|
Duino Ağıtları - Rilke
Yazan :David Oswald
Kısaltarak Çeviren : Eren Arcan
Duino Ağıtları yirminci yüzyılın en büyük edebi eserlerinden biridir.
Rilke, on ağıtta, modern dünyada insan olmanın anlamını arar. Özünde tutku,
israr, keder, umutsuzluk, şakacılık, belirsizlik, çelişki yüklü olan Ağıtlar’da
Rilke, insanın ruhsal deneyime ve aklın sembollerle bilgiyi işlemesine olağanüstü
duyarlılık gösterir.
Duino Ağıtlarında lirik bir “Ben”, lirik bir “Sen” (melekler, aşıklar, anne,
baba, sevgili, bir incir ağacı, tekamül etmiş bir iç ses, yeryüzü... ) bir
arayış baskısıyla konuşur ve insanoğlunun durumumunun ciddiyetinin yasını
tutar. Ağıtlarda, varoluş ile uzlaşmak üzerine ateşli bir monolog sürmektedir.
Bu monoloğun içeriği ve çözümü, ya da sonuçlanmasıdır Ağıtlar.
Duino Ağıtları okunmaktan çok şarkı gibi söylenmek üzere yazılmıştır sanki.
Daha ilk cümleden Rilke’nin bir tasası, bir “meselesi” olduğu görülür. Rilke,
ruhsal deneyime olağanüstü bir duyarlılık gösterir. İnsan bilincindeki ruhsal
süreçle ilgilidir. Bu kelimelere vurulamaz dünyayı ve onunla ilişki kurmanın
güçlüklerini anlatır.
Dili sürekli farklılıklar gösterir. Keskin tasvirlerle algılamadaki duyarlılığını
ve okuyucunun hayal gücünü özenli bir belirsizlik ile harekete geçirir.
Belirsiz bir ortam içinde çok katmanlı anlamlar, paradokslar okuru zorlar.
Bilinçli olarak yapılan dilbilgisi hataları insanı şaşırtır. Dördüncü Ağıt’taki
“herşey kendisi değildir” mısraı, Rilke’nin görüntüler ardındaki, içsel
gerçekliğin farkındalığını anlatmaktadır.
Birinci Ağıt’ın başlarında :
Yiğit kendini saklar, yokoluş bile
varlık yoludur ona, en sonuncu doğuştur.
Satırlarında sözünü ettiği “yiğit” yalnızca özel kahramanlardan değil
aynı zamanda zorluklarla savaşan “Kahraman” arketipinden sözetmektedir.
Buradaki sözü edilen “varlık yolunun”, yokoluşa yönelmesi ile kahraman arasındaki
bağlantı, insanın ölüme doğru gidişindeki kahramanlığa çağrıdır.
Yine ilk Ağıt’ta Rilke bize yıldızları “hissetme” ödevini verir. İnsan yıldızları
nasıl hisseder? Okur yıldızlara bakınca “Ben ne hissediyorum?” diye sormalı
kendi kendine. Umut? Dilek? Boşluk? Avunma? Düzen? Gelişigüzellik? İnsan
yıldızlarda tanrılar, tanrıçalar görebilir mi? Rilke’nin sözleriyle daha
ilk soruda okurun aklı yıldızlar arasında dolaşmaya, iç ve dış dünya arasında
bağlantıları kurmaya başlar. Hatta belki de yıldızlar okurun ruhuna girer
ve görünmez bir biçimde yüreğinde varolmaya başlar.
Sembolik gerçeklik, en basit şekliyle ifade edersek, insanoğluna ihsan edilen,
nesnelere anlamlar yükleyebilme yetisidir.. Her an çevremizde gözlemlediğimiz
nesnelere onların fiziksel niteliklerinin ötesinde anlamlar yüklemekteyiz.
Bir bebeğe karşı hissettiklerimizi, evimizi, çiçek açmış bir ağacı, bir
çeşmeden akan suyun hareketini sembollerle bilincimize yerleştiririz. Bu
içimizde devamlı oluşan bir süreçtir.
Sesler, sesler. Duy yüreğim, şimdiye dek ermişlerin
duyduğu gibi. Dev çağırış onları yerden
kaldırıyordu; ama onlar, akıl almaz kişiler,
diz çöküp kaldılar, dinlemeksizin: Buydu
onların duyması. Ama değil, tanrı sesine
dayanmak hiç değiL. Esip geleni duy sen,
suskudan oluşmuş aralıksız bildiriyi.
Kalple duyun. Algılamanız duygularınızla olsun. Anlamların sesleri bizi
sarmalıyor bir meltem gibi, şekilsiz, değişken. Hep hareket halinde. Durağan
kaldığımızda duygularımız, onların bildirilerini yorumlamaya başlıyor.*
Ağıtların ardındaki itici güç, bütün yapıtlara yayılmış olan ama özellikle
yedinci ve sekizinci ağıtlarda ağırlıkla kullanılan “açıklık” özlemi ve
bu açıklığa, enginliğe varma çabasıdır. Ağıtlar özetle şunu demektedir :
“Açıklığa ulaşmak için uğraşın. Bunu “nesnelere” insancıl anlamlar yükleyerek
yapın.
Ağıt, ölen bir kişinin ardından tutulan matemi anlatır. İnsancıl bilincimiz
deneyimlerimiz süresince bizi sürekli olarak kontrol altında tuttuğu için
bizim o “açık” alana ulaşmamıza engel olur. Ne yaparsak yapalım her zaman
kendi varlığımızın farkındayız, deneyimlerimizi gözlüyoruz, karşılaştırıyoruz,
yorumluyoruz, adlandırıyoruz ve yargılıyoruz.
* Bilinç bizi doğanın ritminden uzaklaştırıyor. Yorumladığımız bu dünyada
rahat değiliz, güvende değiliz (Birinci Ağıt)
* Göçmen kuşlar gibi bigilendirilmiş değiliz. (Dördüncü Ağıt)
* Bizden önce hiç bir zaman, çiçeklerin sonsuzca açtığı arı alan... (Sekizinci
Ağıt)
* Buna rağmen bilinç aynı zamanda “bütün o suskun manzara” yı görmemizi
sağlıyor. (Üçüncü Ağıt)
* Hayatımızı değerler üzerine kurmak: “ bir alışkanlığa saygısızca bağlılık”
(Birinci Ağıt) * Ve tanrısal alan ile bir ilişki kurmak “(Melekler), sizler
kimsiniz?” (İkinci Ağıt)
Açıklığı amaçlamak, farklı bir hayata özlem duymadan ve ölümden sonraki
hayatın avutuculuğuna sığınmadan, öncelikle dünyevi deneyimleri kabullenmek
demektir. Rilke hayatın nihai anlamını bu geçip giden, sonlu hayatımızda
bulmamızı ister. Bu kavram bizim yabancı olmadığımız varoluşçuluk kavramından
farklı değildir.
“Ben” demek; dünyanın gece ve gündüz, hayvan ve melek, erkek ve kadın, cinsellik
ve tinsellik, kahraman ve aşık, iç ve dış dünya, hayat ve ölüm kutupları
arasında sürekli sıkışıp kalmak, ve hiçbirinde rahat yüzü görmemektir.
Duino Ağıtları bu yakarışın üstesinden gelmez; ancak bu karşıtlıklar döngüsüne
“açıklığa” doğru yön vererek anlam kazandırır. Rilke nin “açıklıktan” ne
kastettiğini kelimelerle açıklamak zordur. Kelimelerin ötesindeki yorumlanamaz
bir deneyimden sözetmektedir. Ancak kullandığı imgelerden yola çıkarak bu
deneyimi anlayabiliriz. Bu açıklık, bizim gibi bir bilince sahip olmadığı
için hayvanların görebildiği bir olaydır. Bir sevgiliye gereksinim duymadan
aşık olmaya benzer. Çocuklukta yaşanan açıklıktır. Rilke, farkında olmanın
kalitesinin, bu dünya ile kurulan ilişkide, gösteriş takıntısı olmadan,
düzeyli bir bilince sahip olmanın peşindedir.
Aşıkların, açıklığa doğru olan yönün sürdürülmesinde, önemli bir rolü vardır.
Onlar bir anlamda, kahramanların karşıtıdır, çünkü onların amacı fethetmek
değil, ilişki içinde olmaktır. Onlar, nesneler arasındaki bağlantıları yaratır
ve onların duygularla bağdaşmasını sağlarlar. Bu nedenle Ağıtlar, aşkın
yönünün, açıklığa doğru yönelmesini teşvik eder. Eros yalnızca bizim sevdiğimizi
değil, aynı zamanda aşka eşlik eden içsel açıklığı arar.
***
Ağıtlardaki son tema da bilinç ile kader arasındaki çekişmedir. Duino
Ağıtları, umutlu bir biçimde, sembolik bilinçlenmenin geliştirilmesi ile
kaderin üstesinden gelinebileceğini, söyler. Sembolik anlama yoluyla kader,
bize tahakküm eden bir öge yerine, içinde yol alabileceğimiz içsel bir alana
dönüşmektedir.
Yazgı denir buna: Karşıda olmak,
Başka hiç bir şey değil, hep hep karşıda,
Sekizinci Ağıttan olan bu mısralar akıl ve ruh bölünmesinin üstesinden
gelinemiyeceğini ve yalnızca bilinç alanının kader olabileceğini söyler
. Bu mısralar bilinç bölünmesinin imkansızlığını belirtmekle kalmaz aynı
zamanda bilinç dışında olan hiçbir şeyin kader olarak kabul edilmemesi gerektiğini
belirtir.
Jung’un psikolojik kavramlarına alışkın olan bir okur, Duino Ağıtlarının,
bizi çevremizdeki dünyadan izdüşümlerimizi alıp bunları ruhumuzun deneyimleri
olarak, onları reddetmek yerine, sembollerle oluşmuş bilincimize çevirerek
yorumlamamızı istediğini anlayacaktır. Bunun anlamı, dış dünyadaki nesnelerin,
iç dünyamızın gerçeklerini bilinçle geliştirmemize izin vermemiz gerektiği
anlamına gelmektedir.
***
Duino Ağıtları Rilke’nin kendi deneyimlerini yansıtıyor mu?
Bu Ağıtların Rilke’nin hayatı ile yakından ilişkili olduğundan şüphe yoktur.
Bu eserin Rilke’nin kendi kendisine koyduğu önceden tasarlanmış varoluşçu
bir amaç olduğu açıktır. Rilke soyut bir felsefik bildiri sunmak istememiş,
onun yerine kendi hayatını örneklemiştir. Bu nedenle, kendi deneyimlerine
karşı acımasızca dürüst olmuş ve bunun sonucunda içsel gerçekliği açısından
çok ayrıntılı bir farkındalık geliştirmiştir.
Yaşanan gerçekliklerin sanatsal ifade ile bütünleşmesi bu başyapıtın yazılmasının
on sene sürmesine neden olmuştur. Onunce ve son Ağıt Rilke’nin ne yapmak
istediğini önceden tayin ettiğini göstermektedir. Onuncu Ağıtın ilk oniki
mısraı Birinci ve İkinci Ağıtlarla aynı dönemde yazılmıştır.
Onuncu Ağıt’ın ikinci yarısı Rilke’nin ölümü kişisel bir efsanevi olaya
döndürmesidir. Ruhsal deneyimin efsanevi boyutunu anlatan muhteşem bir örnektir.
Sembolik ifadenin en arı örneğidir, öyle ki imge gerçeğin yerine geçmekle
kalmaz; fiziksel niteliklerinden sıyrılarak gerçeğin kendisi haline dönüşür.
(sfenks, küi, yakınış, kuyu, pınar)*
Rilke sanatsal amacına ulaştı ama gerçek hayatında amacını gerçekleştirebildi
mi? Açıklığa varabildi mi?
İnsanoğlunun yetersizliğinin en umarsız yakınışı olan Beşinci Ağıt’ta Rilke
aşıkların mükemmelliğe ulaştıkları bir alan için yakarışta bulunur. Son
yazılan ağıt olan Beşinci Ağıt bu yakarış ile bittiğine göre bizlere Rilke’nin
bu alana ulaşmadığı izlenimini verir. Ama çelişkili bir biçimde bunun kabulü
belki de Ağıtların mesajının en kuvvetli bir biçimde yerine getirilmesidir.
Bu saptama Rilke’nin uğraşının boşuna olduğu anlamına mı gelmektedir. Olmaması
gerekir. Önemli olan Duino Ağıtları’nın “meselelerinin” kendi sorunlarımıza
hitap etmesidir. En iyi yorumlama okurun içinden gelen ve onun deneyimlerinden
doğan olacaktır.
***
Sembol bir diğer kişiye aktarıldığı zaman, alıcının bilinçdışı, ya da
bilinçli olarak ona aynı anlamları yüklemesinin bir garantisi yoktur. Alıcı
“doğru” deneyimi yaşamışsa, bu sembol onun için hayat bulacak, enejisinin
ve anlamının kilidi açılacaktır.
“Rilke’nin şiirlerini yalnızca okuyamazsınız. Her satır üzerinde meditasyon
yapmanız gerekir.”
İkinci Ağıt
İkinci Ağıtta ağırlıklı olarak aşkın (transcendent) alanların temsilcileri
olan “melekler” üzerinde durulmakta, onların nitelikleri ve insan varoluşuyla
ortaya çıkan üstünlükleri dile getirilmektedir.Melekler en başta zaman ve
mekan üstü olma nitelikleriyle, bu sınırların içinde yaşayan insan varoluşunu
temel sorunu, varoluşun geçiciliği (fanilik) sorunuyla karşı karşıya değildirler.Bu
kusursuz varlıkların karşısında insan, dünyevi bir varlık olarak imgesel
anlatımla “bir buğu” ya da bir çiğ” örneği geçiciliği yaşamının her anında
duyumsamakta ve geçen her an yokoluşa, yani ölüme doğru sürüklenmektedir.Aslında
geçicilik sorunu insanın dışında, onun çevresindeki diğer dünyevi varlıklar
için, örneğin “ağaçlar” için de geçerlidir.Ancak insan, yaşam içinde diğer
dünyevi varlıklara göre varoluşunun geçiciliğinin üstesinden gelme yolunda
daha fazla olanaklara sahiptir.Başka bir deyişle hem kendisini hem de çevresindeki
diğer dünyevi varlıkları geçicilikten kurtarma görevi insana düşer Rilke’ye
göre.İnsan, dar anlamıyla şair ya da sanatçı hem kendini, hem de çevresindeki
diğer varlıkları sanatıyla dile getirerek onları tutsağı oldukları geçiciliğin
bağlarından kurtarır.Bu anlamda insan, çevresindeki diğer dünyevi nesnelerin
bir ümidi olma niteliği taşır.Ancak insan, öte yandan o denli kendi gerçeğinin
sınırları içinde kalmış, kendisini yaşamın ve varoluşun akıcılığına o denli
kaptırmıştır ki, hem kendi gerçeğine hem de çevresindeki diğer varlıkların
gerçeğine yukardan bakamaz.Bu anlamda da çevresindeki diğer dünyevi varlıkların
bir “utancıdır”.
Geçiciliği sanatçının bir ikinci insan tip, seven insan aşabilir.Ancak sevenler
çoğu zaman, “penceredeki özlemin”, “bahçede ilk birlikte yürüyüşün korkunçluğuna
dayanamazlar”.Başka bir deyişle, sevgileri içinde kendilerini yitirirler.Oysa
seven insanların kendi Ben’lerinin sınırları içinde kalarak, birbirlerini
uzaktan selamlamaları; birbirlerini sevmeleri, ancak daha ileri aşamalara
varmak için birbirlerine “veda etmeleri” gerekmektedir.Bu durum daha önce
söylediğimiz gibi, Rilke’nin insan varoluşunun anlamına varmak, varoluşun
geçiciliğinden sıyrılmak yolunda bir olanak olarak ortaya koyduğu kendine
özgü sevgi anlayışıyla yakından ilintilidir.(Süha Ergand)
İKİNCİ AĞIT
Her melek korkunçtur.Ve buna karşın, ne acı
Şarkım yine sizlere, ey ruhun neredeyse ölümcül kuşları,
Tanısa da sizleri.Nerede artık Tobias’ın yaşadığı günler,
Parlayanlardan birinin basit bir evin kapısında durduğu?
Biraz kılık değiştirmiş yolculuğa ve artık korkunç olmadığı.
(Merakla dışarıya bakan gencin karşısında bir genç)
O büyük melek, o tehlike getiren şimdi yıldızların ardından
Bir adım inip de aşağılara, çıksaydı şimdi karşımıza
Çarpan kalbimiz parçalardı bizi.Kimsiniz sizler?
İlk kusursuz yaratıklar, hilkatin gözdeleri,
Tüm yaratılanların tan kızılı dağ dorukları,
Çiçekler açan tanrı varlığının çiçek tozları,
Işığın eklemleri, geçitler, merdivenler, tahtlar,
Öçlerden mekanlar, sevinç kalkanları,
Fırtınalı coşkun duyguların kargaşası.Ver her biri birdenbire, birer
Ayna:Dışarı yansıttıkları kendi güzelliklerini
Geri almaktalar kendi benliklerine
Ya bizler, hissederek eriyip gidiyoruz.Ah,
Her soluk verişte biraz daha eksiliyoruz.Korlaştıkça
Güçsüzleşiyor dumanımız.Söyleyebilir bize biri:
Evet damarlarımdaki kan olmaktasın sen, bu oda, ilkbahar
Dolmakta senle…Neye yarar alıkoyamaz ki bizi,
Onun içinde, onu saran mekanla birlikte yok oluruz.
O güzel insanlar da yok olurlar.
Kim alıkoyabilir ki?Durmaksızın görüntüleri
Beliriyor yüzlerinde ve ayrılıyor.
Sabah vakti otlardan ayrılan çiğ gibi
Ayrılıyor bizden bizim olan da, sıcak bir yemekten yükselen
Buğu sanki.O gülümseme nerede artık?O bakışlar:
Kalbin yeni, sıcak ve kaybolan dalgası-;
Ne acı:var olmaktayız buna karşın.tat katmadık mı
İçinde eriyip gittiğimiz evrene bizler?Melekler
Yalnızca benliklerinden akıp gidenleri mi
Geri almaktalar, yoksa bazen yanlışlıkla
Bizlerin varlığının bir parçasını da mı?Yoksa bizler de
Karıştık mı onların yüz ifadelerine, yüzlerindeki belirsizlik gibi
Hamile kadınların?Fark etmiyorlar bunu girdabında
Kendilerine dönüşlerinin.(Nasıl fark etsinler ki zaten)
Sevenler anlayabilseydiler bunu, gece vakti
Büyülenmişçesine söyleşebilirlerdi aralarında.
Çünkü her şey görünmekte
Bizi gizlermişçesine.Bak, ağaçlar var olmaktalar; evler ki,
Barındığımız içlerinde, varolmaya devam etmekteler.
Yalnızca bizler
Akıp gidiyoruz her şeyin önünde,
solurken alıp verilen havaymışcasına.
Her şey birleşmiş adeta bizleri görmezlikten gelmeye.Biraz
Utancıyız onların belki, biraz da dile getirilemez ümitleri.
Sevenler, sizlere, birbirlerine yetenlere
Soruyorum bizleri.Kavrıyorsunuz birbirinizi.Kanıtlarınız var mı?
Bakın, bazen öyle oluyor ki, kenetli ellerim
Hissediyorlar birbirlerini ya da aşınmış yüzüm
Sığınmakta aralarına.Bu hissettirmekte bana biraz
varlığı.Fakat kim cesaret edebilir ki, bu kadarıyla var olmaya?
Fakat sizler, birbirinizin coşkusunda
Büyüyen, biriniz bitkin, diğerine şöyle yalvarıncaya değin:
yeter artık -;Sizler ellerinizle birbirinizin
Daha da zenginleşmektesiniz, bereketli bağbozumları gibi;
Sizlere, güçten düşenlere, diğeriniz güçlendikçe
Sizlere soruyorum bizleri.Biliyorum
Mutlulukla dokunuyorsunuz birbirinize, okşayışlar koruduğu için
Kaybolmadığı için sizlerin, ey şefkatliler, dokunduğunuz yerler;
Hissettiğiniz için dokunarak salt akışı.
Böylece neredeyse sonsuzluğu vaad etmektesiniz birbirinize,
Kucaklaşarak.Fakat ilk bakışların
Korkunçluğuna dayanabilirseniz eğer, penceredeki özleme
Ve ilk birlikte yürüyüşe, bir kez olsun bahçede:
Ey sevenler, sevmekte misiniz hala?Sizler
Birleşince dudak dudağa ve başlayınca karışmaya-:İçki içkiye:
Eyvah, yitirmekte kendilerini içenler bu eylemde.
Hayrete düşürmüyor mu sizi, Attika stellerindeki çekingenlik
İnsan tavırlarının? Sevgi ve veda değil miydi
Omuzlarda hafifçe yüklenen?Sanki bizlerden
Farklı bir özden yapılmışçasına.Elleri hatırlayınız,
Güçle dolu olmasın karşın gövdenin, yumuşakça dokunan.
Kendilerine hakim olanlar biliyorlar:o kadar uzak ki bize
Birbirimize böyle dokunmak; daha güçlü
Dokunurlar bize tanrılar.Fakat bu onların bileceği iş.
Bulabilseydik keşke, saf, sınırlı, dar,
İnsani, bize ait verimli bir toprak parçası
Irmak ve kıyılar arasında.Çünkü aşmakta bizi kendi kalbimiz
Tıpkı onlar gibi.Ve ona artık bakamıyoruz.
Bakamıyoruz kalbimizi yatıştıran görüntülere, daha da ötesi
Tanrısal gövdelere, kendi sınırlarını bulmuş.
RAINER MARIA RILKE (Duino Ağıtları-Türkçesi Süha ERGAND)
Yayına Hazırlayan : Engin ENÜSTÜN
Altıncı Ağıt / Rainer Maria Rilke
İncir Ağacı, öteden beri anlam yüklüdür gözümde
senin çiçek açmaya nerdeyse hiç yer vermemen
ve tam vaktinde kesin kararlı meyveye,
övgüsüz, iletivermen en katkısız sırrını.
Eğik dalın, çeşme borusu gibi, sürer özsuyu hep
aşağı doğru ve yukarı: uyanmış uyanmamışken,
sıçrar uykusundan en tatlı başarının mutluluğuna.
Bak: kuğudaki tanrı gibi.
...Bizse geç kalırız,
ah, çiçeklenmeyle övünürüz; çoktan açığa çıkmış,
gireriz ertelenmiş özüne son meyvemizin.
Eylemin basıncı pek az kimsede öyle güçlü yükselir ki,
gece havasınca baştan çıkaran çiçeklenme ayartısı
ağızlarının gençliğine dokununca, göz kapaklarına dokununca,
parıl parıl yanan yürekleriyle hep dururlar sımsıkı:
belki ancak kahramanlarda ve erken ayrılmaya seçilenlerde-
bunların, bahçıvan Ölüm başka türlü bükmüş damarlarını.
Fırlar ileri bunlar: önünde giderler fatih gülümseyişlerinin,
usul biçimli Karnak kabartmalarındaki o
üstün gelmiş hakanın atları gibi tıpkı.
Şaşılası bir yakınlık görülür erken ölenlerle kahraman arasında.
Süre ilgilendirmez onu. Kahramanın yükselişi varlıktır. Hiç
durmadan ilerleyerek, girer değişmiş takım yıldızına
sürekli tehlikelisin: Onu pek az kimse bulur orada. Oysa yazgı,
bizi karanlık karanlık gizleyen, kendinden geçip ansızın.
türküler onu taşkın dünyasının fırtınası içine.
Kimse yok onun gibi duyduğum. Birdenbire,
akan havayla gelen karanlık yankısı yarar geçer beni.
Derken nasıl gizlenesim gelir bu özleyişten: keşke ah,
keşke bir küçük oğlan olsaydım, ona yaklaşsaydım, otursaydım
dayanıp gelecekteki kollara, Samson'u okusaydım: anası
önce nasıl hiçbir şey doğurmamış ve sonra doğurmuş her şeyi.
O daha senin karnındayken, ey ana, kahraman değil miydi,
senin karnında başlamadı mı hakanca seçmesine?
Binlercesi kaynardı dölyatağında, O olmayı arzulardı,
oysa bak: kavrayıp atardı,seçerdi, elinden gelirdi bu.
Sütunları devirdiyse, senin gövdenin dünyasından
daha dar dünyaya fırlarken oldu bu: orda
seçer dururdu hep, eylerdi. Ey kahraman anaları,
ey azgın ırmakların kaynakları! Siz, yüreğin ta
kenarından, ağlayarak, genç kızların çoktan
atıldığı vadiler: oğula sungu olmaya.
Kahraman hışımla geçerken sevgi duraklarından,
uğrunda çarpan her yürek ancak yukarı kaldırırdı onu:
öteye döner dönmez, gülümseyişlerin bittiği yerde dururdu,
bir başkası.
Çeviren: Turan Oflazoğlu
Ruhumu nasıl tutsam da seninkine değmese
A. ALİ URAL
Elinde her şeyi çeken garip bir mıknatısla yürüyor. Sadece madene duyarlı
olsa demirden, bakırdan, altından ve gümüşten kaçardı belki de. Oysa onun
elindeki cevher ağaçları eğiyor yanından geçerken, dalgaları çekiyor sahilde
yürürken, bastığı yerlerde otlar fışkırıyor, baktığı dağlardan kayalar yuvarlanıyor,
bulutlar damlalarını bırakmak için onun altından geçmesini bekliyorlar,
ay geceleri sokağa çıktığında buluttan sıyrılıp dünyaya öyle bir hızla koşuyor
ki görenler bir göktaşı gibi yeryüzüne çakılacağını sanıp dehşete kapılıyorlar.
Halbuki ayın telaşı biraz da neler olup bittiğini anlamaktan ibaret. Neler
mi oluyor? Aya bırakalım sözü: Yüzüne fenerimi tuttuğumda asaletin yansıyıp
alın, göz, kaş ve dudak haline dönüştüğünü gördüm. Dalgındı. Bu yüzden her
şeyin uçuşup aksini üzerinde bıraktığı bir gölden,yani kendinden habersiz
kendi içinde derinleşiyor, sezginin ışığıyla yol alıyordu karanlıkta. Gittiği
yeri merak etmesem, kendi ışığıyla onu baş başa bırakıp yeniden bulutların
arkasına dönerdim. İşte saatlerdir ulaşmak için yürüdüğü karaltı! Demir
kapının keskin gıcırtısı baharın bütün yapraklarını titretirken fenerimi
taşa oyulan isme çeviriyorum: Duino Şatosu!
Rilke, 1912 yılında Prenses Marie’nin davetlisi olarak Duino Şatosu’na adımını
attığında 37 yaşındaydı. İlk gençlik yıllarında ailesinin sunduğu ikbal
yollarından birincisini tercih etse omuzlarında apoletler olacak, ikincisini
tercih etse yakası kırmızı bir cüppe giyecekti. Oysa Rilke, Duino Şatosu’na
bir şair olarak geldi.Üçüncü yol ailesine isyan etmesinden değil, ruhunun
isteğine boyun eğmesinden çıkmıştı önüne. Bu yüzden 16 yaşında ilk şiiri
bir Viyana gazetesinde yayınlandı, 18 yaşında geçimini şairlikle temin edebileceğini
ispatlamak için üst üste şiirler yazdı. 19 yaşında “Akşam” adlı şiiriyle
20 marklık bir ödül kazandı ve ilk kitabını yayınladı. Fakat o gerçek şiirin
gençliğin yanıp sönen ateşinden sadır olamayacağını çok iyi biliyordu. “Ah
gençken yazılan mısraların kıymeti nedir ki! Beklemeliydi. Bütün bir ömür
boyu, mümkünse uzun bir ömür boyu, mana ve lezzet toplamalıydı ve sonra
tamamen sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar, insanların
sandıkları gibi, hisler değil (his pek erken başlar) tecrübelerdi...” Bu
yüzden Rilke’nin yolu Duino Şatosu’na gelinceye dek şehirlerden, (Prag,
Viyana, Münih, Floransa, Venedik, Paris, Berlin, Moskova, Kurtuba ve Kahire
insanlardan, (Lou Salome, Cezanne, Rodin, Clara Westhoff, Pasternak, Tolstoy,
Hölderlin, Gide, Valery) ve tecrübelerden (aile, okul, savaş, dostluk, aşk,
evlilik, hastalık, buhran, yalnızlık...) geçti. Duino Şatosu’na girerken
onu yalnız bir konuk olarak karşılayanlar şairin arkasındaki görünmez kafilenin
farkında değillerdi.
Duino Şatosu’na şair gelmişti ama şiirin gelmesi o kadar kolay olmadı. Aylardır
konuk edilen şairin kağıtları boş, kafası karmakarışıktı. Aldığı bir iş
mektubu bardağı taşıran son damla olmuş, sıkıntıdan kendini dışarı atan
Rilke içindekileri kusmuş gibi yaman bir fırtınanın ortasında bulmuştu kendini.
Şatonun hemen dibinde başlayan uçurumdan denizin uğultusu yükseliyor, kayaları
köpürdeten dalgalar nihayet şairin gemisini yükseltip bir mısranın kayasına
bindiriyordu: “Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?” On ağıtlık
büyük şiirin ilk ağıtı o gece tamamlanmış, kısa bir süre sonra da peşinden
ikinci ağıt çıkagelmişti. Ancak hepsi o kadar. Yol almak güçleşince Duino
kapısı aralandı ve şiirin kalan bölümleri için on koca yıl geçmesi gerekti.
Kurtuba, Paris, Münih... Şiirin diğer duraklarıydı. Sonunda Rilke İsviçre’ye
gitti ve Muzot Şatosu’nda büyük sancılarla tamamladı şiirini ve Prenses
Marie’ye şu satırlarla verdi müjdeyi: “Varlığımın bütün örgüsü lif lif olmuş,
çözülmüştü. Yemeyi içmeyi düşündüğüm yoktu. Tanrı bilir kim besledi beni!
Ama artık var o! VAR! Amin.”
Rilke’yi dünya şiirinin zirvesine oturtan Duino Ağıtları’nın temel imgesi
“melek”ti. Ancak şair bu meleğin Hıristiyanlıkla ilgili olmadığını özellikle
vurguluyor, Ağıtlar’ın Lehçe çevirmenine şöyle yazıyordu: “Ağıtlardaki meleğin,
Hıristiyanlığın meleğiyle hiçbir ilgisi yoktur; o daha çok İslam’ın meleklerine
yakındır.” Rilke’nin bu sözleriyle Cebrail Aleyhisselam’ı kastettiğini düşünebiliriz.
Zira son şiirlerinden “Muhammed’in Yakarması”nda “...Melekse, buyururcasına,
gösteriyordu/levhasında yazılmış olanı yalvarana/gösteriyor ve istiyordu
tekrar: Oku.” diyordu. Rilke, “Tanrı’yı Arayan Şair” olarak bilinse de onun
Kurtuba’dan Prenses Marie’ye yazdığı şu satırları pek bilen yoktur: “Kur’an’ı
okuyorum. Bana söylediklerine yer yer öylesine katılıyorum ki, içimden var
gücümle haykırarak onun sesine katılmak geliyor. Orgun içindeki rüzgar gibi...”
RILKE
OKUMAK
Bahar Vardarlı
MALTE LAURİDS BRİGGE'NİN NOTLARI kitabını elime aldığımda tam bir hayal
kırıklığına uğradım. Hiçbirşey anlamıyordum. Yavaş yavaş sonlara doğru kitapla
bütünleşmeye başladım. Hatta kitap komik unsurlar taşıyordu.O çözülmez sandığım
Rilke beni güldürüyordu. Kitabı ikinci kez okumaya başlamadan dikkatle Önsözü
okudum. Rilke'nin yaşamı hakkında az da olsa bir fikir edindim. Şimdi kitap
daha anlam kazanmaya başlamıştı. Artık Rilke'nin yaşamda herşeyin semboller
olduğunu, bizlerin simgeleri çözmekle yükümlü olduğumuzu, böylece göreceğimizi,
bu görme ediminin bizi iç aydınlıklara eriştireceğini, sonunda da aynen
tasavvuf felsefesinde olduğu gibi en üst aşamaya ulaşacağımızı, benim için
sevgi, olduğunu anladım. Pek tabii Rilke gibi bir deha bu kadar kısa özetlenemez.
Amacım bir ip ucu vermekti sadece...
19. yüzyıl Avrupa'sının kozmopolit ortamında yetişen Rainer Maria Rilke
imparatorlukların çöküşüne tanıklık eden bir kuşağın en tipik temsilcilerinden
biri. Onun kuşağı yeni bir çağın kültürünü ve bilimini oluşturmuştu. Rilke'nin
tüm yapıtları dilimize çevrilip, yayımlanıyor
AHMET CEMAL (Arşivi)
Avrupa'nın gerçeği, Rilke'nin düşleri
Aslında 'yeni bir Rilke serüveni' demem gerekiyor, çünkü bu bağlamda
ilk çeviri serüvenini 1994 yılında yaşamıştım. Kavram Yayınları'nın isteği
üzerine bir Rilke seçkisi hazırlamıştım. Bu seçki, 1994 Kasım'ında basıldı.
2003 yılında ise, bu kez Dünya Kitapları'nın isteği üzerine, aynı seçkinin
genişletilmiş basımını hazırladım. Bu kitap, 2003 Ağustosunda yayımlandı.
Şimdikine gelince, çok daha kapsamlı bir girişim. İthaki Yayınları, Rilke'nin
tüm eserlerini yayımlamaya karar verdi. Şairin tüm öyküleri, Vedat ve Şükrü
Çorlu'nun çevirileriyle yayımlanarak Rilke'nin öyküleri dışında kalan eserlerini,
yani bütün şiirlerini, denemelerini ve öteki düzyazılarını çevirmeyi ise
ben üstlendim. Bu arada Rilke'nin doğrudan Fransızca kaleme almış olduğu
şiirleri, daha önce başta Artaud ve Aragon olmak üzere, çok önemli adları
dilimize kazandırmış olan, sevgili dostum Prof. Dr. Bahadır Gülmez çevirmekte.
Avusturyalı şair Rainer Maria Rilke'nin (1875-1927) yaşamı, Avrupa'nın yakın
tarihinin çok ilginç bir zaman dilimiyle örtüşür. Özellikle bir zamanların
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun sınırları içersinde kalan Orta Avrupa,
bu zaman diliminde kozmopolit, yani çok kaynaktan beslenen bir kültürün
tüm zenginliğini yaşar. Bu zenginlik yalnızca edebiyata değil, fakat düşünce
yaşamının tümüne, felsefeye, bilime ve sanata da yansıyan bir zenginliktir.
Edebiyatta Stefan Zweig, Robert Musil, Karl Kraus, Hermann Broch ve Franz
Kafka, psikoloji ve psikanalizde Sigmund Freud ve Alfred Adler, felsefede
Ludwig Wittgenstein, resimde Gustav Klimt ve Egon Schiele, müzikte Gustav
Mahler, Arnold Schönberg, Alban Berg ve Anton Webern, mimarlıkta Adolf Loos
ve daha bunlara eklenebilecek pek çok ad, Rilke'nin çağdaşları olarak söz
konusu dönemin kültürünü biçimlemiş olanlar arasında yer alırlar.
Çöküşten yükselişe
Burada sözünü ettiğimiz, aynı zamanda tüm kendine özgü nitelikleriyle
bir çöküş dönemi kültürüdür. Her ne kadar ilk bakışta bir çelişki gibi gelse
de, o tarihlerde özellikle Orta Avrupa, hemen bütün alanlarda eskiye ait
kurumların, kuramların ve ilkelerin büyük sarsıntılarla ve değişim sancılarıyla
karşı karşıya kaldığı bir dönemi yaşamıştır. Bu çöküş döneminin yukarıda
anılan alanlarda büyük bir yükselişe götürmüş olması ise, sanırım ancak
çöküş dönemlerinin sanatçıları, düşünürleri ve bilim adamlarını hemen her
zaman yaşanmakta olan bir çöküşle hesaplaşma zorunda bırakması olgusuyla
açıklanabilir.
Bu görünüşteki çelişkiden ötürüdür ki, özellikle Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda
anılan dönem, düş ve gerçeklik (Traum und Wirklichkeit) dönemi diye de adlandırılmaktadır.
Bu bağlamda gerçeklik, yaşanmakta olan sarsıntı ve çöküşleri, düş ise bu
olgularla hesaplaşma sonucunda sanatın ve düşüncenin kazandığı yeni boyutları
dile getirmektedir.
Tam olarak tarihlendirmek gerekirse, 1870-1933 arasında yer alan bu düş
ve gerçeklik, ya da kozmopolit kültür dönemi, 1933 yılında Almanya'da Adolf
Hitler'in iktidara gelmesiyle birlikte noktalanmıştır. Almanya'da ve ilhak'ın
ardından Avusturya'da Nazi egemenliğinin başlaması, bunun ardından Naziler
tarafından Yahudi ırkına karşı gerçekleştirilen sistemli soykırım, Avrupa'da
kozmopolit kültürün de sonunu getirmiştir.
1927 yılında ölen Rilke, iki büyük savaştan yalnızca birine tanık oldu.
Buna karşılık yukarıda anılan dönemi bütünüyle yaşadı. 1994 yılında yayımlanan
Rilke seçkisi için kaleme aldığım önsözün bir yerinde, şunları söylemiştim:
"Böyle bir ortamda yetişen Rilke'nin şiir dünyasının yukarda sözü edilen
tüm etkileri barındırması doğaldır. Günümüze kadar uzanan süreçte Rilke'nin
şiirlerini konu alan yorumlarda içerik çözümlemelerine girişildiği, yine
içerik açısından izlerin ve etkilerin tartışma konusu yapıldığı, dahası
şairin yaratısının içerik doğrultusunda değerlendirildiği çok olmuştur.
Sonuçta bütün bu değerlendirmeler, şiirde söz ustalığını ikinci planda bırakan
değerlendirme biçimlerinin yazgısını kaçınılmaz olarak paylaşmış, başka
deyişle doğruluk niteliğinden yoksun kalmıştır. Çünkü Rilke, sözde müziğin,
anlatımda düşünülebilecek en zengin şiir kurgularının ta kendisidir, kimilerinin
nitelendirmesiyle, 'katıksız şair' tipinin en mutlak örneğidir. Rilke şiirini
okumak, sözün söz aracılığıyla müziğe dönüştürülmesine, günlük yaşam gerçeklerinin
artık bütünüyle farklı bir dünyada kendine özgü gerçeklere dönüşmesine -ve
böylece daha bir vurgu kazanmasına!-, söz'ün, yalnızca kendisine ait bir
dünyada değer taşıyabileceğine tanıklık etmek demektir. Rilke, bu dünyanın
mutlak yapısına, ona girmek isteyenlerin, tıpkı manastır yemini edercesine,
artık yalnızca o dünya uğruna yaşamaları gerektiğini söyleyecek kadar gönül
vermiştir. Döneminde kendi alanlarında yükselip çığır açanların hepsinin,
uğraşlarını ve alanlarını 'katıksızlık', 'arılık' açısından sorguladıkları
göz önünde tutulacak olursa, Rilke'nin şiirdeki tutumunun ve ödünsüzlüğünün
nedeni de kendiliğinden açığa çıkar. Çünkü bu bağlamda Wittgenstein'ın 'salt
felsefe', Loos'un 'salt işlevsellik' ve Schiele'nin resimde 'salt ifade'
arayışları ile, Rilke'nin şiirde 'salt şiirsellik' arayışı arasında hiçbir
ayrım bulunmamaktadır. Her şeyin yozlaşmaya yüz tuttuğu çöküş dönemlerinde
'sonraki' dönemin temellerini atmaya girişenler, kültür ve sanat tarihinin
bütün dönemlerinde işe 'köklere dönmekle' başlamışlardır.-Bütün yaşamını
'şiirde şiiri aramak' uğraşında odaklaştıran Rilke'nin yaptığı da bundan
ayrı bir şey değildir."
Zweig'a göre Rilke
Rilke'nin büyük çağdaşı Stefan Zweig, 1936 yılında, yani şairin ölümünden
dokuz yıl sonra, Londra'da, Rilke üzerine verdiği konferansta şu saptamaları
yapmıştır: "Zamanımızda katıksız şaire artık ender rastlanıyor, ama belki
ondan da daha ender rastlanan ise, bütün bir yaşamın salt şiirsel bir varoluşa
dönüşmesi, bütün bir yaşamın mutlak anlamda böyle bir yörüngeye yerleştirilmesi.
Ve yaratma ile yaşam arasında böyle bir uyumun bir insanın kişiliğinde örnek
biçimde gerçekleştiğini görebilme mutluluğuna erene düşen, bu manevi mucizeye
ilişkin olarak hem kendi kuşağına, hem de belki bir sonraki kuşağa tanıklıkta
bulunmaktır..."
Zweig'a göre Rilke, şiir alanındaki ödünsüz tutumunu büyük ölçüde kendi
özgürlüğüne ilişkin ödün tanımazlığı sayesinde gerçekleştirebilmiştir. Aynı
konferansta Zweig, şairin bu özgür kişiliğini şöyle betimlemiştir: "Zamanımızın
zengin ve başarılı şairlerinden hiçbiri, kendini hiçbir yere bağlamayan
Rilke kadar özgür değildi. Onun ne alışkanlıkları, ne adresi ve aslında
ne de bir vatanı vardı; İtalya'da, Fransa'da ya da Avusturya'da aynı rahatlıkla
yaşayabilirdi ve nerede olduğu hiçbir zaman bilinmezdi. Onunla karşılaşmak,
hemen her zaman bir rastlantıya bağlıydı..."
Goethe, insanoğlunu doğum ile ölüm arasındaki süreyi isterse sonsuzlukla
doldurabildiği için doğanın en ayrıcalıklı varlığı saymıştı. Rilke'nin sadece
şiirlerini göz önünde bulundurmak bile, Goethe'nin bu saptamasının doğruluğunu
kanıtlayabilir. Çünkü Rilke, şiirlerinde yaşamının sonuna kadar ölümlülük
ile ölümsüzlüğü, şairin zamanla hesaplaşması ile kendine yönelik yakınmalarını
ve daha pek çok şeyi aynı potada birleştirip müthiş bir evrensellik doruğuna
taşıyabilmiş ender şairlerdendir. 'Şair' adlı şiirinde, zamana ve kendine
seslenişini şöyle dile getirir:
Ey zaman, uzaklaşmaktasın benden şimdi.
Yaralanıyorum her kanat çırpışınla.
Ama kalınca yalnız, söyle, neye yarar ki
dudaklarım, gecem ve gündüzüm tek başına?
Yok bir sevgilim, bir dört duvar,
ne de bir iklim, gönlümce.
Bütün kendimi adadıklarım, ömrümce,
ansızın zenginleşip beni harcamaktalar.
'Şairin Ölümü' adlı şiirinde ise Rilke, şairin yaşamı boyunca aslında
nelerle yüzleştiğini ve ne bağlamda hep anlaşılmaz kaldığını şöyle anlatır:
Yatıyordu. Çehresi, hafifçe yükseltilmiş,
solgun ve dargındı dik yastığında,
dünya ve dünyaya ait bildiği ne varsa,
artık duyularından koptuğundan bu yana,
hepsi de umursamaz bir zamanda yitirilmiş.
Onu öylece yaşarken görenler, bilmemişlerdi,
ne kadar da bütünleşmiş olduğunu bütün bunlarla;
çünkü bunlar: O derinlikler çayırlarda
ve sularda, bütün bunlardı çizen o çehreyi.
Onun çehresiydi aslında bu enginler,
onlar ki, görücüye çıkmışlardı şimdi şaire;
korkuyla ölmekte olan maskesine gelince,
sanki havayla temas ettiğinde bozulan bir meyvenin
içi gibiydi, öylesine kırılgan ve ince.
Rilke, sadece Avrupa edebiyatını değil, bütün dünya edebiyatını çok derinden
etkiledi. Bu etkinin başlıca nedenlerinden birini hiç kuşkusuz Rilke'nin
şiirsel anlatımı bütün düzyazılarında da egemen kılabilmiş olmasında aramak
gerekir. Gerçekten de, ister 'Malte Laurids Brigge'nin Notları' gibi, şiirin
sınırlarını iyiden iyiye zorlayan yazılarında, ister sanatın ve edebiyatın
çeşitli konularını ele aldığı denemelerinde olsun, Rilke'nin anlatımı, şiirsel
anlatımın düzyazının her türüyle nasıl bir göbek bağı kurabileceğinin en
çarpıcı örnekleri arasındadır.
Günümüz koşullarında bir şairi ve yazarı bütün eserleriyle dilimize kazandırmak,
yayıncılık açısından hiç de kolay bir girişim değil. Bu nedenle, dilimizde
bir Rilke Külliyatı oluşturmaya yönelik cesur kararından ötürü İthaki Yayınları'na
bir çevirmen olarak teşekkür etmek istiyorum.
Alacakaranlık melekler ya da Duino Ağıtları
ERCAN YILMAZ
Son zamanlarda sık sık şair kardeşim Serkan Ozan Özağaç’ın hediye ettiği,
Rilke’yi Duino Şatosu’nda gösteren fotoğrafı seyrediyorum.
Rilke, olmakla olmamak arasındaki o bildiğimiz duruşuyla hayranlıkla korku
karışımı bir his uyandırıyor içimde. Hayranlıkla korku diyorum; çünkü onun
şiiri bu iki duygunun hazza dönüşmesidir bende. Benim gibi düşünenlerin
ve hayatını şiire adamışların ‘kutsal’ıdır Rilke; hem yaşamak hem de anlatmak
için ‘seçilmiş’ olandır. Musil’in dediği gibi ‘O bir gün, ortaçağ dinselliğinden
hareketle insanlık ülküsünün ötesinde yeni bir dünya imgesine giden yolda,
yalnızca büyük bir ozan değil, eşi bulunmaz bir yol gösterici olacaktır.’
İş Bankası Kültür Yayınları, ilk baskısı 1993 yılında İyi Şeyler Yayıncılık’tan
yayımlanan Duino Ağıtları’nı, Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’nden tekrar
sundu okuyucuya. Daha önce Turan Oflazoğlu ve Ahmet Cemal çevirileriyle
okuduğumuz Ağıtlar’ın çevirmeni ise Can Alkor. Geçen asrın şiir zirvesi
olduğu birçoklarınca tartışmasız bir şekilde kabul edilen Ağıtlar’a gösterilen
bu ilgi oldukça sevindirici. Rilkeseverler çok iyi bilirler ki Rilke’yi
her okuyuş aslında bir yeniden okuyuştur ve büyük bir haz şöleni vaat eder.
20. asrın bu en büyük ozanı, bütün dehasını Duino Ağıtları’na koymuştur
desek yanılmış olmayız. Duino Ağıtları’nda ‘dış dünyaya sırt dönerek ve
bedeninin merkezine girerek, mediatif yoldan dünyanın içine nüfuz etmeye’
çalışan bir şairle karşılaşırız. Deyiş yerindeyse dünyanın ve hatta varoluşun
karanlığının ardındaki ışıkla gözleri kamaşmış bir şairle… Prenses Marie
von Thurn und Taxis Hohenlohe’nin Rilke’ye yazmış olduğu 1913 tarihli o
hayranlık dolu mektuptaki dilekleri Duino Ağıtları ile gerçekleşmiş gibidir;
-şöyle der prenses, Rilke’ye: ‘Şu sizin meraklı gözleriniz var ya, hani
her şeye merakla bakan ve değişik gören gözleriniz, âh onları bir kez de
kendinize çevirip, kendinizi görebilseniz!’ Evet, Rilke, Duino Ağıtları’yla
çevirmiştir gözlerini kendine. Mısralar kendi ruhundan fışkırmıştır bir
anlamda. Tüm gövdesinden boşluğu fırlatmaktır arzuladığı. ‘Yokoluşun bile
bir varlık yolu’ olduğunu kesinlemenin yolunu arar daima! Duino Ağıtları
birçoklarınca dile getirildiği gibi mistik bir ozanın değil, ruhu arayışla
dolu dervişâne edâya sahip bir ozanın kitabıdır. ‘Kitabını yalnızlığa indirdiği
günlerde’ kendisini şiirin içindeki çöle kilitlemiş ve o çölde başlamıştır
yolculuğuna âdetâ.
Kâh düşünen ve isteyen kâh düşünülmezde salınan ve vazgeçen bir ozan olarak
Rilke, hemen tüm kitaplarında olduğu gibi, bu kitapta da varoluşçu bir çerçevede
ilişki kurar ölümle. Zira varoluşçular gibi o da ölümü yıkıcı ya da yok
edici bir unsur olarak değil, bilâkis hayatın inşa edici unsuru olarak idrak
eder. Ölüm, bilinçdışı denizini besleyen en bereketli ırmaktır onda. Şiirini
ölümün bütün varlıklar ile kaynaşması için aracı kılan Rilke, ‘yaşamın içindeki
ölümle’ ilgili düşünceleri bakımından neredeyse şark bilgeleri ile aynı
safta, en azından aynı yöndedir. Görüntülerden ve nesnelerden süzülen dünyevî
bir bilgelik Ağıtlar’da uhrevî bir bilgelikle birleşir. ‘Melek’ bu bileşimin
temel figürüdür. ‘Melek’ figürünü böylesine derin ve kuşatıcı bir biçimde
işleyen bir başka ozan daha yoktur. Hem görünmez hem de görünür-olan’dır
onun melek’i. ‘Her melek korkunçtur’ ama korku onda, Rilke’de, ‘haz’la aynı
anlamdadır çoğu zaman. Kimi zaman hazzın doğurduğu korku, kimi zaman da
korkunun doğurduğu haz… Ağıtlar’ı Lehçeye çeviren kişiye yazdığı mektupta
kitabın merkezini teşkil eden ‘melek’ simgesi için oldukça çarpıcı şeyler
söyler Rilke: ‘Ağıtlardaki meleğin, Hıristiyanlığın meleğiyle hiçbir ilgisi
yoktur; o daha çok, İslâm’ın meleklerine yakındır… Bizim yapmakta olduğumuz,
görünürü görünmeyene çevirme işi, ağıtların meleğinde tamamlanmış gibidir
artık.’
Sonsuz bir imge ırmağında seyreder kendi yüzünü, merkezde olanın çevresinde
bir seyrediş gülü olarak Rilke; tepeden tırnağa bakış kesilmiştir ve görmek
varolmakla neredeyse aynı şeydir ozana göre! Eğer ‘yürek ile düşünmek’ diye
bir şey varsa bunu yeni bir inançsal tavır geliştirerek en bütüncül anlamda
becerendir Rilke. Heidegger’in ‘tasa’sı ile Rilke’nin ‘ağıtları’ hayatla
ölümü ayıran o ince çizgide kışkırtıcı bir biçimde birleşir. Kelimeler tanrısal
bir tınının yüzgörümlüğüdür onda! Yaşam ve yaşam olmayan’ı aynı anda vermek
ister gibidir; Hilmi Yavuz, Rilke’nin hayatından bağımsız düşünemeyeceğimiz
şiiri için şöyle der: ‘Âh, evet hem hüzün verir Rilke’nin şiirleri, hem
bahtiyarlık! Ferahlık duygusuyla baş dönmesi birliktedir onda. Ne yaşamın
olumsuzluğunu olumluya dönüştürür Rilke ne de tam tersini yapar. İkisi bir
aradadır ve elbette aynı ânda! Yaşamı da, tıpkı gül gibi, mezar taşına yazıldığı
üzere, bir saf çelişkiye dönüştürmüştür.’ Bu saf çelişkinin en yüksek perdeden
tezahürüdür Duino Ağıtları. ‘Aynı anda biliyoruz çiçeklenmeyi ve solmayı.’
demiyor muydu dördüncü ağıt’ta Rilke. Çelişkilerden görünmez’in arısı olarak
hem dünyevî hem uhrevî bilgelik emerken varlık’ın sınırlarında gezer daima.
‘Nasıl kuğuya dolarsa Tanrı.’ derken aslında tüm nesnelere, görünen’e de
dolduğunu anlatmak istemiyor mudur bir bakıma Rilke?! İşte bu doluluğun
ezgisidir, yakarışıdır onun şiiri.
Ağıtlar’da ağırlıklı olarak ‘melek’, ‘aşk’, ‘ben’, ‘ölüm’, ‘varoluş’, ‘nesne’,
‘yazgı’ gibi kavramları sürekli derinleştirerek ilerler Rilke. Hayat ile
ölümün bir bütün arz ettiğini, sonsuzluk iştiyakını, derin ama bereketli
umutsuzluğunu ve insanın ödevini işleyen ozanın, Tanrı’nın karanlığını,
deyiş yerindeyse acı ve tutku mumu ile aydınlatmak içindir tüm çabası.
RAINER MARIA RILKE VE DUİNO AĞITLARI
http://www.adalet.org
“Gül ey saf çelişki
Bütün göz kapaklarının altında
Hiç kimsenin uykusu olamamanın sevinci…”
Ölüm için söylenmiş bu dizeler Avusturya’lı büyük şair Rilke’nin mezar
taşında yazılıdır. Rainer Maria Rilke….Yalnızlığın iflah olmaz çocuğu. Arayışın
ve acının tilmizi… Alman asıllı bir ailenin çocuğu olarak 1875 yılında Prag’da
doğar. O zamanlar Avusturya’nın egemenliği altında olan Prag kentinde Almanlar
azınlıktadır. Rilke’deki yalnızlık duygusunun tohumları daha bu dönemde
yeşermeye başlar. Gerisi bildik öykülerden; Sıkıntılı ve sayrılı geçen bir
çocukluk, titiz, haris ve baskın bir anne, çekinik baba, bitirilemeyen Askeri
Okul, yarım kalan Hukuk eğitimi,ancak hep devam eden öyküler, şiirler, yazılar…
İçe dönük bir günce olan ve aslında kendini anlattığı “Malte Laurids Brigge’nin
Notları” adlı kitabında, yalnızın “öteki” insanlarla olan kapanmaz mesafesini
şöyle tanımlar: “Yalnızlardan söz etmemiz, insanlardan fazla anlayış beklemektir.
İnsanlar neden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. Hayır anlamazlar. Bir
yalnızı görmemişlerdir asla; ondan tanımaksızın nefret etmişlerdir sadece.
İnsanlar onu tüketen olmuşlardır. Bitişik odanın, onu baştan çıkaran sesleri
olmuşlardır... Bir av hayvanı gibi barınağını sezmişler ve uzun gençliği
sürekli bir takip altında geçmiştir... Fakat sonra... Bütün yaptıklarının
onun canına minnet olduğunu anlamışlardır; yalnızlık kararında onu desteklediklerini
ve kendilerinden sonsuza kadar uzaklaşması için yardımda bulunduklarını
fark etmişlerdir.”
YALNIZLIK
Yalnızlık bir yağmura benzer,
Yükselir akşamlara denizlerden
Uzak, ıssız ovadan eser,
Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
Ve kentin üstüne göklerden düşer.
Erselik saatlerde yağar yere
Yüzlerini sabah döndürünce sokaklar,
umduğunu bulamamış, üzgün yaslı
Ayrılınca birbirinden gövdeler;
Ve insanlar karşılıklı nefret içinde
Yatarken aynı yatakta yan yana:
Akar, akar yalnızlık ırmaklarca.
Çeviri: Behçet Necatigil
Şair gençlik yıllarını geçirdiği Münih’te tanışır Lou Andreas Salome’yle
… Rilke, Nietzsche’yi, Freud’u şaşkına çeviren ve kendisinden yaşça oldukça
büyük olan bu kadına tam anlamıyla çarpıldı ve evlenme teklif eder.Evlilik
olmaz .Ancak tutkulu bir beraberlikten ayrılacakları sırada Salome tüm oyuncu
kadınlar gibi der: “Sana ancak çok gerektiğim zaman, en kötü saatinde arayacaksın
beni.” Ona birkaç yıl sonra şöyle yazar Rilke: “O zaman da hissetmiştim,
bugün de biliyorum ki, seni kuşatan o sonsuz gerçek, o son derece iyi, büyük
ve üretici dönemin en önemli olayıydı. Beni yüz yerimden aynı anda kavrayan
o değiştirici yaşantı, senin varlığının büyük gerçeğinden doğuyordu. Daha
önce, o aranan durumsayışlarım sırasında, hiç o kadar duymamıştım hayatı,
o kadar inanmamıştım şimdiye, geleceği o kadar tanımamıştım. Sen bütün kuşkuların
tam karşıtıydın; dokunduğun, uzandığın ve gördüğün her şeyin var olduğuna
tanıklık edendin. Dünya bulutlu görünüşünden sıyrıldı, zavallı ilk şiirlerimin
belirli özelliği olan o birlikte akış ve çözülüşten kurtuldum; nesneler
doğdular, yavaş yavaş ve güçlükle öğrendim her şeyin ne denli yalın olduğunu;
ve olgunlaştım, yalın şeyler söylemeyi öğrendim. Bütün bunlar, kendimi şekilsizlik
içinde yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğum bir sırada seni tanımak
mutluluğuna erdiğim için oldu.” Aşağıdaki dizeler sanırız ki bu tutkuyu
daha iyi anlatmaktadır.
BİR TEK SENSİN, SEN
geceleri ağlayarak
yattığımı söyleyemediğim sen,
özü beni bir beşik kadar yoran.
benim yüzümden uyumadığını
bana söylemeyen sen:
bu hasreti gidermezsek
nice olur halimiz?
sevenlere bir baksana,
itiraf etmeye başlar başlamaz
nasıl da yalan söylerler.
sensin yalnızlığımın tek sebebi. tek seni karıştırabilirim.
bir süre sensin o, sonra yine uğultu
ya da iz bırakmayan bir koku.
ah, kaybettim hepsini kollarımda,
bir tek sensin, sen, tekrar tekrar doğan:
sana hiç bir zaman sarılamadığımdan, vazgeçemiyorum senden.
Çeviri:Gülbahar Kültür
Salome’den ayrılmasının ardından Rodin’in öğrencisi, heykeltraş Clara
Westhoff’la evlenir. Olağan bir evlilik demek zordur bu ilişkiye.Eşlerin
yıllarca ayrı yaşadıkları,ancak boşanmaya da yanaşmadıkları bir ilişki.Evlilik
konusunda şöyle diyor şair: “Bu yalnızlığın kapıları önünde ben de sessiz
ve derin bir inançla dolu olarak duruyorum; çünkü bunu, birbirinin yalnızlığını
korumayı, iki kişi arasındaki birleşmenin en yüksek amacı sayıyorum. Çünkü
ancak, derin yalnızlıkları ritmik olarak kesen birleşmeler gerçek birleşmelerdir.”
Sonra Paris, Burada devrin pek çok ünlüsüyle tanışır.Dostluklar arar.. “Militan
yalnızlığım” dediği yalnızlığını her yere götürür çünkü.Bu yalnızlık onun
için artık vazgeçilmez bir varoluş koşulu olmuştur, artık onunla ve onda
barınmaktadır... Ancak ara sıra ve kısa bir süre için gevşeyen, hemen ardından
daha da yoğunlaşan iç gerilimini kentten kente, ülkeden ülkeye taşıyarak
sonuna dek dayanacaktır.
“Rilke’nin yaşama biçimi, şiiri kadar önemlidir. Bu, her şeyden önce, bütün
yaşayışı şiire adamadır; ozanca yaşama, ozanca varolmadır. Genç Şaire Mektuplar’daki
gence sormasını öğütlediği “Şiir yazmadan yaşayabilir miyim?” sorusunu çok
önceden kendine sormuş, “Hayır” cevabını verdikten sonra, hep şiiri için
yaşamıştır Rilke. Hep şiir için yaşamaksa, hayatla sanat arasında zaman
zaman seçim yapmak zorunda kalmaktır, tragedyanın ikilemiyle karşı karşıya
olmaktır. İlk gençlik coşkusu dindikten sonra, geçim zorluklarıyla ve günlük
yaşayışın öbür sorunlarıyla çepeçevre kuşatıldığında da ozan olarak kalabilen,
ozanlığın yüksek bedelini her zaman ödemeyi göze alabilen ve ozan olarak
ölebilen kaç kişi vardır şiir tarihinde?
Hayat-sanat ikilemi karşısında sanatı seçmek, hayatı yadsımak değildir;
kendi yaşayışını sanatı için kullanmak, sanatı için yaşamaktır; bundan amaçsa
(Rilke gibi üstün sanatçılarda) tır.” Ama tüm zıtlıklar ve iniş çıkışlar
içinde Rilke bir sancının adıdır. Kendini antikiteye vurmuş kör bir çocuğun
el yordamıyla bulmaya çalıştığı aydınlığın. Soğuk şatolarda duygusuz ve
duyarsız insanlar arasında daha iyiye ve daha güzele erişmenin çabası vardır
onun ürünlerinde.İnsan duyarlılığını daha derinleştirip geliştirmek, insanoğlunun
görüş alanını genişletmek, bilinç düzeyini yükseltmek, kısacası insanlığın
tam uyanmasını sağlamaya çalışmak;Sanatı, hayatın hizmetine en etkili biçimde
koşmak;
BUDUR BENİM ÇABAM
Budur benim çabam, bu:
adanmak özlem çekerek
dolaşmaya günler boyu.
Güçlenip genişlemek derken,
binlerce kök salarak
kavramak hayatı derinden-
ve ortasından geçerek acının
olgunlaşmak hayatin ta ötesinde
ta ötesinde zamanın!
Başlıca eserleri;”Genç Şaire Mektuplar”, “Görüntüler Kitabı”, “Yeni Şiirler”,
“Saatler Kitabı”, “Resimler Kitabı”, “Orpheus’a Sonnet’ler” ve “Duino Ağıtları”
olarak sıralanabilir. "Saatler Kitabı" Mistik arayışın başlangıcı bağlamında
Rilke şiirinde önemli bir dönüm noktasıdır. Rilke’nin ‘Saatler Kitabı’nı
yazmasında Rusya yolculuklanının ve Salome’nin etkisi büyük olur.
CİDDİ SAAT
Şimdi dünyada nerede biri ağlıyorsa
Sebepsiz, dünyada, ağlıyorsa
Bana ağlıyor.
Şimdi gecede nerede biri gülüyorsa
Sebepsiz, gecede, gülüyorsa
Bana gülüyor.
Şimdi dünyada nerede biri yürüyorsa
Sebepsiz, dünyada, yürüyorsa
Bana gidiyor.
Şimdi dünyada nerede biri ölüyorsa
Sebepsiz, dünyada, ölüyorsa
Bana bakıyor.
Çeviri: Turan Oflazoğlu
Bugün Almanca’nın en çok okunan şairi olarak Dünya Edebiyatına kazandırdığı
“Duino Ağıtları” Lirik şiirin zirvelerinden sayılır.
Konuk olarak kaldığı Adriyatik kıyısındaki Duino Şatosu’nda 1912 yılında
yazmaya başlayıp ancak on yılda (1922 yılı) tamamlayabildiği ağıtlarda yeni
çağ insanının varlık sorunsalına değinmiş bu varlığın mistik kaynaklarına
ulaşmaya çalışmıştır.
On adet ağıttan oluşan eserde her ağıt bir konuyu irdeler.
- 1.Ağıt:Bir girizgahtır.Sonraki ağıtlarda ağırlıklı olarak ele alınan
konuların (Melekler, Ölüm, Sevenler,Kaos vs..) bir toplamıdır.
- 2.Ağıt:Ağırlıklı olarak Meleklerden bahseder.
- 3.Ağıt:Aşkın kaotik korkunçluğu ve vahşiliğini dile getirmiştir.
- 4.Ağıt:Parçalanmış “Ben” duygusunu ele alır.
- 5.Ağıt:İnsanın evrendeki yerinin ne olduğunu ve sanatçının bu ölüm
gerçeği karşısında tavrının ne olması gerektiğini işler.
- 6.Ağıt:Kahraman insan kavramını irdeler.
- 7.Ağıt:Varoluşun ihtişamını anlatır.
- 8.Ağıt:Dünyevi varlıklar arasındaki derin ayrım ve hayvanlar konularını
işler.
- 9.Ağıt:İnsan olmak yazgısı ve bir varoluş biçimi olarak sanatın
değerini anlatır.
- 10.Ağıt:”Ölüm ve yas”a ayrılmıştır.
DUİNO AĞITLARI’NDAN
“…ölüm, bizden öteye dönük olan,
bizim aydınlatamadığımız yüzüdür yaşamın…
gerçek yaşam biçimi her iki
bölgeye uzanır,en büyük kan dolaşımı her ikisi boyunca…
Yapılması gereken burada bakılmış, dokunulmuş olanı,o daha geniş
Çemberin içine almak.
Gölgesiyle yeryüzünü karartan
Bir öbür dünyaya değil bir bütüne ,bütünün kendisine…
Evet bizim ödevimiz,bu
Gidici,dayanıksız olan yeryüzünü öyle derin,
Öyle acıyla,tutkuyla kavramak ki onun özü “görünmez olarak”
Bizde yeniden dirilsin.Bizler Görünmez’in arılarıyız.
**Çılgın gibi topluyoruz gözünüzün balını
Görünmez’in büyük altın kovanında biriktirip saklamak için
Çeviri: Can Alkor
Lirik bir dille kaleme alınan bu ağıtlarda yaşamla ölümün bir birine
zıt olgular olmadığı varlığın değişik görünümleri oldukları , insanın ölümü
kabullenmek zorunda olması gerektiği, basit arzular ve dürtülere dayanan
sevginin uyumsuzluğu, insanın en büyük kavgasının fanilikle boğuşmak ve
onu aşmak kaygısını güttüğü , bilinçleri olmadığı için ölümü hiç umursamayan
ve dünyada özgürce yaşayan hayvanların Tanrı’ya, ölüm bilincine ulaşmamış
insanlardan daha yakın olduğu, insan varlığının sınırlı ve eksikliklerle
yüklü olmasından duyulan derin umutsuzluk işlenir.
İşte ölümü bu kadar duyumsayan Rilke’nin konuya ilişkin bir şiiri :
SON PARÇA
Ölüm büyüktür
Ve biz Onunuz
Gülümsemelerle dudaklarımızda
Yaşamın tam ortasında sanırken kendimizi
Ölüm hıçkırır birden içimizde
Ta içimizde…
Çeviri:Melahat Togar
Rilke’nin yaşadığı 19.Yüzyılın ikinci yarısında ve 20.Yüzyılın .başında
doğadaki her şey mekanik nedensellik Neoromantikler vardı. Başlangıçta dahil
olduğu sembolistleri de aşarak bambaşka bir yol bulan Rilke, varoluş sorunuyla
dolu şiirlerinde nesnenin katı kalıplarını aşabilme başarısını göstermiştir.
GÜZ
Yapraklar düşmede bilinmez nerden
Gök kubbede uzak bahçeler bozulmuş sanki
Yapraklar düşmede gönülsüz
Ve geceler ağır dünyamız kopmuş gibi yıldızlardan
Kaymada yalnızlığına
Hepimiz düşmedeyiz.Şu gördüğün el düşüyor
Nereye baksan hep o düşüş
Ama biri var ki bu düşenleri ellerinde tutuyor yumuşak ve sonsuz
Çeviri:
Acımasız bir bilimsel gerçekliği rehber edinen bu akımlar karşısında
güzellik idealini alternatif olarak getiren Sembolizm, Rilke ile, başlangıçta
Mallarme’ın koyduğu noktadan ileri götürülmüştür.
Kuramcı Mallarme Sembolizmde bir gülden bahsedildiğinde bunun bütün güller
gibi bir gül olmadığını, bütün güllerin güzelliğini kendinde toplayan ve
öbürlerinin düzeyinin üstünde kalan bir gül olduğunu savunmuştu. Rilke seçtiği
objenin geçicilik duvarlarını aşarak özüne inmeye çalıştı ve özdeki kalıcılığı
gözler önüne sermek istedi. Rilke’nin bu arayışı batıdaki objektivist ve
subjektivist anlamdaki güzellikten ziyade İslam-Doğu Estetiğinin ulaşmaya
çalıştığı mutlak güzelliğe daha yakındır ve bu güzelliğin görünen alemdeki
içkinliğine daha uygundur. Aynı şekilde Doğulu bir sanatçı için de örneğin
gül kendiliğinden güzel değildir. Gülün güzelliği Tanrı’nın Cemal sıfatının
bir tecellisidir.
Güzellik kavramındaki görecelik sürekli bir değişim içinde bulunan nesneyi
değişen nitelikleriyle değil , değişmeyen özde soyutlama yapmak yoluyla
kalıcı kılmayı zorunluluk haline getirir.
1910-1911 yıllarında yaptığı Kuzey Afrika gezisinde bir yönüyle Arap/İslam
uygarlığı ile tanışan Rilke’nin sanat anlayışında kuşkusuz bu gezinin önemli
etkileri olur. Onun Doğu estetiği ile örtüşebilen bir takım görüşleri de
bu tanımanın izlerini taşır. Rilke bu gezisi sırasında karısı Clara Rilke’ye
yazdığı mektupta Tunus’un Kayravan kentinde görüp hayranlık duyduğu Arap/İslam
sanatını anlatır.Onun İslam Peygamberi için yazdığı şu şiir sanırız ki oldukça
derin anlamlar ele vermektedir.
MUHAMMED’İN YALVARMASI
Gerçi saklandığı o pek yüce olan yere
Girince o bir bakışta tanınan Melek
Dimdik ve görkemli parıltılar salan
Yalvardı bütün iddialardan vazgeçerek
İzin verilsin diye gezgin kalmasına
Eskisi gibi dalgın bir tacir olarak yani
Okumuşluğu yoktu fazla gelirdi O’na
Bilginlere de görmek sözün böylesini
Melekse buyururcasına gösteriyordu
Levhasına yazılmış olanı yalvarana
Gösteriyor ve istiyordu tekrar:
Oku
Okudu O’ da
Öyleki Melek hayrandı
Çoktan okumuş denirdi artık O’na
Yapabilen di O
Kulak veren ve yapandı.
Çeviri:Melahat Togar
Bir gün, bir dostunun şatosu olan Muzot’da kalırken, şiirlerine tutkun
güzel bir Mısırlı kadın gelir şairi görmeye. Rilke sevinir, ona gül toplamak
için şatonun bahçesine geçer. Eline diken batar gül koparırken. Ağrı artınca,
hekime görünür. İlerlemiş durumda kan kanseri olduğu anlaşılır. İki ay sonra
29 Aralık 1926 da İsviçre’de bir Şatoda ölür. Mezar taşına, kendisinin özellikle
hazırladığı şu mısralar yazılıdır:
“Gül,ey saf çelişki Bütün göz kapaklarının altında Hiç kimsenin uykusu olamamanın
sevinci…”
ve Rodin’i anlattığı şu satırlardaki gibi, o hep aradığı soylular ve
yüksek sosyetenin içinde bile yalnız kalır, yalnız ölür.
“Rodin ün kazanmadan önce yapayalnızdı, ulaştığı ün ise onu daha da yalnızlaştırdı.
Çünkü ün dedikleri de alt tarafı yeni bir ad çevresindeki yanlış anlaşılmaların
toplamıdır.” Belki yaşamı bir dostuna yazdığı şu satırlar gibi bitti. “Ah
kendilerini boşa , olmadık insanlara harcayan bu şairler”
Ölürken, "Bana Salome'yi getirin, beni bir tek o anlar" demesi de belki
bu yüzden.
KAYNAKLAR:
1- A. Turan Oflazoğlu/Rilke-Seçme Şiirler
2- Ahmet Cemal/Rainer Maria Rilke-Bütün şiirlerinden Seçmeler
3- Süha Ergand/Duino Ağıtları
4- Melahat Togar/Seçme Mektup ve Şiirler
5- Beşir Ayvazoğlu/İslam Estetiği
|
|