Yahya Kemal'in divanı ve koltuğu
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=7207
Namık Kemal'i şair bile saymıyordu; Cenap
Şahabettin'de 'yenilik yok'tu. Fikret ise 'şiiri nesre tahvil etmekte'ydi.
Haşim? 'O da kim? Asıl çatışması Nâzım'laydı ama bununla asla yüzleşmek
istemedi
MAHMUT TEMİZYÜREK (Arşivi)
Nâzım Hikmet'in edebi doğum yeri Moskova, Yahya Kemal'inki Paris'tir.
Farklı zamanlarda iki kent, karşıt iki dünyanın başkenti olmuştu.
Türkçenin iki kurucu şairi, bu kentler dünya başkentleriyken oradaydılar.
Onlar yaşarken farklılıkları iyice derinleşmiş iki dünya yeni deneyimler
yaşıyordu. Biri kapitalist uygarlığının göz kamaştıran vitrini olmuştu,
öbürü yeni ve efendisiz sosyalist dünyanın perişan durumda ama yepyeni
çığlıklar içindeki doğumhanesi. Kentlerin bu özellikleri iki şairi
de derinden etkiledi. Yahya Kemal, Paris'in büyülü dünyasıyla kendi
uygarlığının anlamını yorumluyor, bu yorumda sonradan üstün çıkardığı
Osmanlı'ya bakış için yeni bir 'biz' arayışı ve yeni bir başlangıç
kurma arzusu taşıyordu. Nâzım, devrimin çoğul seslerinden yeni bir
şiirsel orkestra kurma heyecanıyla coşmuştu. Yahya Kemal'se Jean
Jaures'nin romantik sosyalist düşüncelerinde insanlık için bir gelecek
hayali kurdu bir dönem Paris'te. Batılı aydınlar gibi, insanlığın
kültürel köklerinin Eski Yunan'da olduğunu da düşündü bir dönem.
1903'ten 1912'ye kadar bu duygularla, Hugo'dan Baudelaire'e, Mallarme'den
Rimbaud'ya mırıldandığı dizelerle döndü durdu sokaklarında, meydanlarında,
kahvelerinde Paris'in. Albert Sorel'in dersliğinde düşündüğü tarih,
şiirsel tablosunu kendisinin yaptığı parlak sahnelerde kaldı. Sonunda
geçiş sancılarını pek iyi bilemediğimiz bir karara ulaştı: "Vatan
Osmanlı, Osmanlı bütün dünyamız."
Osmanlı'yı daha öncesinde Yahya Kemal'in tasarladığı gibi bir şiirsel
algıyla kimse yazmamıştı. Tutarlı bir bütünlük kurmak için epikten
sembole, ritmden müziğe her teknikten yararlandı. Osmanlı'yı daha
da daralttı, İstanbul yaptı; İstanbul'sa Boğaz, Üsküdar, Pera. Paris'ten
sılasına döndüğünde, onu bekleyen bir dünya ve asıl önemlisi bir
'anne' yoktu.
Asıl bunu başardı Yahya Kemal; vatan ile anneyi şiirde eşleştirdi.
Şiirindeki seste özdeşleştirdi, sesteki ahenkte, müzikte, zevkte.
Sescil, ağızcıl haz tutkusunda asla doyurulamayacak yitik bir anne
özlemi vardı. Özlem ile gerçekliğin uzlaşmaz bağındaki kahredici
keder ve kederin az çok yatışmış haliyle hüzün, şiirinin asıl rengi
oldu. Belli bir yeri, bir evi, sürekli bir konumu da olmadı hemen
hemen. İmparatorluğun bağrında biçimlenmiş olan, birçok farklı kültür
bileşimlerinden, karmaşık bir mozaikten oluşmuş olan 'Türk hançeresine
uygun bir ahenk' ve 'kolektif ses'i aramış, bunun Türkçede bir karşılığını
bulmuştu. Malazgirt'ten Çaldıran'a, Niğbolu'dan Mohaç'a atlar üstünde
akınlara çıkmış destan kahramanlığını yazmayı yeğledi. Şehsuvar
atalar, Beyatlı olmuştu; atlar şiire göçmüşler, atalar kayıp cennete.
Yıkılmış uygarlığının güzel günlerini, kültürler bileşimi görkemli
eserlerini içtenlikli bir yüceltişle yâd ederek, Cumhuriyet yeniliklerinin
bile kalkındıramadığı yaygın ruhsal çöküntüye şiiriyle direndi.
"Kâmildir o insan ki yaşar hâtıralarla" diyordu. Toplumda, bireylerde
zorlamayla alta itilmiş nostaljik benliğin kolektif sesini sunuyordu
şiirlerinde. 'Herkesin kullandığı kelimelerle' yazmayı yeğledi.
Bu kelimelere kazandırdığı yeni duyguyla ve bu ısrarlı poetikasıyla
çok geçmeden bir şiir evliyası olarak benimsendi, yüceltildi. Başka
bir konum aramasına gerek var mıydı?
'Köklü mazide bir âtiyim'
Yahya Kemal'in Osmanlı uygarlık ve fetih tarihini epikleştiren şiiri,
Cumhuriyetin dilini, kültürünü ve getirdiklerini yavan bulan yüzü
eskiye dönük aydınlar için de ruhsal bir sığınak, epik ağırlıklı
bir düşünsel dayanak olmuştu. Çok geçmeden kendisine sağlam bir
kök arayan Cumhuriyet aydını için de aynı sığınak işe yaradı: "Ne
harabî ne harabâtiyim/ Kökü mazide bir âtiyim". Yeni bir ulusal
kültür beklerken Yahya Kemal'in sunduğu ulusal gururla avundu okumuş
eski ve yeni kuşaklar. Milli Edebiyat'ın resmi şairlerinden daha
milli, daha yerli sayıldı. 1929'dan sonra belirgin biçimde ortaya
çıkan poetik-politik karşıtlığın da belli bir cephedeki temsilcisi
olmuştu. Çünkü aynı dönemde, burjuva devrimini durdurmayıp halk
devrimine dönüştürerek devam ettirmek isteyen ve efendisiz bir dünyayı
öneren Nâzım Hikmet, yeni bir poetikayla edebi ve toplumsal hayatı
sarsmış, dalgalandırmıştı. 1938'den 1963'e kadar hapiste ve sürgünde,
susturularak bastırıldı karşıtlığın şiirdeki temsilcisi. Yahya Kemal
'saf şiir'in görkemli örneği sayıldı, Nâzım Hikmet 'politik' şiirin.
Politik olanın ne kadar saf, saf olanın ne denli politik olduğu
sorulamadı hiç. Yahya Kemal 'saf şiiri'yle egemen sınıf şölenlerinin
baş tacıydı. Yaşarken efsane olmuştu ama Abdülhak Hamit gibi zorlama
bir efsane değil, gerçekliği, karşılığı olan bir efsane. Hamit'in
müritleri bile birkaç şiirine sığınarak yüceltebilirdi 'şairi âzam'ı.
Yahya Kemal'in her eserinde vardı bu hak edilmiş efsane öğesi. Her
dizesi mısraı berceste. Boş dizesi olmayan bu şairin şiirleri ezberlerdeydi,
dilden dile yayılıyordu.
Yaşarken kitabı olmadı. Dostları zorlasa da "henüz bitmedi, çalışıyorum"
diyordu. Bitmemişti de gerçekten; asla bitmeyecek bir iş yaptığını
ve asıl bitmemesinin daha iyi olacağını biliyordu. Çünkü, bir yas
duygusunun tesellisiyle avunmak, arada bir çıkan sağlam parçalarla
bu duyguyu geniş zamana yaymak kendisine ve herkese iyi geliyordu.
Aruz'u Türkçede canlandırıyor, heceye tek şiiriyle ('Ok') yeni bir
tat getiriyor, Fransız şiir kalıplarını yeni bir zevkle Türkleştiriyordu.
Yeni bir terkipti aslında yaptığı. 'Terkip'i Türklerin yaratıcılık
biçimi sayarak övmekteydi her fırsatta: Acem, Arap ve Rum'dan Türk
müziğini, mimarisini, yemeğini, dimağını vb. terkip etmiş olmaktı
Osmanlı uygarlığı. Bu düşünceleriyledir ki ırkçı olmadı, Turan'ı
da pek tutmadı, çabuk terk etti. Onu Osmanlı'ya başkaldıran Balkan
milli kurtuluşçularına hayranlığı milliyetçi yapmıştı asıl. Bilincindeki
'terkip' anlayışıyla yeni bir edebi zevk yaratmıştı gerçekten. Bu
zevkin uzantıları, geniş anlamda düşünceyi ayaklandıracak kadar
kışkırtıcı bir derinliğe ulaşmasa da (Almanya'da Goethe'nin yaşattığı
gibi) yeni bir zevk taşıyan güçlü bir yapısı vardı şiirinin. Bunu
başarırken iki parlak sanata tutundu: Divan şiirine (Eski Şiirin
Rüzgârı'na) ve Fransız klasiklerine. Bu ikisi arasında kurduğu güçlü
bağdı Yahya Kemal'i eşsiz ve erişilmez kılan. Bu bağ, kendisini
önceki her şairden farklılaştırmıştı.
Türk şiirini
ayaklandırdı
Öncekilerden ve sonrakilerden farklılaşması poetikasında önemli
bir olguydu. Namık Kemal'i şair bile saymıyor, "nutukçu Kemal Bey"
diyordu. Hamit'se, "lirizm var, epik tarafı da kuvvetli" ama "lisan
bakımından eskilerden ileri" değildi. Cenap Şahabettin'de "yenilik
yok"tu. Fikret ise "şiiri nesre tahvil etmekte"ydi. Haşim?" "O da
kim?" Asıl poetik çatışması Nâzım'laydı ama bu çatışmayla asla yüzleşmek
istemedi. Ahmet Haşim'in, "Türk şiirine "büyük bir orkestra getirdi"
diye alkışladığı Nâzım, onun için, çocukluğunda şiirlerine annesinin
aşkı hatırına "yardım ettiği" bir asi çocuktu.
Aslında zamansal bakımdan Tevfik Fikret'ten önce gelmesi gerekirken
ondan sonra gelmesi, ironik biçimde anakroniktir. Şunu kastediyorum:
Şiiri, düşüncesi, vatanı Osmanlı ve Osmanlı da tüm evren. Tevfik
Fikret bu dar sınırları "vatanım rûyi zemin" diyerek aşmış, evrensel
bir bakış getirmişti çok önce. Dünyanın sesini az çok duymuştu Fikret,
bunu aruzla deneyimlemiş ve tadı yeni etkisi devrimci şiirler yazmıştı.
Yahya Kemal eski şiirin rüzgârını yeni şiirin heyecanıyla buluşturdu.
Şeyh Galib'in bıraktığı Divan bayrağını da yüceltmeyi başarmasıyla
son Divan şairi sayılırken getirdiği yeniliklerle de Türk şiirini
ayaklandırdı. Neydi getirdiği yenilik?
Yahya Kemal'e sorulduğunda buna kısa bir yanıt vermekteydi: "Ahenk
dalgalanışları." Yani? "Mâna mısraın içinde bir ritm halinde geçiyor.
Böyle bir ritm, (...) yani mânayı ve şekli mükemmeliyet içinde tecelli
ettiren mısra. Berceste mısra işte kelimelerin terkibi cihetinden
mânaya uygun ahenk şartlarını dolduran mısradır." Bu sözün daha
veciz biçimde de söylemişti: "Mısra benim haysiyetimdir." Asıl yenilik
buradaydı, şiiri beyit ve manzumeden kurtarmış, mısraya güçlü bir
özerklik kazandırmıştı. Mısra onun, o da Türk şiirinin bir haysiyeti
oldu.
ERENKÖYÜ'NDE BAHAR
Cânan aramızda bir adındı,
Şîrin gibi hüsn ü âna unvan,
Bir sahile hem şerefti hem şan,
Çok kerre hayâlimizde cânan
Bir şi'ri hatırlatan kadındı.
Doğmuştu içimde tâ derinden
Yıldızları mâvi bir semânın;
Hazzıyla harâb idim edânın,
Hâlâ mütehayyilim sadânın
Gönlümde kalan akislerinden.
Mevsim iyi, kâinât iyiydi;
Yıldızlar o yanda, biz bu yanda,
Hulyâ gibi hoş geçen zamanda
Sandım ki güzelliğin cihanda
Bir saltanatın güzelliğiydi.
İstanbul'un öyledir bahârı;
Bir aşk oluverdi âşinâlık...
Aylarca hayâl içinde kaldık;
Zannımca Erenköyü'nde artık
Görmez felek öyle bir bahârı.
RİNDLERİN AKŞAMI
Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.
SİSTE SÖYLENİŞ
Birden kapandı birbiri ardınca perdeler...
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?
Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden
Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?
Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.
Bir devri lânetiyle boğan şairin Sis'i.
Vicdan ve rûh elemlerinin en zehirlisi.
Hulyâma bir eza gibi aksetti bir daha;
-Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua...
Hayır bu hâl uzun süremez, sen yakındasın;
Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.
Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl
Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl.
Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.
SESSİZ GEMİ
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.
|
|
YAHYA KEMAL BEYATLI
http://www.edebiyatogretmeni.net/yahya_kemal_beyatli.htm
2 Aralık 1884'te Üsküp’te doğdu. 1 Kasım 1958'de İstanbul'da yaşamını yitirdi.
Asıl ismi Ahmed Agâh. Üsküp Belediye Başkanı Nişli İbrahim Naci
Bey'in oğlu. Annesi Nakiye Hanım ise şair Lefkoşalı Galib'in yeğeni.
Çocukluk yılları Üsküp'teki şiirlerine de yansıyan Rakofça çiftliğinde
geçti. İlköğrenimini özel Mekteb-i Edep'te tamamladı. 1892'de Üsküp
İdadisi'ne girdi. Bir yandan da İshak Bey Camii Medresesi'nde Arapça
ve Farsça dersleri aldı. 1897'de ailesi Selanik'e taşındı. Annesinin
ölmesi, babasının tekrar evlenmesi yüzünden aile içinde çıkan sorunlar
nedeniyle Üsküp'e döndü. Tekrar Selanik'e gönderildi. 1902'de İstanbul'a
geldi. Vefa İdadisi'ne (lise) devam etti. Jön Türk olma hevesiyle
1903'te Paris'e kaçtı. Bir yıl kadar Meaux okuluna devam edip Fransızca
bilgisini geliştirdi. 1904'te siyasal bigiler yüksek okuluna girdi.
Jön Türkler'le ilişki kurdu. Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet,
Samipaşazade Sezai, Prens Şahabettin
gibi dönemin ünlü kişilerini tanıdı. Şefik Hüsnü ve
Abdülhak Şinasi Hisar'la arkadaşlık
kurdu. 1912'de İstanbul'a döndü.
1913'te Darüşşafaka'da edebiyat ve
tarih öğretmenliği yaptı. Medresetü'l-Vaizin'de
uygarlık tarihi dersi verdi. Mütarekeden sonra Âti, İleri, Tevhid-i
Efkâr, Hakimiyet-i Milliye
dergilerinde yazılar yazdı. Arkadaşlarıyla "Dergâh" dergisini
kurdu. Yazılarıyla Milli Mücadele'yi destekledi. 1922'de barış anlaşması
için Lozan'a giden kurulda danışman olarak yer aldı. 1923'te Urfa
milletvekili oldu. Cumhuriyet'in kurulmasından sonra Varşova ve
Madrid'de ortaelçisi olarak görevlendirildi. Daha sonra sırasıyla
Yozgat, Tekirdağ, 1943-1946'da da İstanbul milletvekili oldu. Halkevleri
Sanat Danışmanlığı yaptı. 1949'da Pakistan Büyükelçisi iken emekli
oldu. Yaşamının son yıllarını İstanbul'da Park Otel'de geçirdi.
Tutulduğu müzmin barsak kanamasının tedavisi için 1957'de Paris'e
gitti. Bir yıl sonra Cerrahpaşa Hastanesi'nde aynı hastalık nedeniyle
öldü.
Selanik yıllarında "Esrar" takma adıyla şiir yazmaya başladı. İstanbul'da
Tevfik Fikret ve
Cenap Şahabettin'in şiirleriyle
tanıştı. İrtika ve Mâlumât dergilerinde "Agâh Kemal" takma adıyla
Servet-i Fünun'u destekleyen şiirler
yazdı. Paris'te Fransız simgecilerinin
şiirlerine yakınlık duydu. Fransız
şiiriyle kurduğu yakınlık, Türk şiirine faklı bir açıyla bakmasını
sağladı. Türk şiiri ve Türkçe söz sanatlarını inceledi. "Mısra
haysiyetimdir" sözüyle şiirde dizenin bir iç uyumla, musiki cümlesi
halinde kusursuzlaştırılması gerektiğini anlatır. Şiirleriyle olduğu
kadar şiirle ilgili görüşleriyle de büyük yankı uyandırdı. Ona göre
divan şiiri "yığma" bir şiirdi. parçacılık ve belirsizlik üzerine
kuruluydu.
Tanzimat şairleri bu şiiri birleştirme
çabalarında yetersiz kalmıştı.
Servet-i Fünun'cular yapay ve yapmacık
bir dille yetinerek öze inememişlerdi. Oysa sanatçı kendi ulusunun
dilini bulmalıydı. Batı'dan edindiği yüksek beğeniyle, Batı şiirine
öykünmeyen yerli bir şiire yöneldi. Biçime ağırlık tanıdı. Esinlenmenin
yerine dil işçiliğini getirdi. Arka planında bir tarih bulunan şiirlerinde
imgeye de yer vermedi.
Dize çalışmasındaki titizliği "az
ve güç yazıyor" izlenimi uyandırdı. Yaşadığı sürede hiç kitap yayınlamaması
da bu izlenimi pekiştirdi. Karşıtları tarafından "esersiz
şair" olarak adlandırıldı. Hemen her kesimden eleştiriler aldı.
1918'de Yeni Mecmua'da yayınlanan ürünleriyle büyük ilgi uyandırdı.
Daha sonra Edebi Mecmua, Şair, Büyük Mecmua, Şair
Nedim, Yarın, İnci, Dergah gibi
dergilerdeki şiirleriyle kendini yol gösterici olarak kabul
ettirdi. Ölümünden sonra yayınlanan eserleri iki bölüm halinde değerlendirilir.
"Kendi Gök Kubbemiz" ve "Eski Şiirin Rüzgarıyla." Bu iki eser Yahya
Kemal'in baş yapıtlarını bir araya getirir. "Eski Şiirin Rüzgarıyla"daki
şiirlerden "Açık Deniz", "Itrî", Erenköyü'nde Bahar", "Nazar", "Ses",
"Çin Kâsesi", "Deniz Türküsü" şairin çok özel ürünleridir. Daha
çok Nedîm'den yola çıktığı bu şiirlerde, günlük yaşamın parıltısını
elden çıkardığı, dekadan bir girişimin aşırı incelikleri ve dil
yabancılaşmasıyla bir tür resim sanatına yöneldiği görülür. "Kendi
Gök Kubbemiz"deki şiirlerde ise temelde bir "aşk" ve "İstanbul"
şairi olarak görünür. "Vuslat" şiiriyle erotik temaları örselemeden
şiire getirir. Bir yandan da tarih tutusuyla dinci ve milliyetçi
bir görünüm kazanmaya başlar. "Süleymaniye'de Bayram Sabahı", "Ziyaret",
"Atik Valide'den İnen Sokakta" gibi şiirleri bu durumun örnekleridir.
Düzyazıları "Peyam"
gazetesinde yayınlanan yazılarıyla, "Çamlar Altında
Sohbetler"den oluşur. Bu yazılardan
bazıları "Süleyman Sadi" ya da "S.S" imzasını taşır. Ayrıca Büyük
Mecmua ve Dergah'ta
söyleşiler yaptı,
eleştiriler yazdı, bunları Hakimiyet-i Milliye gazetesinde sürdürdü.
Bitmemiş şiirlerinin bir bölümü 1976'da "Bitmemiş Şiirler" adıyla
yayınlandı.
İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe
yaşar
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=5377
Yahya Kemal'in 'Siyasî ve Edebî Portreler'ni
tarihsel kişiliklerin buluşması olarak nitelendirebiliriz. Ama bu
kitabın, yüzyılın başındaki ülkenin modernite ile geçmiş arasındaki
kültür çatışmasını yansıttığını da unutmamalıyız
SEMİH GÜMÜŞ (E-mektup
|
Arşivi)
Balkanların da düşmesiyle birlikte içten içe kaynaşan İstanbul'un
yaşadığı ruhsal bozgun sırasında müttefiklerin Çanakkale'ye başlattığı
saldırı, aydınların sabrını adamakıllı taşırmıştır. Anadolu'ya geçmeye
niyetlenen hükümet, İstanbul halkını, o güne dek politikanın yollarından
yürümedikleri için güvenilir kalmış aydınlara bırakmaya karar vermiştir.
Bundan öte bir akıl yoktur o anda; aslına bakılırsa, bu kadarı bile
İstanbul'un düşünme biçimindeki kıvraklığı gösterir.
Bu akla uygun bir grup aydın, Dahiliye Nazırı Talat Bey'in dolaylı
çabalarıyla Celâl Sahir'in evinde bir araya gelir, ama ancak bir
kurgu içinde toplanabilecek bu grupta kimlerin olduğunu öğrenmek
bile yeterince şaşırtıcıdır. Yusuf Akçura ve Hâlide Edip Hanım'ın
Yahya Kemal'i de çağırdıkları toplantıda Hamdullah Suphi, Ziya Gökalp,
Köprülüzade Fuad, Celâl Sahir, Halim Sabit, Hüseyinzade Ali, Doktor
Adnan, Mehmet Ali Tevfik, Ömer Seyfettin vardır ki, bu düzeydeki
bunca kişinin buluşması bile tarihin kendi kendine bir sayfa açmasına
neden olur. Anadolu'ya geçmek ya da İstanbul'da kalmak, İstanbul'da
başgösterecek azınlık ayaklanmalarına karşı ne yapılacağı gibi önemli
konuların görüşüldüğü ikinci bir gizli toplantı daha yapılır, ama
başlıca iki hizbe ayrılan görüşler yüzünden bir sonuca ulaşmakta
güçlük çekilir...
Yüzü geleceğe dönük
aydın
Siyasî ve Edebî Portreler buna benzer tanıklıkların anlatıldığı
yazılarla doludur ki, anlatanın Yahya Kemal olması yazılanların
anlamını çoğaltır. Bu açıdan bakıldığında, Yahya Kemal'i anlamak,
tarihsel olanı hem hayatın, hem edebiyatın içinde elinde tutabilmek
demektir. Onu belli kalıplara sığıdırmaya kalkışmaksa, bir dönemle
ilgili ne çok şey bilmediğimizi gösterir ve bu çaresizlik ilkin
iç barışımızı bozmaya başlar. Sonunda biz buradan onlara bakmayı
öğrendiysek, kendi çabamızla. Oysa Yahya Kemal, Türk kültürü'nün
aynı eksikliği yüzyılın başında yaşadığını fark ettiğinde, kendinden
sonra geleceklere anlatmaya da başlamıştı.
Siyasî ve Edebî Portreler, yazarının yaşadığı günlerin ilginç ve
önemli kişiliklerini meraklılarına anlatan yazılar olarak yazılmışken,
tarihselci bakış açısı nedeniyle, dönemini etkileyici saptamalarla
yansıtan bir belge gibidir bugün. Yahya Kemal, anlattığı sıra dışı
kişiliklerin davranışlarıyla birlikte düşünme biçimlerini benzersiz
gözlemlerle yansıtırken, değişmek zorunda bulunan bir tarihin içinde
yaşadığını biliyor, ısrarla istiyordu o değişimi.
O aralarda Türklük bilinci'nin aşırı örnekleriyle da yan yana düşen
Yahya Kemal, parlak zekâsıyla etkin grupların gelecekten kopuk eylemli
düşüncesi olarak Türklüğü yadsımış, ulus olma bilincine bağlanmıştı.
Osmanlının dil, düşünce ve hayat hamuruyla yetinmek yerine, Cumhuriyet'ten
önce de güçlü ipuçlarını sezdiği yeniden doğuşun organik bireşimini
sorguluyordu. Siyasî ve Edebî Portreler'de dönemin bugün de bildiğimiz,
merak ettiğimiz kişiliklerini, yüzü geleceğe dönük bir aydının Batılılaşma
duygularıyla gözlemlediği görülüyor. Yahya Kemal siyasal bir dünya
kurmuyor, yaşadıklarından süzülmüş gözlemlerle yeni bir hayat anlayışının
savunusunu yapıyor. Yaşadığı dönemin geçmişiyle geleceği arasında
bir yerde, geleneksel olana elini uzatırken modern olana doğru yürümeyi
nasıl sürdürmüş ve o yoldan yeni bir çığır açılmasına katkıda bulunmuşsa,
anlattığı kişileri de hep bu gözle değerlendirmiştir.
"Şark âleminden kafamı o çıkarmıştı," diye anlattığı Tevfik Fikret'in
kendindeki büyük etkisinden söz eder, ama Fikret'in Yahya Kemal
ve Yakup Kadri'yi Havza adında bir dergiyi birlikte çıkarmaları
için bir araya gelmeye zorladığı Cenap Şahabettin ve Rıza Tevfik'le
tartıştıktan sonra şöyle de düşünür: "Bizim yıkmak istediğimiz zevk
ve fikirler işte bunların zevki ve fikirleridir, halbuki onlarla
anlaşmaya gelmişiz!" Bu sözler, zamanın büyüğü olarak saygı duyduğu,
ama olduğu yerde kalmaya mahkûm bulunduğunu sezdiği Fikret'e de
dolaylıca söylenmiştir.
Portreler'e bakarak, Yahya Kemal'in belki de en çok Ziya Gökalp
ile ilişkisinde burukluk yaşandığı söylenebilir. Ziya Gökalp ile
ilgili satırlarında, belki aynı yazgıyı paylaşmak isteyebileceği
dostunda kendi modernliğini görememenin sızını sezdirir. Yahya Kemal
Paris'teki günlerinden sonra, "hayalini Türkçülüğe ilk kaptıran
her Türk'ün gördüğü Turan rüyasından uyanmıştım," sözleriyle kendindeki
yenilenmeyi anlatır. Oysa Ziya Gökalp, Türkçülük idealleriyle "ilme
zincirlemiş", bu yüzden "hayata, tabiata, havaiyata dair, dereden
depeden konuşmak nedir bilmiyordu". Yahya Kemal'in Ziya Gökalp'i
Türkçülük dogmaları içinde olup hayattan kopuk görmesinde modernite
ile geçmişte kalmak arasındaki çelişkiye dayandığı görülüyor. Üstelik
Ziya Gökalp tarafından,
Harâbisin harâbâti değilsin!
Gözün mâzidedir âti değilsin!
sözleriyle suçlanınca da, tam bizim kendisini gördüğümüz gibi tanımlar
kendini:
Ne harâbi ne harâbâtiyim,
Kökü mâzide olan âtiyim
Siyasî ve Edebî Portreler, anlattığı kişiliklerin dünyalarından
sabırsızca okunacak bilgiler taşırken, Yahya Kemal'in uygarlık,
geçmiş, gelecek ve modernite üstüne tutkulu düşüncelerini de parça
parça birbirine bağlar. Sonunda kendi boyutlarının ötesinde bir
sorgulama düzeyi yarattığını belirtmek gerekir ki, bu küçük kitap
o dönemi anlamak isteyenlerin ilgi alanından çıkmasın. Ziya Gökalp'e
dönersek, dönemin aydınları arasında aklı ve bilgisiyle epeyce öne
çıkmış, ama saplantıları yüzünden düşünceleri gerçeklik kazanamamış,
anlamlı karşılıklar bulamamış, beklentileri olmayan, yeni Türkiye'nin
ışığını görememiş, yalnızca millilik dogmasıyla sanat ve kültürün
yenilenemeyeceğini anlayamamış bir kişilikle karşılaşırız.
Yahya Kemal'in iki adı ötekilere göre daha sıkı ölçütlerle eleştirdiği
görülüyor ki, ilki Hâlide Edip Hanım, ikincisi Ali Kemal olan bu
iki etkin kişilik, yalnızca düşünceleriyle değil, davranış biçimleriyle
de Yahya Kemal'e uzak düşmüştür. Hâlide Edip'i hırsları, dostlarından
çok hükümet çevrelerine yakınlığı yüzünden kendine uzak bulan Yahya
Kemal, Ali Kemal'e gelince, anlatmaya değmez, ama bir ikinci örneği
de bulunmayacak kadar ilgi çekici ve karmaşık bir hayat sürmüş olan
bu benzersiz kişiliğe en uzun bölümü ayırmıştır.
Üstadın gözlemleri
Ali Kemal gösterişlidir ve anlaşıldığı kadarıyla kendi de "o Cambridge
talebesi hâli"nin epeyce farkındadır. "Kitap adamı"dır, okumayı
olduğu gibi, nadir kitap koleksiyonculuğunu da sever. Tarihi derinliğine
bilmez, şiiri bilir gibi durur. Paraya, kumara meraklı olduğu için
mi siyaseti kumar gibi oynamıştır, denirse, buna da peşinen olumsuz
yanıt verilemez. Hem de devletin en üst makamları arasında köşe
kapmaca oynar gibi fırdönmüş, yerlerinin aktörlerini yönetmeye kalkışmıştır.
Başyazarlık ettiği İkdam ve Peyam gibi etkili gazeteleri silah gibi
kullanıp İttihat ve Terakki'nin arkasına dolanmaya çalışınca yurtdışına
kaçmak zorunda kalmış, dönmüş, kaçmış, dönmüştür. Kuvayi Milliye'ye
ve Kurtuluş Savaşı'na karşı ateşle oynamıştı, ama Ali Kemal için
ateş de çocuk oyuncağı gibiydi. Bütün bu karmaşanın sonu da, Kurtuluş
Savaşı kazanıldıktan sonra yargılanmak için Ankara'ya götürülürken
İzmit'te linç edilmek oldu.
Siyasî ve Edebî Portreler'i elbette anlatılan tarihsel kişiliklerin
birbirinden ilginç hayatlarına bir üstadın gözlemleriyle tutulmuş
ışıklar altında okuyabilirsiniz, ama yüzyılın başındaki ülkenin
modernite ile geçmiş arasındaki kültür çatışması bağlamı daha da
derin ilgileri hak ediyor. Yahya Kemal'in şiirinin bugün daha çok
değer kazanmasının nedeni de, modernizmin parıltısının hâlâ göz
kamaştırıcı olması değil midir?
Ülkenin 1876'da kıvılcımlarını gördüğü modernitenin 1908'de ete
kemiğe bürünmeye başladığı görüldü görülmesine, ama toplumsal hayatın
onu yaşamaya uygun olmaması ve kültürün primitif uçlarında tutunulduğu
göz önünde tutulursa, yenilenmenin ancak düşünce adamlarının, onlardan
da önce şair ve yazarların yaratıcılığında yaşadığı görülecektir.
Hasan Bülent Kahraman, Yahya Kemal "modernist olmayı istemedi" der
ki, doğrudur; ama modernizmin ışığında yaşamayı seçmiş, bununla
önünü aydınlatmıştı.
|