YAHYA KEMAL BEYATLI
1884-1957
 


Anasayfaya
 

Eleştiri sayfasına

 


 

 
Yahya Kemal'in divanı ve koltuğu
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=7207
 
Yahya Kemal'in divanı ve koltuğu
Namık Kemal'i şair bile saymıyordu; Cenap Şahabettin'de 'yenilik yok'tu. Fikret ise 'şiiri nesre tahvil etmekte'ydi. Haşim? 'O da kim? Asıl çatışması Nâzım'laydı ama bununla asla yüzleşmek istemedi

 

MAHMUT TEMİZYÜREK (Arşivi)

Nâzım Hikmet'in edebi doğum yeri Moskova, Yahya Kemal'inki Paris'tir. Farklı zamanlarda iki kent, karşıt iki dünyanın başkenti olmuştu. Türkçenin iki kurucu şairi, bu kentler dünya başkentleriyken oradaydılar. Onlar yaşarken farklılıkları iyice derinleşmiş iki dünya yeni deneyimler yaşıyordu. Biri kapitalist uygarlığının göz kamaştıran vitrini olmuştu, öbürü yeni ve efendisiz sosyalist dünyanın perişan durumda ama yepyeni çığlıklar içindeki doğumhanesi. Kentlerin bu özellikleri iki şairi de derinden etkiledi. Yahya Kemal, Paris'in büyülü dünyasıyla kendi uygarlığının anlamını yorumluyor, bu yorumda sonradan üstün çıkardığı Osmanlı'ya bakış için yeni bir 'biz' arayışı ve yeni bir başlangıç kurma arzusu taşıyordu. Nâzım, devrimin çoğul seslerinden yeni bir şiirsel orkestra kurma heyecanıyla coşmuştu. Yahya Kemal'se Jean Jaures'nin romantik sosyalist düşüncelerinde insanlık için bir gelecek hayali kurdu bir dönem Paris'te. Batılı aydınlar gibi, insanlığın kültürel köklerinin Eski Yunan'da olduğunu da düşündü bir dönem. 1903'ten 1912'ye kadar bu duygularla, Hugo'dan Baudelaire'e, Mallarme'den Rimbaud'ya mırıldandığı dizelerle döndü durdu sokaklarında, meydanlarında, kahvelerinde Paris'in. Albert Sorel'in dersliğinde düşündüğü tarih, şiirsel tablosunu kendisinin yaptığı parlak sahnelerde kaldı. Sonunda geçiş sancılarını pek iyi bilemediğimiz bir karara ulaştı: "Vatan Osmanlı, Osmanlı bütün dünyamız."
Osmanlı'yı daha öncesinde Yahya Kemal'in tasarladığı gibi bir şiirsel algıyla kimse yazmamıştı. Tutarlı bir bütünlük kurmak için epikten sembole, ritmden müziğe her teknikten yararlandı. Osmanlı'yı daha da daralttı, İstanbul yaptı; İstanbul'sa Boğaz, Üsküdar, Pera. Paris'ten sılasına döndüğünde, onu bekleyen bir dünya ve asıl önemlisi bir 'anne' yoktu.
Asıl bunu başardı Yahya Kemal; vatan ile anneyi şiirde eşleştirdi. Şiirindeki seste özdeşleştirdi, sesteki ahenkte, müzikte, zevkte. Sescil, ağızcıl haz tutkusunda asla doyurulamayacak yitik bir anne özlemi vardı. Özlem ile gerçekliğin uzlaşmaz bağındaki kahredici keder ve kederin az çok yatışmış haliyle hüzün, şiirinin asıl rengi oldu. Belli bir yeri, bir evi, sürekli bir konumu da olmadı hemen hemen. İmparatorluğun bağrında biçimlenmiş olan, birçok farklı kültür bileşimlerinden, karmaşık bir mozaikten oluşmuş olan 'Türk hançeresine uygun bir ahenk' ve 'kolektif ses'i aramış, bunun Türkçede bir karşılığını bulmuştu. Malazgirt'ten Çaldıran'a, Niğbolu'dan Mohaç'a atlar üstünde akınlara çıkmış destan kahramanlığını yazmayı yeğledi. Şehsuvar atalar, Beyatlı olmuştu; atlar şiire göçmüşler, atalar kayıp cennete. Yıkılmış uygarlığının güzel günlerini, kültürler bileşimi görkemli eserlerini içtenlikli bir yüceltişle yâd ederek, Cumhuriyet yeniliklerinin bile kalkındıramadığı yaygın ruhsal çöküntüye şiiriyle direndi. "Kâmildir o insan ki yaşar hâtıralarla" diyordu. Toplumda, bireylerde zorlamayla alta itilmiş nostaljik benliğin kolektif sesini sunuyordu şiirlerinde. 'Herkesin kullandığı kelimelerle' yazmayı yeğledi. Bu kelimelere kazandırdığı yeni duyguyla ve bu ısrarlı poetikasıyla çok geçmeden bir şiir evliyası olarak benimsendi, yüceltildi. Başka bir konum aramasına gerek var mıydı?
 

'Köklü mazide bir âtiyim'
Yahya Kemal'in Osmanlı uygarlık ve fetih tarihini epikleştiren şiiri, Cumhuriyetin dilini, kültürünü ve getirdiklerini yavan bulan yüzü eskiye dönük aydınlar için de ruhsal bir sığınak, epik ağırlıklı bir düşünsel dayanak olmuştu. Çok geçmeden kendisine sağlam bir kök arayan Cumhuriyet aydını için de aynı sığınak işe yaradı: "Ne harabî ne harabâtiyim/ Kökü mazide bir âtiyim". Yeni bir ulusal kültür beklerken Yahya Kemal'in sunduğu ulusal gururla avundu okumuş eski ve yeni kuşaklar. Milli Edebiyat'ın resmi şairlerinden daha milli, daha yerli sayıldı. 1929'dan sonra belirgin biçimde ortaya çıkan poetik-politik karşıtlığın da belli bir cephedeki temsilcisi olmuştu. Çünkü aynı dönemde, burjuva devrimini durdurmayıp halk devrimine dönüştürerek devam ettirmek isteyen ve efendisiz bir dünyayı öneren Nâzım Hikmet, yeni bir poetikayla edebi ve toplumsal hayatı sarsmış, dalgalandırmıştı. 1938'den 1963'e kadar hapiste ve sürgünde, susturularak bastırıldı karşıtlığın şiirdeki temsilcisi. Yahya Kemal 'saf şiir'in görkemli örneği sayıldı, Nâzım Hikmet 'politik' şiirin. Politik olanın ne kadar saf, saf olanın ne denli politik olduğu sorulamadı hiç. Yahya Kemal 'saf şiiri'yle egemen sınıf şölenlerinin baş tacıydı. Yaşarken efsane olmuştu ama Abdülhak Hamit gibi zorlama bir efsane değil, gerçekliği, karşılığı olan bir efsane. Hamit'in müritleri bile birkaç şiirine sığınarak yüceltebilirdi 'şairi âzam'ı. Yahya Kemal'in her eserinde vardı bu hak edilmiş efsane öğesi. Her dizesi mısraı berceste. Boş dizesi olmayan bu şairin şiirleri ezberlerdeydi, dilden dile yayılıyordu.
Yaşarken kitabı olmadı. Dostları zorlasa da "henüz bitmedi, çalışıyorum" diyordu. Bitmemişti de gerçekten; asla bitmeyecek bir iş yaptığını ve asıl bitmemesinin daha iyi olacağını biliyordu. Çünkü, bir yas duygusunun tesellisiyle avunmak, arada bir çıkan sağlam parçalarla bu duyguyu geniş zamana yaymak kendisine ve herkese iyi geliyordu. Aruz'u Türkçede canlandırıyor, heceye tek şiiriyle ('Ok') yeni bir tat getiriyor, Fransız şiir kalıplarını yeni bir zevkle Türkleştiriyordu. Yeni bir terkipti aslında yaptığı. 'Terkip'i Türklerin yaratıcılık biçimi sayarak övmekteydi her fırsatta: Acem, Arap ve Rum'dan Türk müziğini, mimarisini, yemeğini, dimağını vb. terkip etmiş olmaktı Osmanlı uygarlığı. Bu düşünceleriyledir ki ırkçı olmadı, Turan'ı da pek tutmadı, çabuk terk etti. Onu Osmanlı'ya başkaldıran Balkan milli kurtuluşçularına hayranlığı milliyetçi yapmıştı asıl. Bilincindeki 'terkip' anlayışıyla yeni bir edebi zevk yaratmıştı gerçekten. Bu zevkin uzantıları, geniş anlamda düşünceyi ayaklandıracak kadar kışkırtıcı bir derinliğe ulaşmasa da (Almanya'da Goethe'nin yaşattığı gibi) yeni bir zevk taşıyan güçlü bir yapısı vardı şiirinin. Bunu başarırken iki parlak sanata tutundu: Divan şiirine (Eski Şiirin Rüzgârı'na) ve Fransız klasiklerine. Bu ikisi arasında kurduğu güçlü bağdı Yahya Kemal'i eşsiz ve erişilmez kılan. Bu bağ, kendisini önceki her şairden farklılaştırmıştı.
 

Türk şiirini ayaklandırdı
Öncekilerden ve sonrakilerden farklılaşması poetikasında önemli bir olguydu. Namık Kemal'i şair bile saymıyor, "nutukçu Kemal Bey" diyordu. Hamit'se, "lirizm var, epik tarafı da kuvvetli" ama "lisan bakımından eskilerden ileri" değildi. Cenap Şahabettin'de "yenilik yok"tu. Fikret ise "şiiri nesre tahvil etmekte"ydi. Haşim?" "O da kim?" Asıl poetik çatışması Nâzım'laydı ama bu çatışmayla asla yüzleşmek istemedi. Ahmet Haşim'in, "Türk şiirine "büyük bir orkestra getirdi" diye alkışladığı Nâzım, onun için, çocukluğunda şiirlerine annesinin aşkı hatırına "yardım ettiği" bir asi çocuktu.
Aslında zamansal bakımdan Tevfik Fikret'ten önce gelmesi gerekirken ondan sonra gelmesi, ironik biçimde anakroniktir. Şunu kastediyorum: Şiiri, düşüncesi, vatanı Osmanlı ve Osmanlı da tüm evren. Tevfik Fikret bu dar sınırları "vatanım rûyi zemin" diyerek aşmış, evrensel bir bakış getirmişti çok önce. Dünyanın sesini az çok duymuştu Fikret, bunu aruzla deneyimlemiş ve tadı yeni etkisi devrimci şiirler yazmıştı. Yahya Kemal eski şiirin rüzgârını yeni şiirin heyecanıyla buluşturdu. Şeyh Galib'in bıraktığı Divan bayrağını da yüceltmeyi başarmasıyla son Divan şairi sayılırken getirdiği yeniliklerle de Türk şiirini ayaklandırdı. Neydi getirdiği yenilik?
Yahya Kemal'e sorulduğunda buna kısa bir yanıt vermekteydi: "Ahenk dalgalanışları." Yani? "Mâna mısraın içinde bir ritm halinde geçiyor. Böyle bir ritm, (...) yani mânayı ve şekli mükemmeliyet içinde tecelli ettiren mısra. Berceste mısra işte kelimelerin terkibi cihetinden mânaya uygun ahenk şartlarını dolduran mısradır." Bu sözün daha veciz biçimde de söylemişti: "Mısra benim haysiyetimdir." Asıl yenilik buradaydı, şiiri beyit ve manzumeden kurtarmış, mısraya güçlü bir özerklik kazandırmıştı. Mısra onun, o da Türk şiirinin bir haysiyeti oldu.

ERENKÖYÜ'NDE BAHAR

Cânan aramızda bir adındı,
Şîrin gibi hüsn ü âna unvan,
Bir sahile hem şerefti hem şan,
Çok kerre hayâlimizde cânan
Bir şi'ri hatırlatan kadındı.

Doğmuştu içimde tâ derinden
Yıldızları mâvi bir semânın;
Hazzıyla harâb idim edânın,
Hâlâ mütehayyilim sadânın
Gönlümde kalan akislerinden.

Mevsim iyi, kâinât iyiydi;
Yıldızlar o yanda, biz bu yanda,
Hulyâ gibi hoş geçen zamanda
Sandım ki güzelliğin cihanda
Bir saltanatın güzelliğiydi.

İstanbul'un öyledir bahârı;
Bir aşk oluverdi âşinâlık...
Aylarca hayâl içinde kaldık;
Zannımca Erenköyü'nde artık
Görmez felek öyle bir bahârı.

RİNDLERİN AKŞAMI
  Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;
  Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
  Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
  Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
  Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
  Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
  Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
  Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
  Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
  Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.

SİSTE SÖYLENİŞ

Birden kapandı birbiri ardınca perdeler...
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?

Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden
Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?
    
Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.
    
Bir devri lânetiyle boğan şairin Sis'i.
Vicdan ve rûh elemlerinin en zehirlisi.
    
Hulyâma bir eza gibi aksetti bir daha;
-Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua...

Hayır bu hâl uzun süremez, sen yakındasın;
Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.
    
Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl
Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl.
    
Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.

SESSİZ GEMİ
  Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
  Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
  Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
  Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
  Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
  Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
  Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
  Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
  Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
  Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
  Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
  Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

 
 
YAHYA KEMAL BEYATLI
http://www.edebiyatogretmeni.net/yahya_kemal_beyatli.htm


 2 Aralık 1884'te Üsküp’te doğdu. 1 Kasım 1958'de İstanbul'da yaşamını yitirdi. Asıl ismi Ahmed Agâh. Üsküp Belediye Başkanı Nişli İbrahim Naci Bey'in oğlu. Annesi Nakiye Hanım ise şair Lefkoşalı Galib'in yeğeni. Çocukluk yılları Üsküp'teki şiirlerine de yansıyan Rakofça çiftliğinde geçti. İlköğrenimini özel Mekteb-i Edep'te tamamladı. 1892'de Üsküp İdadisi'ne girdi. Bir yandan da İshak Bey Camii Medresesi'nde Arapça ve Farsça dersleri aldı. 1897'de ailesi Selanik'e taşındı. Annesinin ölmesi, babasının tekrar evlenmesi yüzünden aile içinde çıkan sorunlar nedeniyle Üsküp'e döndü. Tekrar Selanik'e gönderildi. 1902'de İstanbul'a geldi. Vefa İdadisi'ne (lise) devam etti. Jön Türk olma hevesiyle 1903'te Paris'e kaçtı. Bir yıl kadar Meaux okuluna devam edip Fransızca bilgisini geliştirdi. 1904'te siyasal bigiler yüksek okuluna girdi. Jön Türkler'le ilişki kurdu. Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Samipaşazade Sezai, Prens Şahabettin gibi dönemin ünlü kişilerini tanıdı. Şefik Hüsnü ve Abdülhak Şinasi Hisar'la arkadaşlık kurdu. 1912'de İstanbul'a döndü.

1913'te Darüşşafaka'da edebiyat ve tarih öğretmenliği yaptı. Medresetü'l-Vaizin'de uygarlık tarihi dersi verdi. Mütarekeden sonra Âti, İleri, Tevhid-i Efkâr, Hakimiyet-i Milliye dergilerinde yazılar yazdı. Arkadaşlarıyla "Dergâh" dergisini kurdu. Yazılarıyla Milli Mücadele'yi destekledi. 1922'de barış anlaşması için Lozan'a giden kurulda danışman olarak yer aldı. 1923'te Urfa milletvekili oldu. Cumhuriyet'in kurulmasından sonra Varşova ve Madrid'de ortaelçisi olarak görevlendirildi. Daha sonra sırasıyla Yozgat, Tekirdağ, 1943-1946'da da İstanbul milletvekili oldu. Halkevleri Sanat Danışmanlığı yaptı. 1949'da Pakistan Büyükelçisi iken emekli oldu. Yaşamının son yıllarını İstanbul'da Park Otel'de geçirdi. Tutulduğu müzmin barsak kanamasının tedavisi için 1957'de Paris'e gitti. Bir yıl sonra Cerrahpaşa Hastanesi'nde aynı hastalık nedeniyle öldü.

Selanik yıllarında "Esrar" takma adıyla şiir yazmaya başladı. İstanbul'da Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin'in şiirleriyle tanıştı. İrtika ve Mâlumât dergilerinde "Agâh Kemal" takma adıyla Servet-i Fünun'u destekleyen şiirler yazdı. Paris'te Fransız simgecilerinin şiirlerine yakınlık duydu. Fransız şiiriyle kurduğu yakınlık, Türk şiirine faklı bir açıyla bakmasını sağladı. Türk şiiri ve Türkçe söz sanatlarını inceledi. "Mısra haysiyetimdir" sözüyle şiirde dizenin bir iç uyumla, musiki cümlesi halinde kusursuzlaştırılması gerektiğini anlatır. Şiirleriyle olduğu kadar şiirle ilgili görüşleriyle de büyük yankı uyandırdı. Ona göre divan şiiri "yığma" bir şiirdi. parçacılık ve belirsizlik üzerine kuruluydu. Tanzimat şairleri bu şiiri birleştirme çabalarında yetersiz kalmıştı. Servet-i Fünun'cular yapay ve yapmacık bir dille yetinerek öze inememişlerdi. Oysa sanatçı kendi ulusunun dilini bulmalıydı. Batı'dan edindiği yüksek beğeniyle, Batı şiirine öykünmeyen yerli bir şiire yöneldi. Biçime ağırlık tanıdı. Esinlenmenin yerine dil işçiliğini getirdi. Arka planında bir tarih bulunan şiirlerinde imgeye de yer vermedi. Dize çalışmasındaki titizliği "az ve güç yazıyor" izlenimi uyandırdı. Yaşadığı sürede hiç kitap yayınlamaması da bu izlenimi pekiştirdi. Karşıtları tarafından "esersiz şair" olarak adlandırıldı. Hemen her kesimden eleştiriler aldı.

1918'de Yeni Mecmua'da yayınlanan ürünleriyle büyük ilgi uyandırdı. Daha sonra Edebi Mecmua, Şair, Büyük Mecmua, Şair Nedim, Yarın, İnci, Dergah gibi dergilerdeki şiirleriyle kendini yol gösterici olarak kabul ettirdi. Ölümünden sonra yayınlanan eserleri iki bölüm halinde değerlendirilir. "Kendi Gök Kubbemiz" ve "Eski Şiirin Rüzgarıyla." Bu iki eser Yahya Kemal'in baş yapıtlarını bir araya getirir. "Eski Şiirin Rüzgarıyla"daki şiirlerden "Açık Deniz", "Itrî", Erenköyü'nde Bahar", "Nazar", "Ses", "Çin Kâsesi", "Deniz Türküsü" şairin çok özel ürünleridir. Daha çok Nedîm'den yola çıktığı bu şiirlerde, günlük yaşamın parıltısını elden çıkardığı, dekadan bir girişimin aşırı incelikleri ve dil yabancılaşmasıyla bir tür resim sanatına yöneldiği görülür. "Kendi Gök Kubbemiz"deki şiirlerde ise temelde bir "aşk" ve "İstanbul" şairi olarak görünür. "Vuslat" şiiriyle erotik temaları örselemeden şiire getirir. Bir yandan da tarih tutusuyla dinci ve milliyetçi bir görünüm kazanmaya başlar. "Süleymaniye'de Bayram Sabahı", "Ziyaret", "Atik Valide'den İnen Sokakta" gibi şiirleri bu durumun örnekleridir. Düzyazıları "Peyam" gazetesinde yayınlanan yazılarıyla, "Çamlar Altında Sohbetler"den oluşur. Bu yazılardan bazıları "Süleyman Sadi" ya da "S.S" imzasını taşır. Ayrıca Büyük Mecmua ve Dergah'ta söyleşiler yaptı, eleştiriler yazdı, bunları Hakimiyet-i Milliye gazetesinde sürdürdü. Bitmemiş şiirlerinin bir bölümü 1976'da "Bitmemiş Şiirler" adıyla yayınlandı.

İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=5377
İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar
Yahya Kemal'in 'Siyasî ve Edebî Portreler'ni tarihsel kişiliklerin buluşması olarak nitelendirebiliriz. Ama bu kitabın, yüzyılın başındaki ülkenin modernite ile geçmiş arasındaki kültür çatışmasını yansıttığını da unutmamalıyız

SEMİH GÜMÜŞ (E-mektup | Arşivi)

Balkanların da düşmesiyle birlikte içten içe kaynaşan İstanbul'un yaşadığı ruhsal bozgun sırasında müttefiklerin Çanakkale'ye başlattığı saldırı, aydınların sabrını adamakıllı taşırmıştır. Anadolu'ya geçmeye niyetlenen hükümet, İstanbul halkını, o güne dek politikanın yollarından yürümedikleri için güvenilir kalmış aydınlara bırakmaya karar vermiştir. Bundan öte bir akıl yoktur o anda; aslına bakılırsa, bu kadarı bile İstanbul'un düşünme biçimindeki kıvraklığı gösterir.
Bu akla uygun bir grup aydın, Dahiliye Nazırı Talat Bey'in dolaylı çabalarıyla Celâl Sahir'in evinde bir araya gelir, ama ancak bir kurgu içinde toplanabilecek bu grupta kimlerin olduğunu öğrenmek bile yeterince şaşırtıcıdır. Yusuf Akçura ve Hâlide Edip Hanım'ın Yahya Kemal'i de çağırdıkları toplantıda Hamdullah Suphi, Ziya Gökalp, Köprülüzade Fuad, Celâl Sahir, Halim Sabit, Hüseyinzade Ali, Doktor Adnan, Mehmet Ali Tevfik, Ömer Seyfettin vardır ki, bu düzeydeki bunca kişinin buluşması bile tarihin kendi kendine bir sayfa açmasına neden olur. Anadolu'ya geçmek ya da İstanbul'da kalmak, İstanbul'da başgösterecek azınlık ayaklanmalarına karşı ne yapılacağı gibi önemli konuların görüşüldüğü ikinci bir gizli toplantı daha yapılır, ama başlıca iki hizbe ayrılan görüşler yüzünden bir sonuca ulaşmakta güçlük çekilir...
 

Yüzü geleceğe dönük aydın
Siyasî ve Edebî Portreler buna benzer tanıklıkların anlatıldığı yazılarla doludur ki, anlatanın Yahya Kemal olması yazılanların anlamını çoğaltır. Bu açıdan bakıldığında, Yahya Kemal'i anlamak, tarihsel olanı hem hayatın, hem edebiyatın içinde elinde tutabilmek demektir. Onu belli kalıplara sığıdırmaya kalkışmaksa, bir dönemle ilgili ne çok şey bilmediğimizi gösterir ve bu çaresizlik ilkin iç barışımızı bozmaya başlar. Sonunda biz buradan onlara bakmayı öğrendiysek, kendi çabamızla. Oysa Yahya Kemal, Türk kültürü'nün aynı eksikliği yüzyılın başında yaşadığını fark ettiğinde, kendinden sonra geleceklere anlatmaya da başlamıştı.
Siyasî ve Edebî Portreler, yazarının yaşadığı günlerin ilginç ve önemli kişiliklerini meraklılarına anlatan yazılar olarak yazılmışken, tarihselci bakış açısı nedeniyle, dönemini etkileyici saptamalarla yansıtan bir belge gibidir bugün. Yahya Kemal, anlattığı sıra dışı kişiliklerin davranışlarıyla birlikte düşünme biçimlerini benzersiz gözlemlerle yansıtırken, değişmek zorunda bulunan bir tarihin içinde yaşadığını biliyor, ısrarla istiyordu o değişimi.
O aralarda Türklük bilinci'nin aşırı örnekleriyle da yan yana düşen Yahya Kemal, parlak zekâsıyla etkin grupların gelecekten kopuk eylemli düşüncesi olarak Türklüğü yadsımış, ulus olma bilincine bağlanmıştı. Osmanlının dil, düşünce ve hayat hamuruyla yetinmek yerine, Cumhuriyet'ten önce de güçlü ipuçlarını sezdiği yeniden doğuşun organik bireşimini sorguluyordu. Siyasî ve Edebî Portreler'de dönemin bugün de bildiğimiz, merak ettiğimiz kişiliklerini, yüzü geleceğe dönük bir aydının Batılılaşma duygularıyla gözlemlediği görülüyor. Yahya Kemal siyasal bir dünya kurmuyor, yaşadıklarından süzülmüş gözlemlerle yeni bir hayat anlayışının savunusunu yapıyor. Yaşadığı dönemin geçmişiyle geleceği arasında bir yerde, geleneksel olana elini uzatırken modern olana doğru yürümeyi nasıl sürdürmüş ve o yoldan yeni bir çığır açılmasına katkıda bulunmuşsa, anlattığı kişileri de hep bu gözle değerlendirmiştir.
"Şark âleminden kafamı o çıkarmıştı," diye anlattığı Tevfik Fikret'in kendindeki büyük etkisinden söz eder, ama Fikret'in Yahya Kemal ve Yakup Kadri'yi Havza adında bir dergiyi birlikte çıkarmaları için bir araya gelmeye zorladığı Cenap Şahabettin ve Rıza Tevfik'le tartıştıktan sonra şöyle de düşünür: "Bizim yıkmak istediğimiz zevk ve fikirler işte bunların zevki ve fikirleridir, halbuki onlarla anlaşmaya gelmişiz!" Bu sözler, zamanın büyüğü olarak saygı duyduğu, ama olduğu yerde kalmaya mahkûm bulunduğunu sezdiği Fikret'e de dolaylıca söylenmiştir.
Portreler'e bakarak, Yahya Kemal'in belki de en çok Ziya Gökalp ile ilişkisinde burukluk yaşandığı söylenebilir. Ziya Gökalp ile ilgili satırlarında, belki aynı yazgıyı paylaşmak isteyebileceği dostunda kendi modernliğini görememenin sızını sezdirir. Yahya Kemal Paris'teki günlerinden sonra, "hayalini Türkçülüğe ilk kaptıran her Türk'ün gördüğü Turan rüyasından uyanmıştım," sözleriyle kendindeki yenilenmeyi anlatır. Oysa Ziya Gökalp, Türkçülük idealleriyle "ilme zincirlemiş", bu yüzden "hayata, tabiata, havaiyata dair, dereden depeden konuşmak nedir bilmiyordu". Yahya Kemal'in Ziya Gökalp'i Türkçülük dogmaları içinde olup hayattan kopuk görmesinde modernite ile geçmişte kalmak arasındaki çelişkiye dayandığı görülüyor. Üstelik Ziya Gökalp tarafından,
Harâbisin harâbâti değilsin!
Gözün mâzidedir âti değilsin!
sözleriyle suçlanınca da, tam bizim kendisini gördüğümüz gibi tanımlar kendini:
Ne harâbi ne harâbâtiyim,
Kökü mâzide olan âtiyim
Siyasî ve Edebî Portreler, anlattığı kişiliklerin dünyalarından sabırsızca okunacak bilgiler taşırken, Yahya Kemal'in uygarlık, geçmiş, gelecek ve modernite üstüne tutkulu düşüncelerini de parça parça birbirine bağlar. Sonunda kendi boyutlarının ötesinde bir sorgulama düzeyi yarattığını belirtmek gerekir ki, bu küçük kitap o dönemi anlamak isteyenlerin ilgi alanından çıkmasın. Ziya Gökalp'e dönersek, dönemin aydınları arasında aklı ve bilgisiyle epeyce öne çıkmış, ama saplantıları yüzünden düşünceleri gerçeklik kazanamamış, anlamlı karşılıklar bulamamış, beklentileri olmayan, yeni Türkiye'nin ışığını görememiş, yalnızca millilik dogmasıyla sanat ve kültürün yenilenemeyeceğini anlayamamış bir kişilikle karşılaşırız.
Yahya Kemal'in iki adı ötekilere göre daha sıkı ölçütlerle eleştirdiği görülüyor ki, ilki Hâlide Edip Hanım, ikincisi Ali Kemal olan bu iki etkin kişilik, yalnızca düşünceleriyle değil, davranış biçimleriyle de Yahya Kemal'e uzak düşmüştür. Hâlide Edip'i hırsları, dostlarından çok hükümet çevrelerine yakınlığı yüzünden kendine uzak bulan Yahya Kemal, Ali Kemal'e gelince, anlatmaya değmez, ama bir ikinci örneği de bulunmayacak kadar ilgi çekici ve karmaşık bir hayat sürmüş olan bu benzersiz kişiliğe en uzun bölümü ayırmıştır.
 

Üstadın gözlemleri
Ali Kemal gösterişlidir ve anlaşıldığı kadarıyla kendi de "o Cambridge talebesi hâli"nin epeyce farkındadır. "Kitap adamı"dır, okumayı olduğu gibi, nadir kitap koleksiyonculuğunu da sever. Tarihi derinliğine bilmez, şiiri bilir gibi durur. Paraya, kumara meraklı olduğu için mi siyaseti kumar gibi oynamıştır, denirse, buna da peşinen olumsuz yanıt verilemez. Hem de devletin en üst makamları arasında köşe kapmaca oynar gibi fırdönmüş, yerlerinin aktörlerini yönetmeye kalkışmıştır. Başyazarlık ettiği İkdam ve Peyam gibi etkili gazeteleri silah gibi kullanıp İttihat ve Terakki'nin arkasına dolanmaya çalışınca yurtdışına kaçmak zorunda kalmış, dönmüş, kaçmış, dönmüştür. Kuvayi Milliye'ye ve Kurtuluş Savaşı'na karşı ateşle oynamıştı, ama Ali Kemal için ateş de çocuk oyuncağı gibiydi. Bütün bu karmaşanın sonu da, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra yargılanmak için Ankara'ya götürülürken İzmit'te linç edilmek oldu.
Siyasî ve Edebî Portreler'i elbette anlatılan tarihsel kişiliklerin birbirinden ilginç hayatlarına bir üstadın gözlemleriyle tutulmuş ışıklar altında okuyabilirsiniz, ama yüzyılın başındaki ülkenin modernite ile geçmiş arasındaki kültür çatışması bağlamı daha da derin ilgileri hak ediyor. Yahya Kemal'in şiirinin bugün daha çok değer kazanmasının nedeni de, modernizmin parıltısının hâlâ göz kamaştırıcı olması değil midir?
Ülkenin 1876'da kıvılcımlarını gördüğü modernitenin 1908'de ete kemiğe bürünmeye başladığı görüldü görülmesine, ama toplumsal hayatın onu yaşamaya uygun olmaması ve kültürün primitif uçlarında tutunulduğu göz önünde tutulursa, yenilenmenin ancak düşünce adamlarının, onlardan da önce şair ve yazarların yaratıcılığında yaşadığı görülecektir. Hasan Bülent Kahraman, Yahya Kemal "modernist olmayı istemedi" der ki, doğrudur; ama modernizmin ışığında yaşamayı seçmiş, bununla önünü aydınlatmıştı.