|
Ayışığı Harold Pinter 2005 Nobel Edebiyat Ödülü |
|
||
TOPLANTI
TARİHİ :
8.2.2006 |
Sanat, Gerçeklik ve Politika Harold Pinter Nobel Konuşması http://www.tiyatroevi.com 1958 yılında aşağıdaki şu sözleri yazmıştım: “Gerçek ile gerçek olmayan ya da doğru ile yanlış arasında kesin ayırımlar yoktur. Bir şeyin mutlaka doğru veya yanlış olması gerekmez, o şey hem doğru hem yanlış olabilir.” Bu iddialarımın hala geçerli olduğu ve gerçeğin sanat yoluyla araştırılabilir olduğu kanısındayım. Bu nedenle, onları bir yazar olarak savunurum, ama bir yurttaş olarak savunamam. Yurttaş olarak, ne doğru, ne yanlıştır sorgulamak zorundayım. Tiyatro sanatında gerçekliğin bulunması sonsuza dek zor olacaktır. Hiçbir zaman tam olarak bulunamasa da araştırılması zorunludur. Bu araştırma insanı çaba göstermeye sevk eder. Araştırma sizin görevinizdir. Çoğunlukla karanlıkta gerçeğe takılıp düşersiniz, onunla çarpışırsınız, yada kendi yaratımınız olduğunu bilmeksizin sadece gerçeğe benzer görünen bir imge yahut biçim gözünüze ilişir. Fakat aslolan gerçeklik şudur ki dramatik sanatta tek bir doğru vardır. Gerçekte ise çoktur. Bu doğrular birbirlerine meydan okur, birbirlerinden ürker, birbirlerini yansıtır, birbirlerini önemsemez, birbirlerini kızdırır ve birbirlerini görmezden gelirler. Bazen ilk anda doğrunun avucunuzun içinde olduğunu sanırsınız, fakat sonra o parmaklarınızın arasından kayar, kaybolur gider. Oyunlarımı ne şekilde oluşturduğum sıkça sorulan bir sorudur. Cevap veremem. Oyunlarımda nelerin olup bittiğini söylemek dışında onları özetleyemem bile. Bu, oyunlarımın söylediğidir. Bu, oyunlarımın yaptığıdır. Oyunlarımın çoğu bir cümleden, bir sözcükten, bir imgeden doğmuştur. Saptanmış bir sözcüğü genellikle hemen ardından bir imge takip eder. Aklıma beklenmedik bir anda gelen bir şey, ardından bir imge.. Şimdi bununla ilgili size iki örnek vermek istiyorum. Oyunlar: The Homecoming (Dönüş) ve Old Times (Eski Zamanlar). The Homecoming (Dönüş)’in ilk cümlesi “Makası ne yaptın?” ‘dır. Old Times (Eski Zamanlar)’ın ilk kelimesi ise ‘Karanlık’. Her iki durumda da başka hiçbir şey yoktu aklımda. İlkinde birisi gözle görülür biçimde bir makas arıyor ve bir başkasının çaldığını düşündüğü makasın yerini soruyordu. Fakat ben her nasılsa onun kastettiği kişinin ne makasla ne makası arayan kişiyle ne de bu meseleyle ilgisinin olmadığını biliyordum. Bir insanın saçlarının ,bir kadının saçlarının tarifi olarak kullandığım ’koyu’ kelimesi bir sorunun cevabıydı. Her durumda kendi kendimi sorunun peşine düşmeye zorladım. Bunun bir görselliği vardı, karanlıktan aydınlığa doğru yavaşça uçup gitti. Bir oyuna her zaman karakterleri A, B, ve C şeklinde adlandırarak başlarım. “Dönüş” (The Homecoming) oyununda sade bir odaya giren bir adam gördüm ve bu adam göze hoş görünmeyen bir kanepede oturmuş yarış gazetesi okuyan daha genç birine sorusunu sordu. Her nasılsa A kişisinin baba, B kişisininse onun oğlu olduğundan şüphelendim, fakat buna dair hiçbir delilim yoktu. Bununla birlikte B kişisi (daha sonra Lenny olan) A kişisine (daha sonra Max olan): “Babacığım, konuyu değiştirebilir miyiz? Sana bir şey sormak istiyorum. Şu önceleri yediğimiz akşam yemeğinin adı neydi? Ona ne diyorsunuz? Neden bir köpek satın almıyorsun? Sen bir köpek aşçısısın. Dürüst ol. Bence köpekler için yemek pişirdiğini düşünüyorsun.” dedikten hemen sonra şüphelerimde haklı çıktım. Böylelikle B kişisi A kişisini “Babacığım!” diye çağırdığına göre onların baba ve oğul olduğunu varsaymak mantıklı olacaktı. A kişisi açıkça görülüyor ki aşçıydı ve aşçılığı pek de takdir edilmiyordu. Bu durum evde anne olmadığı anlamına mı geliyordu… Bilmiyordum. Fakat o zamanlar da kendi kendime söylediğim gibi başlangıçlarımız hiçbir koşulda bitişlerimizi bilmiyor. “Koyu” . Geniş bir pencere. Akşam vakti gökyüzü. A kişisi bir adam (daha sonra Deeley olacak) ve B kişisi bir kadın (daha sonra Kate olacak) içkileriyle oturmaktadırlar. Adam sorar: “Şişman ya da zayıf?” Kim hakkında konuşuyor olabilirler? Fakat hemen sonrasında şunu görüyorum: pencerede bir kadın, C kişisi (daha sonra Anna olacak), başka bir ışıkta, arkası diğerlerine dönük, saçları koyu. Garip bir andır, henüz varolmayan, varlığı o ana kalmış karakterleri yaratma anı. Bazen durdurulamaz bir çığ olabilmesine rağmen, ardı sıra gelen eğreti, belirsiz, hatta sanrısaldır. Yazarın durumu ise tuhaftır. Bir bakıma karakterler tarafından hoş karşılanmaz. Karakterler ona direnir, onlarla yaşamak güçtür, onları tanımlamak imkansızdır. Onlara emir veremezsiniz. Belli bir yere kadar karakterlerle sonu olmayan bir oyun oynarsınız, kedi fare oyunu, körebe, saklambaç gibi. Fakat sonunda ellerinizde kanlı canlı insanlara dönüştüklerini göreceksiniz, iradeleri ve kendilerine ait bireysel duyarlılıkları olan insanlar, değiştiremeyeceğiniz, kendi amaçlarınıza uygun olarak kullanamayacağınız, biçimini bozamayacağınız parçalardan oluşan insanlar. Bu yüzden sanatta dil anlaşılması oldukça güç bir handikap olarak kalır, kaygan kumlar, tramplen, yazarın bir gün altına sızmasına izin verebilecek donmuş bir havuz... Fakat daha önce de belirttiğim üzere doğruyu aramak asla bitmez. Doğruyu aramak yarına bırakılamaz, ertelenemez. Onunla yüzleşmek zorundasınız, tam karşınızda, hemen oracıkta. Politik tiyatro tamamiyle farklı bir problemler yumağı ortaya çıkarır. Her ne pahasına olursa olsun nutuk çekmekten kaçınılması gerekir. Objektiflik esastır. Karakterler kendi atmosferlerini solumalıdır. Yazar kendi kişisel beğenisini, eğilimlerini veya ön yargılarını tatmin etmek için onları sınırlayamaz ve bastıramaz. Karakterlere değişik açılardan, tam, kendini kısıtlamayan bir perspektifle yaklaşmaya hazır olmalıdır, yazar onları gafil avlamalı, fakat yine de onlara hiçbir zaman istedikleri yere gitme özgürlüğünü vermemelidir. Bu her zaman işe yarar bir yöntem değildir. Ve elbette politik bir taşlama bu prensiplerin hiçbirine sadık kalmaz, gerçekte tam tersini, kendine yakışanı yapar. The Birthday Party (Doğum Günü Partisi) oyunumda son olarak bir yönetim şekline odaklanmadan önce denenebilecek bir dizi seçenek ortaya koyduğumu düşünüyorum. >Mountain Language (Dağ Dili) bir dolu yönetim seçeneği barındırmıyormuş gibi görünür. Kaba, kısa ve çirkin kalır. Fakat oyundaki askerler bununla çok eğlenirler. İçlerinden biri bazen işkencecilerin çabuk sıkıldığını unutuverir. Küçük de olsa ruhlarını şenlendirecek bir kahkahaya ihtiyaç duyarlar. Bu durum elbette Bağdat’taki Ebu Garip Olayları ile doğrulanmış oldu. Dağ Dili yalnızca 20 dakika sürüyor, fakat saatlerce de devam edebilir, durmaksızın, aynı örnek tekrar üstüne tekrar edebilir, tekrar üstüne tekrar, saatler ve saatler boyunca. Öte yandan Ashes To Ashes (Külden Küle) su altında geçiyormuş etkisi uyandırır. Boğulan bir kadın, dalgaların içinden yardım isteyen eli, gözden ırağa düşmüş, suyun altında ve üstünde diğerlerini arıyor, fakat kimseyi bulabildiği de yok, bulduğu sadece gölgeler, yansımalar, suda yüzen şeyler. Boğulan manzarada kaybolan bir figür, sadece başkalarına aitmiş gibi görünen kör talihinden kaçamayan bir kadın. Fakat diğerlerinin öldüğü gibi, kadın da ölmelidir. Politikacıların kullandığı dil bu alanda verdiğimiz örneklerin hiç birisine girmez, çünkü, gördüğümüz kadarıyla politikacıların çoğu gerçekle ilgilenmez, iktidarla ve o iktidarı korumakla ilgilenir. O iktidarı sürdürmek için halkın hakikatten, hatta bizzat kendi hayatlarına ait hakikatlerden yoksun bırakılması özellikle önem taşır. Şu halde, etrafımız çepeçevre yalanlarla çevrilmiştir ve biz yalanla beslenmekteyiz. Buradaki herkes gayet iyi biliyor ki, Irak’ın işgal edilmesinin mazereti Saddam Hüseyin’in son derece tehlikeli bir kitle imha silahları kitlesine sahip olduğu, bunlardan bazılarının 45 dakika içinde ateşlenebilecekleri ve korkunç yıkımlara yol açabilecekleri şeklindeydi. Bize bunun gerçek olduğu söylendi. Ama değildi. Irak’ın El Kaide’yle ve 11 Eylül 2001 saldırılarıyla ilişkili olduğu dile getirildi. Bunun da gerçek olduğu söylendi. Ama değildi. Irak’ın dünya güvenliğini tehdit ettiği söylendi. O da doğru değildi. Bu konuda gerçek tamamen başka bir şeydir. Gerçek denilen şey ABD’nin dünyadaki kendi rolünden ne anladığı ve onu nasıl gerçekleştirdiğidir. Günümüze gelmeden önce yakın geçmişe bir göz atmak ve Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı bitiminden bu yana izlediği dış politikaya değinmek istiyorum. O döneme ait gerçeklere parmak basmak için bunu yapmak zorunda olduğumu hissettiğimden, biraz zamanınızı alacağım. Herkes savaş sonrası dönemde Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da ne olduğunu biliyor: O döneme ait vahşet, yaygın çirkinlikler ve bağımsız düşüncenin acımasızca bastırılması yeterince belgelendi, doğrulandı. Gelgelelim, aynı dönem içinde ABD’nin işlediği suçlar sadece yüzeysel olarak not edildi, doğru dürüst belgelenmedi ve suç olarak tanımlanmadı. Mevcut koşullarda bunların üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum. Sovyetler Birliği’nin varlığı nedeniyle bir ölçüde kısıtlanmış olmakla birlikte, ABD gene de her istediğini yapabilmişti. Bununla birlikte, hükümran bir devletin topraklarının doğrudan doğruya istila edilmesi ABD’nin öncelikli tercihi değildi. ABD evvel emirde “düşük yoğunluklu çatışma”yı yeğlerdi. Düşük yoğunluklu çatışma demek doğrudan savaşta attığınız bombayla insanları toplu halde öldürürken, onun yerine, aynı miktardaki insanı yavaş yavaş öldürmek demektir. O ülkeye ta kalbinden hastalık bulaştırmak ve için için ilerlemesini, sonunda kangrene dönüşmesini beklemektir. Ülke halkına bir kez boyun eğdirildi mi –veya halk aynı şey olan ölümcül bir yenilgiye uğratıldı mı—artık sizin dostlarınız, askerler ve büyük şirketler rahat rahat iktidarda oturabilirler, siz de kameraların önüne geçip demokrasinin galip geldiğini söyleyebilirsiniz. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yaygın politikası işte böyleydi. Nikaragua’da yaşanan trajedi bu dediğimin hayli tipik bir örneğidir. ABD’nin dünyada o zamanki ve şimdiki rolünü göstermek için bu örneği anmak istiyorum. 1980’lerin sonunda Amerikan elçiliğinin Londra’daki bir toplantısında hazır bulundum. Amerika Birleşik Devletleri kongresinde Nikaragua devletine karşı kampanyalar yapan Kontra’lar için daha fazla para verip vermemek konusunda karar verilmek üzereydi. Delegasyon üyesiydim ve Nikaragua lehine bir konuşma yapmıştım ama bu delegasyonun en önemli üyesi Peder John Metcalf idi. Amerikan heyetinin başkanı Raymond Seitz (sonra elçiliğin ikinci adamı, daha sonra da elçinin kendisi) . Peder Metcalf: “Efendim, ben Nikaragua’nın kuzeyinde bir bölgede görevliyim. Müritlerim bir okul, sağlık merkezi ve bir kültür merkezi inşa ettiler. Barış içinde yaşıyorduk. Bir kaç ay önce Kontra güçleri bizim bölgeye saldırdılar. Herşeyi mahvettiler: Okulu, sağlık merkezini, kültür merkezini. Hemşire ve öğretmenlere tecavüz ettiler, doktorları en vahşi şekilde katlettiler. Dehşet saçtılar. Lütfen Amerikan hükümetinin bu vahşi terörist faaliyetleri desteklemesinden vazgeçmesini sağlayın.” Raymond Seitz’ın aklı başında, güvenilir ve yüksek kültürlü olarak çok iyi bir namı vardır. Diplomatik çevrelerde de önemli bir saygınlığı vardır. Önce dinledi, ara verdi ve sonra oldukça ciddi bir şekilde: “Peder, size bir şey söylememe izin verin.” Savaşta her zaman suçsuz insanlar acı çekerler.” Buz gibi bir sessizlik oldu. Biz gözümüzü ona dikip bakıyorduk, o ise geri çekilmedi. Suçsuz insanlar gerçekten her zaman acı çeker. Sonunda birisi: “Bu seferki suçsuz insanlar ama daha önce de pek çok örnekte görüldüğü gibi sizin hükümetinizin desteklediği ürkütücü zulmün kurbanlarıdır. Eğer kongrede Kontra’lara daha fazla para sağlanması konusunda bir karar çıkarsa bu zulüm devam edecektir. Bu böyle değil mi? Hükümetiniz canileri desteklemek ve bağımsız bir devletin yurttaşlarını yok etmekle suçlu duruma düşmüyor mu?” Seitz son derece sakindi. “Sunulan bilgilerin iddialarınızı desteklediğini kabul etmiyorum.” dedi. Elçilikten çıkarken bir Amerikan destekçisi oyunlarımdan hoşlandığını söyledi. Ben cevap vermedim. Başkan Reagan’ın aşağıdaki şu sözü söylediğini size hatırlatmakta fayda var: “Kontra’lar bizi destekleyen pederlerimizle ahlaken eşdeğerdir.” ABD acımasız Somoza diktatörlüğünü 40 yıldan fazla süreyle destekledi. Nikaragua halkı Sandinistaların liderliğinde 1979’da bu rejimi yıktı ve eşsiz bir halk devrimini gerçekleştirdi. Sandinistalar elbette mükemmel değillerdi, kibirliydiler ve siyasi anlayışlarında birçok çelişkili öğeyi barındırıyorlardı. Ama zekiydiler, akıllıydılar ve uygardılar. İstikrarlı, dürüst ve çoğulcu bir toplum oluşturmak istiyorlardı. Ölüm cezası kaldırıldı. Yoksulluk içindeki yüz binlerce köylü ölümden kurtarılıp hayata kazanıldı. 100 bin aile topraklandırıldı. İki bin okul inşa edildi. Oldukça önemli bir okumayazma seferberliği yürütüldü, okumayazma bilmeyenlerin oranı yedide bire düşürüldü. Parasız eğitim ve parasız sağlık hizmetleri gerçekleştirildi. Çocuk ölümleri üçte bir azaltıldı. Çocuk felcinin kökü kazındı. ABD bütün bu başarıları MarksistLeninist bölücülük olarak niteledi. ABD hükümetine göre orada tehlikeli bir örnek sergileniyordu. Nikaragua’da sosyal ve ekonomik adaletin kurulmasına izin verildiği, sağlık ve eğitim hizmetleri düzeyinin yükselmesine göz yumulduğu, sosyal birlik ve ulusal onur yükseldiği takdirde komşu ülkeler aynı soruları sormak isteyecek, aynı şeyi yapmaya kalkacaklardı. Aynı zamanda El Salvadorda’da statükonun korunması için yönetime karşı şiddetli bir karşı koyuş da söz konusuydu. Biraz önce dört bir yanımızdan çepeçevre yalanlarla kuşatılmış olduğumuzu söylemiştim, ABD Başkanı Reagan Nikaragua’yı “totaliter bir zindan” diye niteliyordu. Bu söz medya ve Britanya hükümeti tarafından isabetli ve haklı bir tanımlama olarak benimsenmekteydi. Ama Sandinista hükümetinde ölüm mangalarına dair hiç bir emare yoktu. İşkence kayıtları yoktu. Sistemli veya resmi bir askeri kötü muamele yoktu. Nikaragua’da rahip öldürmemişti. Tersine, ikisi Cizvit biri de Maryknoll misyonerlerinden olmak üzere üç din adamı kabinede yer almaktaydı. Doğrusu istenirse, asıl totaliter zindan komşu El Salvador ve Guatemala’daydı. ABD Guatemala’da 1954’te seçimle işbaşına gelen hükümeti devirmiş ve kurulan askeri diktatörlük altında 200.000 insan öldürülmüştü.
ABD’de
Georgia’daki Fort Benin askeri üssünde eğitilmiş Alcati Alayının bir taburu
1989’da San Salvador’da Orta Amerika Üniversitesinde dünyaca tanınmış altı
Cizvit rahibini öldürdü. Son derece yürekli bir insan olmakla tanınan Başpiskopos
Romero ayin sırasında suikaste kurban gitti. Tahminen 75 bin kişi öldürüldü.
Bu insanlar niçin öldürüldüler? Öldürüldüler, çünkü daha iyi bir yaşamın
mümkün olduğuna ve bunu başarabileceklerine inanmışlardı. Ne var ki, bu politika Orta Amerika’yla sınırlı değildir. Tüm dünyada uygulanmaktadır. Sonu gelmeyen bir politikadır. Ve sanki hiç bir şey olmamışmış gibi yürütülmektedir. ABD İkinci Dünya Savaşının sonunda ve sonrasında hemen her sağcı askeri diktatörlüğü desteklemiştir. Endonezya, Yunanistan, Uruguay, Brezilya, Paraguay, Haiti, Türkiye, Filipinler, Guatemala, El Salvador ve tabi ki Şili. ABD’nin 1973’de Şili’de yol açtığı dehşet hiç bir zaman aklanamaz ve asla mazur görülemez. Bu ülkelerde yüz binlerce insan ölmüştür. Ama gerçekten ölmüşler midir? Bunlardan ABD dış politikası mı sorumludur? Bu sorunun yanıtı: Evet o ölümler vuku bulmuştur ve sorumlusu ABD dış politikasıdır. Ama siz bundan habersizsinizdir. Sanki onlar hiç olmamıştır. Sanki hiç bir şey olmamıştır. Onların hapsi vuku bulduğu halde, adeta hiç vuku bulmamışlar gibidir. Çünkü kimse bunlara aldırmamıştır. Onlar kimseyi ilgilendirmemiştir. ABD’nin suçları sistematik, sürekli, ahlâksızca ve acımasızca olmuştur, fakat pek az kimse onlardan söz etmiştir. Teslim etmelisiniz ki, ABD 'klinik vaka' denilecek ölçekte bir gücü dünya çapında kullanagelmiş ve bunu yaparken de alay edercesine “evrensel çıkarlar” maskaralığı için güç kullandığını ileri sürmüştür. Bu, parlak, zekice ve hayli başarılı bir hipnoz halidir. Sizi
temin ederim ki, şu sıralarda ABD en büyük gövde gösterisi içindedir. Zalim,
aldırmaz, tehditkâr ve acımasızdır, ama öyle olduğu kadar aynı zamanda çok
zekidir de. Tıpkı bir satıcı gibi satılacak en iyi malını, kendisine dönük
sevgisini pazarlar. Kazanan daima kendisidir. Bütün ABD başkanlarını dinleyin,
televizyon konuşmalarında “Amerikan halkı” derler ve örneğin şöyle konuşurlar:
“Amerikan halkına diyorum ki, şimdi dua etmenin ve Amerikan halkının haklarını
savunmanın zamanıdır ve Amerikan halkından başkanlarını Amerikan halkı adına
yapacağı işlerde desteklemelerini istiyorum.” Kitlelerin
katili ve savaş suçlusu ilan edilmeniz için daha ne kadar insan öldürmeniz
gerekir? Yüz bin mi? Bana kalırsa bu miktardan fazla insan öldürdünüz. Öyleyse,
Bush ve Blair Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne çıkarılmalıdırlar. Bush akıllı
davranmış ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesini imzalamamıştır. Eskaza
her hangi bir ABD’li asker ya da politikacı bu mahkemeyle sevkedilecek olsa,
Bush onu kurtarmak için deniz piyadelerini yollayacağı uyarısında bulunmuştur.
Blair ise sözleşmeyi onaylamış, Mahkemeyi tanımıştır, şu halde onun hakkında
kovuşturma başlatılabilir. Lazım olursa diye adresini verelim: Downing Sokağı
No.10 Londra.
|
Ölüm Yeni Bir Ufuk mu?
|
![]() |
1991'de ABD'deki Potomac Theatre tarafından
sahnelenen Dağ Dili'nden bir sahne. |
Harold Pinter'ın bir kitapta yer alan iki kısa oyunu Türkiye ile ilgili. Bir Tek Daha'yı Londra'da tanıştığı iki Türk kadının işkence karşısındaki duyarsızlığına kızarak yazan Pinter, Dağ Dili'nde de Kürtçe yasağını ele alır
21/10/2005 (225 defa okundu)
ATİLLA BİRKİYE (Arşivi)
Nobel'i çok geç de olsa (on altı buçuk yıl) 'tutturdum'. Bu nobel öyküsü
oldukça ilginç, hüzünlü ve trajikomik. NobelToto'lar da Harold Pinter'ın
adı pek geçmiyordu. Kimse bir oyun yazarına Nobel verileceğini tahmin etmiyordu.
Daha önce Referans'taki köşemde de yazmıştım. Son yıllarda içime en çok
sinen 'ödül' oldu, bu yılki. Kendi ana dilimde yazan bir yazar almışçasına
sevindim. Çünkü Harold Pinter'ın oyunlarıyla tanışıklığım çok eskilere gidiyor.
Doğum Günü Partisi, Gitgel Dolap (Türkçeye bu adla çevrilmişti) ilk okuduğum
yapıtlarıydı ve özellikle ikincisi beni çok etkilemişti.
Harold Pinter'ın oyunlarının yanı sıra düzyazı şiirleri ve bir de Cüce adlı
bir romanı var. Bu romanın telif hakkı AFA Yayınları'nca alınmış, çevrilmiş
ve basıma hazırlanmış ('çıktı'lardan okumuştum) ancak kitap olarak yayımlanamamıştı.
Pinter savaş karşıtı, insan hakları savunucusu, eylem içinde olan muhalif
bir aydın. Bilindiği gibi Arthur Miller ile 12 Eylül 'baskısını' incelemek
üzere 1985'te Türkiye'ye gelmişti. Pinter'ın Türkiye'yi de ilgilendiren
ile ilgili yazılan iki kısa oyunu vardır: Bir Tek DahaDağ Dili (One for
the Road, 1984; Mountain Language, 1988). Pinter'ın bu iki oyununun Türkçesini,
kurduğum ve o sıralar yönettiğim Kavram Yayınları'ndan Mart 1989'da ben
yayımlamıştım.
Ziyaretçi Odası
MAHPUS, oturmaktadır. YAŞLI KADIN da sepetiyle oturmaktadır. Arkasında,
GARDİYAN.
Sessizlik.
YAŞLI KADIN
Ekmek getirdim.
GARDİYAN, YAŞLI KADIN'ı sopayla dürter.
GARDİYAN
Yasak. Dil yasak.
YAŞLI KADIN, GARDİYAN'ın yüzüne bakar. GARDİYAN, dürter.
Yasak. (MAHPUS'a) Söyle, resmi dille konuşsun.
MAHPUS
Onu konuşamıyor.
Sessizlik.
Konuşmuyor o dili.
Sessizlik.
YAŞLI KADIN
Elma getirdim.
GARDİYAN, YAŞLI KADIN'ı dürterek bağırır.
GARDİYAN
Yasak! Yasak yasak yasak! Hey yarabbi! (MAHPUS'a) Ne söylediğimden anlamıyor
mu bu?
MAHPUS
Hayır.
GARDİYAN
Anlamıyor mu?
YAŞLI KADIN'ın üstüne eğilir.
Anlamıyor musun?
YAŞLI KADIN, GARDİYAN'a kafasını kaldırıp bakar.
MAHPUS
Yaşlı. Anlamıyor.
GARDİYAN
Kabahat kimin?
Güler.
Benim değil, herhalde, benden söylemesi. Bir şey daha diyeyim. Bir karım
var benim, üç de çocuk. Ama siz hepiniz boksunuz
Sessizlik.
MAHPUS
Bir karım var benim, üç de çocuk.
GARDİYAN
Neyin var?
Sessizlik.
Neyin var senin?
Sessizlik.
Ne dedin sen bana? Neyin var senin?
Sessizlik
Neyin var senin.
Telefon kolunu kaldırır, tek bir sayı çevirir.
Çavuş, Mavi Oda'dayım ben... evet... Rapor edeyim, dedim. Çavuş... Soytarının
bir var burada karşımda.
Işıklar yarıya iner. Kişiler donar.
Dış sesler:
YAŞLI KADIN'IN SESİ
Yavrun seni bekliyor.
MAHPUS'UN SESİ
Elini ısırmışlar.
YAŞLI KADIN'IN SESİ
Herkes seni bekliyor.
MAHPUS'UN SESİ
Anamın elini ısırmışlar.
YAŞLI KADIN'IN SESİ
Eve döndüğün zaman öyle bir karşılayacaklar ki seni. Bütün herkes seni bekliyor.
Herkes seni bekliyor. Herkes seni bekliyor görmek için.
Işıklar aydınlanır. ÇAVUŞ girer.
ÇAVUŞ
Nerede şu soytarı?
Işıklar kararır.
Dağ Dili'nin 2. Bölümü
Her şeyi anlatayım. Kent dışında yaşardım, Madrid dışında, çanlarla, saatlerle, ağaçlarla. Görülürdü oradan kurumuş yüzü Kastilya'nın meşin bir okyanus gibi.
Evime çiçekevi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı duvarlarından çünkü: güzel bir evdi köpekleriyle, çocuklarıyla. Hatırladın mı, Raul? Rafael, hatırladın mı? Hatırladın mı, Federico? yerin altında, hatırladın mı, balkonlarında o evin Haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına. Kardeşim, kardeşim! Her şey o kalın sesler, tezgâhların tuzu, kabarmış ekmekler çıkaran fırın ve heykelleriyle Argüelles pazarı kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde:
yağ akardı kaşıklara, ayakların, ellerin derin çarpıntısı sokaklarda büyürdü, metreler, litreler, temel ölçüsü yaşamın, balık yığınları,
rüzgâr gülünü bile şaşırtan soğuk güneşiyle kiremitler, patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı, domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga
“Bir sabah tutuştu bunların hepsi, bütün canlıları yutmak için bir sabah fışkırdı topraktan şenlik ateşleri, silah vardı artık, barut vardı artık, artık kan vardı.
Haydutlar geldi uçaklarıyla, yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar, takdisler dağıtan kara keşişleriyle haydutlar geldi gökyüzünden çocukları öldürmek için, çocuk kanı aktı sokaklarda düpedüz çocukların kanı aktı.
Çakalların bile tiksindiği çakallar, kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar, yılanları bile iğrendiren yılanlar!
Yüz yüze gelince bunlarla kanını gördüm İspanya'nın, kabarıyordu bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!
Hain generaller ölü evimi görün, bakın paramparça İspanya'ya: erimiş maden akıyor her evde çiçek yerine, her çukurundan İspanya'nın İspanya yükseliyor, her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor, gören bir tüfek, kurşunlar doğuyor her cinayetten, o kurşunlar günün birinde on ikisinden vuracak yüreğinizi.
Soracaksınız: Şiiri neden düşleri anlatmıyor, yaprakları ve büyük yanardağlarını anayurdunun?
Gelin görün kanı sokaklardaki. Gelin görü kanı sokaklardaki. Gelin görün kanı sokaklardaki.