ana dilinden başka bir dili 'bilmediği' için konuşamaz. Görüşme sırasında kendi dilinde ancak, 'Ekmek getirdim', 'Elma getirdim' diyebilmiştir. Gardiyan'ın sertliğine maruz kalır. Sonra da ölür.
Kitabı oldukça özenerek yayımlamıştık. Yine de bir iki hata kalmıştı. Yanı sıra daha sonra Aziz Çalışlar'ın da fark ettiği bir iki çeviri hatası vardı. Kitapla ilgili 'toplatma', 'dava' falan beklerken, bu küçük hatalar bir dergimiz tarafından konu edinildi, ne korkaklığımız kaldı, ne solculuğumuz. Oysa kitap son derece sertti. Belki gözden kaçırdılar belki de ilk oyundaki kişi adlarının yabancı oluşu, kitabı kurtardı. Yayınevinin ortaklarından Nusret Şumlu ile kitabın orijinal kapağını kullanmayı önerdi ve aynısını uyguladık. Kitap yayımlandıktan sonra, birkaç örneği Pinter'ın ajansına gönderdik ve bir süre sonra onlardan gelen üç yüz dolarlık kapak tasarım faturasını ödemek zorunda kaldık!
O yıllar anılarda şimdi; ne var ki sonunda benim de Nobelli bir yazarım oldu. Yayınevi kapanmış, kitabın baskısı tükeneli on yıllar geçmiş olsa da... Geçen cuma sabahı bizim 'serüvenli' oyunun kitaplığımda olmadığını gördüm. Neyse ki kadim dostum Metin Belgin'de vardı. Böylece yıllar sonra bir kez daha okuyabildim! Doğrusu, önce kendimle sonra ortaklarımla, yayımladığımız için iftihar ettim. Oyunu bulan ve çeviren yani en büyük emeği veren kuşkusuz Aziz Çalışlar'ındı. Onu bir kez daha saygıyla, sevgiyle anıyorum...
 

Ziyaretçi Odası
MAHPUS, oturmaktadır. YAŞLI KADIN da sepetiyle oturmaktadır. Arkasında, GARDİYAN.
Sessizlik.
YAŞLI KADIN
Ekmek getirdim.
GARDİYAN, YAŞLI KADIN'ı sopayla dürter.
GARDİYAN
Yasak. Dil yasak.
YAŞLI KADIN, GARDİYAN'ın yüzüne bakar. GARDİYAN, dürter.
Yasak. (MAHPUS'a) Söyle, resmi dille konuşsun.
MAHPUS
Onu konuşamıyor. 
Sessizlik.
Konuşmuyor o dili.
Sessizlik.
YAŞLI KADIN
Elma getirdim.
GARDİYAN, YAŞLI KADIN'ı dürterek bağırır.
GARDİYAN
Yasak! Yasak yasak yasak! Hey yarabbi! (MAHPUS'a) Ne söylediğimden anlamıyor mu bu?
MAHPUS
Hayır.
GARDİYAN
Anlamıyor mu?
YAŞLI KADIN'ın üstüne eğilir.
Anlamıyor musun?
YAŞLI KADIN, GARDİYAN'a kafasını kaldırıp bakar.
MAHPUS
Yaşlı. Anlamıyor.
GARDİYAN
Kabahat kimin?
Güler.
Benim değil, herhalde, benden söylemesi. Bir şey daha diyeyim. Bir karım var benim, üç de çocuk. Ama siz hepiniz boksunuz
Sessizlik.
MAHPUS
Bir karım var benim, üç de çocuk.
GARDİYAN
Neyin var?
Sessizlik.
Neyin var senin?
Sessizlik.
Ne dedin sen bana? Neyin var senin?
Sessizlik
Neyin var senin.
Telefon kolunu kaldırır, tek bir sayı çevirir.
Çavuş, Mavi Oda'dayım ben... evet... Rapor edeyim, dedim. Çavuş... Soytarının bir var burada karşımda.
Işıklar yarıya iner. Kişiler donar.
Dış sesler:
YAŞLI KADIN'IN SESİ
Yavrun seni bekliyor.
MAHPUS'UN SESİ
Elini ısırmışlar.
YAŞLI KADIN'IN SESİ
Herkes seni bekliyor.
MAHPUS'UN SESİ
Anamın elini ısırmışlar.
YAŞLI KADIN'IN SESİ
Eve döndüğün zaman öyle bir karşılayacaklar ki seni. Bütün herkes seni bekliyor. Herkes seni bekliyor. Herkes seni bekliyor görmek için.
Işıklar aydınlanır. ÇAVUŞ girer.
ÇAVUŞ
Nerede şu soytarı?
Işıklar kararır.
Dağ Dili'nin 2. Bölümü

 

 

İşgalin ilk zamanlarında, Britanya’lı gazetelerin ön sayfalarında Tony Blair’i Irak’lı bir çocuğun yanağını öperken gösteren bir resim yayınlanmıştı, resmin altına “Müteşekkir bir çocuk” yazmışlardı. Bir kaç gün sonra, bir gazetenin iç sayfalarından birinde kolları kopmuş dört yaşındaki bir başka çocuğun fotoğrafı ve öyküsü yayınlandı. Tüm ailesi bir füzeyle havaya uçmuş, sadece kendisi sağ kalmıştı. “Kollarıma ne zaman kavuşacağım?” diye soruyordu yavrucak. Tony Blair kolları kopmuş çocuğu, ne bir başka sakat çocuğu kollarının arasına almamıştı, ne de bir başka kanlı vücudu tutuyordu kollarında. Çünkü, kan kirlidir. Siz televizyonda içinizden geldiği gibi konuşurken, kan gömleğinizi, kravatınızı kirletir. 2000 Amerika’lının ölümü de bir utanç vesilesidir. Bu cenazeler adeta karanlıkta mezarlarına gömülüyorlar. Cenaze törenleri sessiz sedasız yapılıyor. Sakat kalanlar, kolu bacağı kopanlar yataklarında aciz şekilde yatıyorlar, belki de hayatları boyunca yatalak kalacaklar. Yani, ölüler de, sakatlar da ayrı ayrı yataklarda çürümeye terkedilmiş durumdalar.

Pablo Neruda’nın İspanya İç Savaşı üzerine yazdığı bir şiiri:

BAZI ŞEYLERİ AÇIKLIYORUM

Soracaksınız: Leylaklar nerede hani?
Gelincik yapraklı metafizik nerede?
Sözcüklerine incecik delikler açıp
onları saçan yağmur nerede?
Kuşlar nerede hani?
Her şeyi anlatayım.
Kent dışında yaşardım,
Madrid dışında, çanlarla,
saatlerle, ağaçlarla.
Görülürdü oradan
kurumuş yüzü Kastilya'nın
meşin bir okyanus gibi.
                       Evime
çiçekevi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı
duvarlarından çünkü:
güzel bir evdi
köpekleriyle, çocuklarıyla.
                         Hatırladın mı, Raul?
Rafael, hatırladın mı?
                         Hatırladın mı, Federico?
yerin altında, 
hatırladın mı, balkonlarında o evin
Haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına.
                                          Kardeşim, kardeşim!

Her şey
o kalın sesler, tezgâhların tuzu,
kabarmış ekmekler çıkaran fırın
ve heykelleriyle Argüelles pazarı
kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde:
yağ akardı kaşıklara,
ayakların, ellerin derin çarpıntısı
sokaklarda büyürdü,
metreler, litreler, temel
ölçüsü yaşamın,
                       balık yığınları,
rüzgâr gülünü bile şaşırtan
soğuk güneşiyle kiremitler,
patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı,
domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga
“Bir sabah tutuştu bunların hepsi,
bütün canlıları yutmak için bir sabah
fışkırdı topraktan
şenlik ateşleri,
silah vardı artık,
barut vardı artık,
artık kan vardı.
Haydutlar geldi uçaklarıyla,
yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar,
takdisler dağıtan kara keşişleriyle
haydutlar geldi gökyüzünden
çocukları öldürmek için,
çocuk kanı aktı sokaklarda
düpedüz çocukların kanı aktı.
Çakalların bile tiksindiği çakallar,
kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,
yılanları bile iğrendiren yılanlar!
Yüz yüze gelince bunlarla
kanını gördüm İspanya'nın,
kabarıyordu
bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!
Hain
generaller
ölü evimi görün,
bakın paramparça İspanya'ya:
erimiş maden akıyor her evde
çiçek yerine,
her çukurundan İspanya'nın
İspanya yükseliyor,
her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor,
gören bir tüfek,
kurşunlar doğuyor her cinayetten,
o kurşunlar günün birinde
on ikisinden vuracak yüreğinizi.
Soracaksınız: Şiiri neden
düşleri anlatmıyor, yaprakları
ve büyük yanardağlarını anayurdunun?
Gelin görün kanı sokaklardaki.
Gelin görü
kanı sokaklardaki.
Gelin görün kanı
sokaklardaki.