Güven Turan

Cendere

Güven Turan
 

Anasayfaya
Eleştiri sayfasına


 

Editörün Notu :
Güven Turan 2004 yılında Altın Portakal Festivalinde "Cendere" adlı kitabı ile şiir ödülünü kazanmıştır.  Şair şiirin ülkemizde alışıldiği gibi bir "dayanamayıp ta gelen bir patlama...bir iç boşalması ya da 'allah vergisi' olmadığını, konunun bilinçli bir şekilde araştırılıp, incelenerek, üzerinde çalışılarak ortaya konması gerektiğini söylüyor.  Güven Turan şiiri, süsten uzak, sözcük ekonomisi ile yazılmış, yalın, "susmanın" şiirdir.   Şiirinin betimlemeyen, eylemsiz bir şiir olmasıyla eserleri Japon 'haiku' larına yakın durur.


 

Güven Turan

http://www.main-board.eu/edebiyatcilar/234733-guven-turan.html 

Güven Turan 1943’te Sinop, Gerze’de doğdu, ortaöğrenimini Samsun’da Maarif Koleji’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1968). Aynı üniversitede yüksek lisansını tamamladı (1973) ve İngilizce okutmanlığı yaptı. 19761995 yıllarında İstanbul’da reklamcılık alanında çalıştı. Güven Turan, Dalyan ile 1979 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü, Düş Günler ile 1990 Yunus Nadi Yayımlanmış Öykü Kitabı Ödülü’nü, Bir Albümde Dört Mevsim ile 1991 Yunus Nadi Yayımlanmamış Şiir Kitabı Ödülü’nü, Cendere ile 2004 Altın Portakal Şiir Ödülü’nü, Süregelen ile 2005 Memet Fuat Deneme Ödülü’nü kazandı. Yurtdışında, International Writing Program (ABD, 1980), British Council Cambridge Seminars (İngiltere, 1998), Voix de la Méditerranée (Fransa, 2002) gibi uluslararası etkinliklere katıldı.

Kitapları: Şiir: Güneşler... Gölgeler... (1981), Peş (1982), Sevda Yorumları (1990), Bir Albümde Dört Mevsim (1991), ‹karos’un Uçuşu (1993), Toplu Şiirler (1995), 101 Bir Dize (1996), Gizli Alanlar (1997), Görülen Kentler (1999), ‹z Sürmek (2001), Cendere (2003); Çıkış (2008);
Öykü:
Düş Günler (1989), Zemberek (2009); Roman: Dalyan (1978), Yalnız mısın? (1987), So€uk Tüylü Martı (1992), Üçlü (2002);
DenemeEleştiri:
Kendini Okumak (1987), Bakır Çalı€ı (1994, 2. baskı 2006), Yazıyla Yaşamak (1996); Çerçevenin Dışından (2004), Süregelen (2005);
Çeviri:
Aşk ve ‹syan (K. Rexroth’tan seçme şiirler, 1991), Sınırsızdır Şiir (M. Holub’dan seçme şiirler, 1993), Seçme Şiirler (L. Glück’ten, 1994), Seçme Şiirler (W. C. Williams’tan, 1995), Seçme Şiirler (H. D.’den, 1995), Demir Adam/ Demir Kadın: T. Hughes (2001), Raşid’in Dürbünü (J. Mahjoub, 2003), Garbiyatçılık (Ian BurumaAvishai Margalit, 2009).

 


http://www.facebook.com/group.php?gid=44842691318

Şiirin geleceği: bir ütopya

Bir zamanlar ütopyalar vardı. Bir gelecek düşünüldüğünde zamanın bütün olumsuzluklarından arınmış, bütün olumsuzlukların karşıtı bir dünya düşlerdi insanlar. Sonra çağımız geldi ve şu muhteşem yirminci yüzyıl bize getire getire anti-ütopyaları getirdi. Geleceğin dünyası, güncel olumsuzlukların arındığı, mükemmelin bulunduğu, bir dünya değil de aksine ne kadar olumsuzluk varsa onların en uca itildiği, abartıldığı bütün umutları yırtan bir kara delikti... 1948'de, 1984 düşünüldüğünde bile, inanılmaz bir korku dünyası bekliyordu bizi... Şimdi yirminci yüzyılın sonu yaklaşırken, ütopyalar bile görünmüyor ortalıkta hâlâ. 1984'ün, Brave New World'ün tutmamasının getirdiği sakınmayla olacak, anti-ütopyalar da iyice azaldı.. Gene de geçenlerde, bir Türk sanat-kültür dergisinde bir ütopya yazımı yarışması, büyük ölçüde anti-ütopya lekeleriyle dolu örnekler sergilendi! Gençliğimde, kötümserliğin bir gereklilik olduğu o yirmili yaşlarımda bile, her şey için, hatta aşk için bile anti-ütopyalar geliştiriyordum ama, şiir için sadece "ütopyalar" vardı benim için. McLuhan'ın "küresel köy"ü (global village) içinde, şair daha güçlü olacaktı... Elektronik iletişim araçları (TV, radyo, sonra kaset teypler, videolar, şimdilerde kablolu TV, uydu yayınları, CD, CVD... Yarın öbür gün holograf...) şairin "küresel köy"deki uzantıları olacaktı... '60'lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nde şiir okunan salonlar dolup taşıyordu. Uzunçalarlarda şiir plakları pop şarkıcılarınki kadar satıyordu. Sovyetler Birliği'nde Voznesenski'nin şiir okuduğu yer, bir salon değil, stadyumdu! Bütün bunlar bugün azalmış mı görünüyor? Bu beni kötümserliğe itmiyor. Şiir tükeniyor yargısına vardırmıyor... Şiirin bugünkü durumunu ben, dünyamızın kitsch kültürüne karşı kendi suları arkasına çekilmesi diye adlandırıyorum. Şiir bugün gene okunuyor, gene şiir kasetleri yapılıyor... Ama artık bir pop kültür yaygınlığı değil sözkonusu olan. Şimdi şiirin okuru daha bilinçli, daha hazırlıklı, daha donanımlı uzanıyor bir şiir kitabına... Şiir köklerine dönüyor yeniden... Gelecekten söz etmek, bize her zaman geçmişten söz etmeye fırsat verir. ya da ne zaman gelecekten söz etmek istesek, mutlaka geçmişe de uzanmak zorundayızdır. Evet, T.S. Eliot'tan bir alıntı yapacağım burada. Hem de tahmin ettiğiniz alıntıyı: Time present ant time past / Are both perhaps present in time future / And time future contained time past.

güven turan

İzmir

Kuruyan incir
kuruyan tütün
üzüm
çürüyen bir su

Kovada bir
sevgi

Bu kent hiç göstermedi
sana
gizli yüzünü
kabahat sende

Hep geçişi yaşadın
bir sokağının
adı bile yok aklında Hiçbir kent
vermez sevgilisini
bir sevgiliyle dolaşmadan
içinde
öpüşmeden kuytularında

Sen daha bekle.



Eskişehir

Telaş içinde
binilen
ağır ağır inilen
karantina sarısı bir
gar

Tozlu bir
hemzemin geçit
Cer atölyesi
raylardan bir
rüzgârgülü

Böyle yaşadın bu kenti
yıllar yılı

İçinde ilk kaldığın gece
ve günleri
ağır bir ameliyatın
izleri gibi taşıdın

Bir sabah
çok erken bir saatte
bir nisan sabahı
Kampüs’ün Japon Bahçesi’nde
başını göğe kaldırdın
bir kartalın döne döne yükseldiğini
gördün
pençeleri arasına almış güneşi

Affettin.


Dönüş tamamlandı

http://www.radikal.com.tr/

Beş kitaplık serüvenden başlangıçla sonun arasında giderek derinleşen, teknik yapısını, özelliğini koruyan sımsıkı bir şiir çıkıyor ortaya. Mevsimlerin, renklerin, kokuların insan üzerindeki etkileri kısa, özlü, vurucu, düşündürücü, imgelerle işleniyor özgün bir biçimde

GÜLTEKİN EMRE

Gizli Alanlar’la farklı bir şiir yolculuğuna çıkan Güven Turan, Dönüş’le tamamlıyor benzersiz, birbirine eşit gün-gece arasındaki gelgitini. Beş kitaplık serüvenden başlangıçla sonun arasında giderek derinleşen, teknik yapısını, özelliğini koruyan sımsıkı bir şiir çıkıyor ortaya. Mevsimlerin, renklerin, kokuların insan üzerindeki etkileri kısa, özlü, vurucu, düşündürücü, imgelerle işleniyor özgün bir biçimde. Aşkın, ayrılığın, tenin, kavuşmanın, benin, benliğin, ruhun derinliklerine inip çıkarıyor insanı bu beş kitaptaki izler, izlekler, resimsel görüntüler. İnsanın ‘gizli alanlar’ına evrilip oralardan şiirler devşiriyor Güven Turan, izleri izleyerek, cenderelerden geçerek, çıkış yolları arayarak varıyor başladığı yere. Bir daire çiziyor kendi içindeki duygu sarmallarıyla, fırtınalarla, gölgelerle, aydınlık karanlık arasındaki dar geçitlerden patikalara ağarak. Geceyle gün arasındaki hayatın tüm kıvrımlarında kendini bir yolcu gibi duyumsuyor. Sonra uykuyla uyanıklık arasındaki düşlerin dünyasına da sığınıyor. Aradığı aşktır, içindeki alevi sunacağı bir sevgilidir; karşındakinin yüreğine sığınıp orada var olmaktır yani. ‘Derinliğin dorukları’dır içine çekildiği.

‘Uzak’ gerçektir. ‘Pamukşekerleri’yle ‘şimşek mavisi’ arasında renk benzerliği ‘Elektrik’ akımın rengine gönderiyor okuru. Belirsizliğin izleğidir sessizlikler. Fotoğraflara bakarız, göremeyiz silinip gitmiş yüzleri. Yinelenen imgedir ‘Siyah inciler’. Kimi zaman saçılırlar ortalığa, bazen tek tek toplanmaya çalışılır. ‘Fırtına öncesi’ sessizliğe benzetiliyor ‘Donuk ışıltılar’ barındıran ‘Siyah inciler’. Bunlar ‘Kimin boynuna yakışır’ acaba? Hele sevgiliyi ‘çıplak’ düşlemek benzersiz, pahalı incilerle. ‘yatak odasının kapı / önünde duran’ biri vardır, bir ‘düş’ müdür, yoksa bir kadın mı? Açık değildir sürülen izler. ‘Yalnızlık’ ise hep vardır insanın doğasında, düşlerinde, günlük yaşamın en hareketli anlarında.

Duygular ve zamandır silinen


Aslında ‘karmaşa’nın şiiridir yazılan. Bazan ‘İki duvar arasında/ mevsim yok’ diyecek kadar karamsar. Aylar kendi içinde insanın ruhsal dünyasındaki gelgitin fotoğrafı gibidirler: ‘Dal yok/ gri ile limonküfü’, ‘Kasım’. Sonra ‘kent’ de parçalanmayı, bütünleşme özlemini -  ‘Çapraz ateşinde/ biçilmiş ruh’- dile getiren bir metafordur. Işıksızlık yineleniyor kitaplar boyunca, çıkış yolu aranıyor karanlıklardan, karamsarlıklardan, gölgelerden ‘Kristalin kesik ucunda / kırılma ve yansıma’lardan. Belirsiz bir ‘kimlik’ dolaşıyor şiirlerin çatısında birinci tekil şahıs boy gösterse de. Onun için ‘Ateş yok’tur, ‘Soğuk’ vardır ‘düş’ kurdurmayan. Gece, kapanır insanın üstüne, bir yere bırakmaz insanı. ‘Aydınlanma’ gecikir hep. Kıyı, deniz, güneş... sevinç vermez, hüzün sağar şair buralardan. ‘Kararan batı’dır, ‘ağır ağır’ tükenen ‘bir dolunay’la manzaranın fotoğrafı çekilir.

Bazen duygular, bazen de zamandır silinen; biten bir aşkın yarattığı sıkıntıdır. Sessizlik hep vardır. Yitirileni bir başka dilde, mekânda bulmak olanaksızdır çoğu zaman. ‘Aydınlığın teni/ gece’yse, ‘Tutkunun / başka duyuları da / var’dır. Yani ‘Yolculuk içinde / yolculuktur’ beş kitabın ortaya koyduğu. ‘Yolun yolcusuzluğu’dur belki de. ‘Ten’ bir yolculuksa sevgilinin dünyasında ‘aşkın kıyısı’ buradadır işte ‘Hep aynı / izi sürmek’ için. ‘Soluk’lanmak ‘ten’den başka bir yerde değildir çünkü. ‘Ten / bekleyecektir’ her zaman bir başka teni ‘İncinin taneleri’ gibi. Kimi zaman söz susar, yok olur, siler kendini, yerini ‘dokunuş’un büyüsüne bırakıp. Bu durumun gölgesi yoksa, yaşanan bir şeyler vardır ‘Puslu’dur, çünkü ‘Sezgi yanılmaz’. ‘Durgun’ duruş kendi içinde ‘fırtına’dır esip duran ‘Sessizlik’in ‘çığlık’ olduğu gibi. Öyleyse ‘Yaşam / yanıltır’ çoğu zaman. Dışarısı içerisi arasında bir devinimdir söz konusu olan ‘Yabancı’nın. Yani ‘Çıplak ten / gizi giyinmektir’. Giz, ‘Dilsiz’ de olsa hayatın gözü kulağı, sezgileridir. Gövde gövdeye döküyor içini, ‘dökümünü’. Sorularla süren uzun bir yoldur şairin gözüne kestirdiği: ‘Bugün ne yaptın’la ‘Dün döner mi’ arasında ‘Hep aynı düşü / görmektir’ silinen yazılarda. ‘Uyumak// Uyanmak’ arasındaki dünyaya doğar ‘çocuk’ koklayarak kokuları, korkuları etinde duyumsayarak. Kabuk tutmaz yaralar, yaralayan fotoğraflar göze gelir arada sırada. Yolcunun çıktığı bu şiir yolculuğunda dilinden başka sığınacağı bir ‘Yurt yok’tur. ‘Yol yıldır’maz, korkutur yalnızca. ‘Çıkış’ ise her zaman hem ‘yitirilir’ ‘Dil mühürlü’ olsa da, hem de bulunur. Gece’yle Gün arasında süren bir yolculuğun ‘metafor’larıdır ‘İç ve / dış’ dünyadaki ‘Yalnızlık’ın elinden tutan.

Sorgulama hep vardır usun bir yerinde: ‘Yeniyetmeliğin/ nerede’, ‘İlkgençliğin/ nerede’. Sonrası ‘Sessizlik’. Onun için ‘Yazmak/ uçurumun kıyısında/ tutunmaktır’, başka ne olacaktı ki? ‘Yaşam bir sabah/ kalkıp/ yeni bir ateş yakmak mıdır’. Yani ‘Her sabah’ bu değil mi gözümüzü açar açmak gördüğümüz? ‘Karanlığın ucundaki/ ağarma’dan başka nedir ki hayat?
ORHAN KAHYAOĞLU

DÖNÜŞ
Güven Turan
Yapı Kredi Yayınları
2010
58 sayfa
9 TL.
 



Yalnızlıklardan içe 'çıkış'...

01/02/2008

Edebiyat ve yazında dilin özgüllüğünü, ilk kez Güven Turan'ın ilk kitabı, Dalyan romanını okurken kavrayanlardandık. O güne kadar okuduğumuz romanların kurgu anlayışına, üslubuna, dili kavrayış biçimine ve olay örgüsüne hiç benzemiyordu bu romanın örgüsü.

ORHAN KAHYAOĞLU

Edebiyat ve yazında dilin özgüllüğünü, ilk kez Güven Turan'ın ilk kitabı, Dalyan romanını okurken kavrayanlardandık. O güne kadar okuduğumuz romanların kurgu anlayışına, üslubuna, dili kavrayış biçimine ve olay örgüsüne hiç benzemiyordu bu romanın örgüsü. Sonraki yıllar, Turan'ı araştırıp izledikçe, onun başta şiir olmak üzere edebiyatın hemen her alanında, aynı özgünlük ve edebiyat tavrıyla ürünlerini ortaya çıkarışına şahit olduk. Şiir ve eleştiri yazıları, onu tanıdığımız yılların çok eskilerine uzanıyordu. Bu iki alana da 1962 yılında başlamış, özellikle bu iki alanda kendine özgü bir edebiyat tavrını alttan alta geliştirmişti. Ancak, özellikle şiiri, sonradan izleyince de gördüğümüz gibi, 1960'lar ve 1970'lerin şiir atmosferine, akımlarına ilgi göstermez bir mahiyetteydi. Kendine has bir izlenimciliğe denk gelen, söz sanatlarının abartılı büyüsüne hiç kapılmamış, doğa ve insan doğasının tüm sadelik ve dinginliğiyle varolan bir şiirdi bu. Bunda, eğitiminin de etkisiyle, Anglosakson şiirinin önemli bir payı olsa gerekti. Bu şiirin hakikiliği ısrarla hiç görülmedi mi, yoksa şair bilinçli olarak dönemin şiir atmosferinin özenle dışında mı durdu bilmem, ilk şiir kitabı, neredeyse ilk şiirini yayımlayışından tam yirmi yıl sonra, 1981'de çıkacaktı: Güneşler... Gölgeler...

İlk şiir kitabından bu yana, şairin şiiri algılayış ve geliştirmesi noktasında köklü bir değişime aslında hiç rastlanmadı. İçinde yaşadığı toplumun ortak duyarga ve söylemlerinin sıkça dışında duran, dilin ve sözcüğün kendisini, devamlı sorun olarak düşünen, insan doğasındaki eğrilme ve bükülmeleri ilginç metaforlarla şiirleştiren bir şair çıkmıştı ortaya. abartılı imgelerden hep uzak durdu bu şiir. Sözcük tasarrufu belirginleşti. Ama, daha sonra, bunun, sözcük tasarrufunu aşan bir şiir tutumu olduğunun da farkına varacaktık. Önemli ve çekici olan, 'artistik' bir şiir tavrından özenle uzak durmasının yanında, tamamen kendinin olan bir şiiri kurmasıydı.

Şiirin yenilenmesi


Şairin, 1981'den 2003'e toplam on şiir kitabı yayımlandı. Şiirinin renklerinde, tonunda, algılanışında tabii ki birtakım değişimler yaşanmıştı. Özellikle de Gizli Alanlar adlı kitap, aynı şiirin yenilenmesi, biricikleşmesi çabasının açık göstergesiydi. Gitgide yalınlaşan, çıplaklaşan bir şiirdi bu.
Bireyin durumları, ruh halleri, en önemlisi de doğası şiirde su yüzüne çıkmıştı. İnsan'ın, doğanın ve insan doğasının 'gizli alanlar'ında gezinen bir şairle başbaşaydık artık. Sözcük kadar, 'söz'ün büyüsü de kuşatmıştı bu şiiri. Doğanın yanında, şiirde yaratılan anlam dünyası da belirleyiciydi. Öte yandan, sözcüklerde bir minimumlaştırma çabası görülmekteydi. Sözcük ve dizeler arasındaki hem ses, hem de anlama dair boşluğu okur tamamlamak zorundaydı. Bu şairin kendine has bir giz dünyası oluşmuş; şairin doğası olsun, tanımladığı doğa olsun sözcük ve sözlerin arasında saklıydı. Belki her okur, bu şiiri apayrı çağrışım ve anlam dünyası için okuyacaktı. Nesneler de bu noktada, şiirde özel bir önem taşıyordu. İnsan doğasına en çok çarpan nesnelerin yarattığı giz oldu bu şiirde. Bu üçleme İz Sürmek ve Cendere kitaplarıyla tamamlanmıştı. Her yeni kitap, özellikle de Cendere, üçlünün son cümlesi olarak, doğa-insan doğası ikiliğinin tüm incelikleriyle bu kitaba seçkin biçimde yedirilmesi anlamına geliyordu.

Güven Turan'ın şiir kitapları, yine de sık aralıklarla çıkmıştı. Ancak, Cendere'den bu yana, yaklaşık beş yıldır bir beklenti halindeydik. Nihayet, kısa süre önce, şairin Çıkış adlı yeni kitabı yayımlandı. Şairin duygusal olarak Cendere'de gerçekten bir cendereye girdiği, bir tür kayboluşun sancılarını yaşadığını kitabı bugün de okuduğumuzda sezinleyebiliyoruz. İnsanın, iç dünyasındaki yani doğasındaki cendereyle, içinde bulunduğu yolun hatta patikalar içinde kayboluşunun sonunda bir 'çıkış' bulması mı bu kitap, henüz kestiremiyoruz. Ama, şunu biliyoruz ki, şair, hâlâ Gizli Alanlar'ının dışına, ötesine henüz çıkamamış. Evet, bir tür 'dizi' gibi düşündüğümüz ve andığımız üç kitabın dördüncüsü durumunda Çıkış kitabı.
Önceki kitaplardaki ilginç sürekliliğin bir 'çıkış' noktasına geldiğini düşünüyor şair. Bunu, kendi doğasında daha belirginleşen bir dinginleşme süreci olarak da düşünmek lazım. 'Yolculuk', açık veya kapalı yeni kitabın da temel izleklerinden biri. Öte yandan, hem gece, hem gündüz; yani hiç es verilmeden yapılan bir yolculuk. Şairin, çocukluğuyla yaşadığı bugün arasında da gizil bir yolculuğun incelikli olarak bu kitaba, bu tek şiire alttan alta işlendiği açıktır. Yaşam ve geçmiş sorgulandıkça bir çıkış yolu olamayacağının farkına varmalıdır şair. Ama, bize sorarsanız, çıkış henüz bir düş durumundadır. Ama, bu da önemli bir merhaledir. Çünkü, şair şimdiye kadar bunun da ayracına henüz varmamıştır. Belki biraz, bu kitapla birlikte.
Çıkış dahil dört kitabın da, temel izleği hep yalnızlık olmuştur. Yalnızlıklar katlandıkça yollar da çatallaşacaktır. O zaman bu çatallı yolculuğun gitgide içselleşmesi kadar, dünyada da varolması gerekir. Yolculukta, Antartika, Ant Dağları ve çöller de imlenmektedir. Artık, dış dünyanın bir nebze daha farkına varılmaktadır. Bu varoluş, bir tür 'çıkış' olarak da umut edilebilmektedir kitapta. Doğa bir kez daha, yeniden keşfedilmeye başlanmıştır. Gizli Alanlar'da bir nebze de olsa bir açılışın, bir hedefin izlerine rastlanır. 'Kent'in, 'bahçe'nin, 'dağ'ın daha bir farkına varılmaktadır. Varlıkla yokluğun hep içinde, ara yollarında gezinen bir şiir belirmiştir Çıkış kitabında.

Yaşam korkusuna karşı


Şairin baştan beri korktuğu hep yaşamın kendisidir. Bu kitapta da öyle. Bunu azıcık da olsa yenme çabasına rastlanır kitap boyu. Gündelik hayat yine hiç yoktur. Ama, şairin, ona teğet geçme çabalarını Çıkış'ta hissetmemek mümkün değildir. Azıcık da olsa 'ben'ine varoluşuna açık bir sahip çıkış çabası, bir yol arayışı dikkat çekmektedir. Bu şairin, baştan beri, gecesi de gündüzü de karanlıklar aslında. Onu hep karanlık kılan dipteki yalnızlığıdır. Bu kitapta, azıcık da olsa dış dünyaya dair anlamlı göndermelere rastlanır. Turan, imgeci bir şiiri ısrarla yazmaz. İçindeki yolculuğu, daha çok izlenimci bir edayla şiirine taşır. Tutkunun tekrarından kaçar. Sözcüğün çağrışımı, çokanlamlılığı ve yarattığı ses her şeyin önüne geçer. Şiirde yer yer pastoral bir hava varmış gibi gelir. Ama, dikkatli okunduğunda direkt bağı olmadığı anlaşılır.

Güven Turan Çıkış kitabıyla da, bir rafineleşmeden çok insanın doğası ve doğanın girift iç içeliğini, farklı düşünce biçimlerine yollar. Yalnız 'ses'te değil, düşüncedeki boşlukları da tamamlamaya iter okuru. Gerçeklik bu şiirde hep uzaklarda durur. Sadelikten çok saflığın, insanın hallerinin, iç dünyadaki patikaların izini sürer. Çıkış'ın henüz bir düşsel durum olduğunun şair ne kadar farkındadır bilinmez. Onun doğasındaki gizil patikaların kolay noktalanmayacağı açıktır. Böyle olmazsa, şairin, bu biricik şiirini kurması, çoğaltması ve sürdürmesi gerçekten zor olacaktır. Sözcükleri azaltmak ve ayıklamakla çözülecek bir mesele değildir bu. Şair de bunun farkına varsa gerektir. Dalyan romanıyla tanıdığımız bu şairin bırakın imgeyi, sembollerden bile özenle uzak durup, gizemli bir yalınlığa yolculuk halinde olduğunu söylemek gerekir. Çıkış'ı bu kitapla azıcık da olsa bulmuş olabilir. Ama, bu şiirle onun nereye çıktığı, çıkacağı hep soru işareti olmaya devam edecektir.

ÇIKIŞ
Güven Turan, Yapı Kredi Yayınları, 2008, 58 sayfa, 4 YTL


http://www.yitikulke.com/guven-turan-ile-soylesi.html

Güven Turan ile Söyleşi
 

Güven Turan ile “Üçlü” üzerine konuştuk…Söyleşi: Kadir Aydemir

Güven Turan’ın yazdığı romanlar Üçlü adıyla yeniden kitaplaştı. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitapta yazarın, Dalyan (1978), Yalnız mısın? (1987), Soğuk Tüylü Martı (1992) adlı romanlarını bir arada bulmak mümkün. Bilindiği gibi Güven Turan, Dalyan ile 1979 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü almıştı.
Kendisiyle Üçlü üzerine konuştuk…

-Üçlü’de, neredeyse sekiz dokuz yıl arayla yazılmış olan romanlarınız bir arada bulunuyor. Yazarlar yapıtlarına kendilerinden ve yaşadıkları dönemlerden çok şey katarlar, deriz hep. Sizin eserlerinizde de üç ayrı dönem -rahatlıkla- sezinlenebiliyor, öyle değil mi? Sizi bu üçlemeye götüren şeyler nelerdir?

Bu romanları bir “üçleme” oluştursun diye yazmaya başlamamıştım, onun için de “üçleme” demedim “Üçlü” dedim… Bir bakıma, Ortaçağ sonlarıyla Rönesans başlarında yaygın olarak görülen “triptych”ler gibi… Üç panodan oluşurdu bunlar ve orta bölmede Meryem (çocuk İsa’lı ya da İsa’sız) bulunur, iki kanatta bulunduğu yere bağlı olarak, kentin, kilisenin ya da sahibinin azizlerinin resimleri yer alırdı. Bosch, bu üçlü yöntemi tümüyle çılgın bir biçimde ele almıştı bugün, Madrid’de, Prado Müzesi’ndeki Dünyevi Hazlar Bahçesi adlı harika triptych’inde örneğin! Benim Üçlü, daha çok Bosch’un yapıtına benziyor! Bu üç roman, 1970 başıyla 1980 ortaları arasını belli bir bakış açısından, yansıtmaya çalışıyor.

-Üçlü’nün ve sizin ilk romanınız olan Dalyan’daki karakterlerde, hayata karşı bir boş vermişlik, duygu ve davranışlarda yer yer garip isteksizlikler gözlemliyoruz…

İlkgençliğimde Varoluşculuk’tan, Schopenhauer’den, Nietzsche’den, Kierkegaard’dan, Camus’den çok etkilendim ben… Bir de benim öyküleme tekniğim, dışardan bakma üzerine kurulu. Bakıyor ve yorumsuz yansıtıyor gizli anlatıcı romanları. Yorum okura bırakılıyor… Dalyan’ın adsız kişisi, gerçekten tepkisiz mı, tepkisizse, neden? Ben vermiyorum bu soruların yanıtını, okurun değerlendirmesine bırakıyorum.

-Yalnız mısın? romanının kahramanı Orhan’la, Soğuk Tüylü Martı’nın ana karakterlerinden Uğur’un yolları Yeniköy’de bir kahvede kesişiyor. İki roman arasındaki bu narin ayrıntı ile neyi vurgulamak istediniz? Bu geçişte bir soru işareti var mı?

Daha Dalyan’ı yazmaya başlamadan bir üçleme kurma niyetinde olmadığımı söyledim ama, Yalnız mısın’ı yazarken, Dalyan’la bağlantı kurdum. Örneğin Dalyan’da adsız kişi, güneydeki adsız şehirde (ki tümüyle kurmaca bir yer orası, başlangıçtaki Ankara’nın neredeyse milimetrik gerçek olmasına karşılık) otelde balkondan aşağıya bakarken alt balkonda bir kadınla erkek görür… İşte onlar, Yalnız mısın’ın Verda’sı ile erkek arkadaşıdır! Ve Yalnız mısın’da Orhan’ın gittiği Yeniköy’deki kahvehanede Soğuk Tüylü Martı’da Uğur aynı anda vardır! Bunlar, bir açıdan olasılıkların saçmalığı (Varoluşçu anlamda) üzerine benim bir tür dalga geçmem… Ciddi bir açıdan bakıldığında ise, Görecelik (Relativity) Kuramı ile de açıklanabilir… Nasıl isterseniz… Her ikisi de geçerli.

-”Üçlü değişim noktasında oluşumun / ben de yorgunum kendimi kendime gizlemekten” yıllar önce yazdığınız bu dizeler Dalyan’ın yazıldığı zamana denk düşüyor. Üçlü sözcüğü romanların ortak adı için bir tesadüf mü, yoksa bilinçli bir tercih mi? Bu üçgeni biraz açar mısınız?

Şimdi de Yaz Üçgeni diye bir roman yazıyorum! Hızla da ilerliyor… Üçgen, garip bir formdur. Hem sabit ve dengededir hem her an devrilebilir… Özellikle eşkenar üçgenler bende bu garip, ikilemli, ikircikli duyguyu uyandırır. Romanlarımda da bu ikilemli, ikircikli duyguları ele almayı seviyorum. Üçlü ilişkilerin dengesizliği gerçekte, biri sabit, ikisi değişken, ikili ilişkilerden kaynaklanıyor kanımca. Üçgen üstelik müthiş gergin bir form… Üçlü ilişkiler de böyle değil midir?

-Güven Turan, romanlarından insanlara nasıl bakıyor? Şiirlerinizdeki gözeneklerden mi yoksa kendi deyiminizle “Unutulmuş bir evin unutulmuş camlarından” mı?

Daha çok, bir kalenin mazgalından! Kierkegaard, “hüzün kalemdir benim,” demiyor mu günlüğünde? Aragon da “mutlu aşk yoktur” demiyor muydu? En ala ala hey yaşıyor diye suçlanabilecek Soğuk Tüylü Martı’nın Uğur’un bile içinde ölüm içgüdüsüne bulanmış bir hüzün taşımıyor mu? “Unutulmuş bir evin unutulmuş camlarından” bakıldığında da aynı derecede uzaktır her şey. Aynı derecede “flu”dur… Sahi, bunlar benim insanlara bakışım değil, benim kişilerimin, insanlara ve dünyaya bakışlarıdır, aman karıştırmayalım bu iki bakışı!

-İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiş bir yazar olarak, romanlarınızda İngiliz Edebiyatının özellikleri görülüyor mu? Örneğin cinayet olgusunu sıklıkla işlemeniz buna bir kanıt olabilir mi?

Evet, bu espriyi sık sık da yaparım: İnsan bir lise, iki doktora denemesi, bir yüksek lisans, bir lisans boyunca (toplam 10 yıl mı ediyor?) Shakespeare okumuşsa, şimdi de sık sık açıyorsa bu hazretin kitaplarının kapağını, hayatı cinayetsiz düşünemez elbette! Kaldı ki, kansız cinayetleri de az değildir hayatın! Hatta, kansız cinayetler daha bile ürkütücüdür. Şaka bir yana, bu üç romanda, toplumsal şiddetin bireysel dışavurumlarıydı, anlattıklarım. Kültürel yapılanması ne olursa olsun, bir yabancı da olsa, bir süre sonra içinde yaşadığı toplumdan arınamaz hiç kimse. Birey, en eğitimlisinden en eğitimsizine, sosyal olarak en yükseğinden, en yoksuluna, toplumla aynı yapısal özellikleri taşır bence.

-Romanlarınızda bazen düzyazıdan koptuğunuz ve şiir diline çok yaklaştığınız oluyor… Bazen şair kimliğiniz ön plana çıkıyor sanki…

1959′da, daha edebiyatçı olmaya karar vermem bir yana, aklımdan bile bunu geçirmezken, çok yakın aralıkla, Yaşar Kemal’in İnce Memet’ini ve Faulkner’in “Delta Autumn”unu (Delta’da Güz), Virginia Woolf’un Deniz Feneri’ni okumuş ve bu yapıtların betimlemeleriyle, hele hele ilk ikisinin girişleriyle büyülenmiştim. Romanı şairce yazmayıp romancı gibi ve romancı olarak yazmaya çaba gösteririm. Gene de özellikle betimlemelerde, görsel dil, şairliğimi yardıma çağırıyor sanırım.

-Üçlü’de yer alan üç romanda da erotizmi kullanış şekliniz göze çarpıyor. (Ateşli sevişme sahneleri, baştan çıkartıcı oyunlar vb.) Kimi şiirlerinizde de lirik bir dille erotizmi işlediğiniz olmuştu… Güven Turan için edebiyatta erotizm nerede saklanıyor?

İnsanın doğasında! İnsanı insan yapan öğelerden biridir, cinselliği doğal üreme içgüdüsünden sıyırıp, salt çiftleşmeden çıkartıp, onu saf haz duygusuna dönüştürmesi. Cinsellikteki saf haz duygusudur işte bence erotizm. Erotizmdeki saflık çocukça bir saflıktır, bir oyun saflığıdır. Cinsellik oyunbazlığını, saflığını yitirdi mi yaratıcılıkta, pornografiye dönüşür. Şunu da belirteyim, ben pornografiye de karşı değilim. Yetişkin insanlar arasında karşılıklı kabul üzerine kurulu her türlü cinsellik deneyimi, bireysel özgürlüğün temellerinden biridir kanımca.

-Bir şiirinizde “Aynı izlerden geçmemek için / Gözlemle yetindik denemedik betimlemeyi” diyorsunuz… Romanlarınızla aynı yıllarda yayınlanan diğer romanlar hakkında kısaca ne düşünüyorsunuz? Ötekilerin betimleme sanatını başarılı bir şekilde kullanabildiklerine inanıyor musunuz?

Ben hem şiirimde hem anlatımda (öyküde ve romanda) genel eğilimlerden, kabul gören yaklaşımlardan özellikle kaçmayı seçtim. Dalyan, 1978′in son aylarında çıkmıştı; 1976′da yazmaya başlamıştım… Bu romanımdan bugüne gelen süreç içinde elbette çok sevdiğim, önemli bulduğum, hatta okuyunca sarsıldığım pek çok kitap çıktı… Özellikle betimlemelerine takıldıklarım oldu mu? Anımsamıyorum şimdi.

-Güven Turan sonrası için neler hedefliyor?

Üçlü’nün yayımlanışı galiba etkiledi beni, yeniden roman yazma heyecanı verdi… Yukarıda da söyledim ya, yeni bir roman yazıyorum şimdi: Yaz Üçgeni. Niyetim, önümüzdeki yıl bitirip, çıkartmak bu romanı. Şimdilik iyi gidiyor. Bakalım… Bu konuşma hep roman üzerine oldu, romanla da kalsın, şiir çalışmalarımı karıştırmayayım buraya…

 

 

Güven Turan Şiiri’nde Doğa, Zaman ve Tensellik

http://www.imrentuzun.com/guven.html 

Doğa

Doğduğumuz ve çocukluğumuzu geçirdiğimiz coğrafyanın, doğayla ve zamanla ilişkimizin şekillenmesinde önemli bir yeri vardır. Eğer, hayatımız küçük bir kasabada ya da kırsal kesimde başlamışsa, doğanın insan yaşamı üzerindeki etkisini daha çocukluktan itibaren duyumsarız. Gün içerisinde, farklı mevsimlerde doğanın değişkenliği bizi daha çok etkiler. Öyle zaman gelir ki, doğanın gücü karşısında insanın çaresizliğine tanık oluruz. Oysa, kentte doğup, büyüyen bir çocuk, doğanın gücünü ve ne kadar önemli olduğunu kırsal kesimde yetişmiş bir çocuk kadar algılayamaz.

Kocaman mavi bir gökyüzü, boşlukta bazen koyu gri bazen de bembeyaz bulutlar, kapkaranlık ya da yıldız dolu geceler, ansızın başlayan yağmurlarla gelen ve bir türlü bitmek bilmeyen kışlar, ilkbaharı yaşamadan gelen yazlar… Bizim dışımızda gelişir doğa olayları ve biz genelde onun seyircisiyizdir.

Güven Turan’ın şiiri de, yukarıda vurguladığım küçük kasabada yaşamış olmayı ve bu nedenle doğayla iç içeliği yansıtır. Doğayla ilişkisinin izlerini, “Görülen Kentler”de yer alan “Gerze” şiirinde görüyoruz.

GERZE
 

Doğdun burada
burada bulutların
geçişini gözledin
burada
atmacan oldu
kedin
pavurya avladın
yosunlarda kaydın
ıslandın
yunus olduğunu öğrendin
tifrin balığının
sokak savaşlarına katıldın
mahallende
erik çaldın kendi
 bahçenden

Her şey oturuyor yerli yerine
zambak kokusu
hamsi sisi
Nergizli Yazı
Acısu
hepsi
… ( görülen kentler, sayfa 7)


Bu şiir bize Turan’ın, deniz kenarında, bahçe içinde, doğayla ve diğer canlılarla iç içe geçen, mutlu ve özgür çocukluk günlerini duyumsatıyor. Yaşam doğanın içinde başlar, neredeyse her şey sorunsuzdur. Yaşamda kalmanın ilk bilgileri de burada edinilir.

Karadeniz’in doğa ve iklim yapısını duyumsatan bir başka şiirinde ise bir yanda mevsimlerle giysi değiştiren ağaçları, diğer yanda Karadeniz’in sürekli yeşil görüntüsünü yansıtan çamları, ladinleri ve köknarları ele alıyor şair, doğanın karşıtlıklarını ortaya koyarak.

Sıcak
yoğunlaşan bulutlar
sağnak

  Ağustos başı
ilk işaretini veriyor
doğa
çınarlara, at kestanelerine
ıhlamurlara

beklenilen
renk değişimi

çamlar,ladinler
köknarlar
güzü tanımaz

ilkyazı da
(gizli alanlar, sayfa 44)

Şiirlerinde, kış ve yaz mevsimini ele alırken, kış aylarına daha sevecen yaklaşıyor şair. Aşağıdaki şiirinde çocukluğunda uzun süren, güneşin görünmediği, yağmurlu günlerin hüküm sürdüğü kışlara gönderme hissediliyor.

Yağmurda ağırlaşan
Güller

bir çocuk

bahçeye çıkılacak

saatleri beklemek

pencereden bakmak
 
 gece

gün batımı
yaşanmamıştır

(cendere, sayfa 8)

Turan, yaz mevsimini kış mevsimine göre daha düz ve sığ görmektedir.Diğer insanların büyük değer atfettiği, eğlence ve tembelliğin hüküm sürdüğü yaz aylarının izini göremeyiz onun şiirlerinde.

Sabah çok erken kalkmak
Bulutların ve pusun
göğü dokumasını
izlemek

Güneş yükseldikçe
gök boşalıyor

 Yaz göğü
 Yaz tekdüzeliktir

(Cendere, sayfa 48)

Sabah uyanıldığında
sis

Bir gün öncenin sıcağı
sürmekte

Uzakta
dağların ince çizgisi
bulut mu
gölge

Keman seslerini beklemek
boş

Kuşlar da ötmüyor

(Cendere, sayfa 16)

Karadenizin deli dalgaları, öfkesi bilinir. Şair, çocukluğunda ne hikayeler dinledi kimbilir Karadeniz’in yutup götürdüğü insanlarla ilgili. Deniz, daha çok fırtınalarla, şimşeklerle hissediliyor şiirlerinde. Denize karşı korkusunu, dalgaların onu alıp gideceği duygusunu daha ilk gençliğinde yaşadığına tanık oluyoruz.



En son ne zaman yürümüştün
Sahil Gazinosu’nun durduğu ahşap iskelede
hani bir zamanlar korkardın
tahtaların aralığından
kayıp dalgalara
karışacaksın diye

… ( görülen kentler, Samsun, sayfa 128)



İnsan yutan kumsallar
neyi imliyordu

 Okundu ve unutuldu

Bilmek için çok geç

(Cendere, sayfa 55)

Doğayla içi içe geçen çocukluğunun ardından Sinop ve Samsun’a gelmesiyle kentle tanışır. Güven Turan, büyük kentlerde yaşamaya başlayınca doğadan kopar. Kentte, kapalı mekanlarda, mevsimleri hissetmek mümkün değildir artık.

İki duvar arasında
mevsim yok

Ya erken bir ilkyaz
ya sürekli
kış

….. (gizli alanlar, sayfa 21)

Zaman
 

Zaman dediğimiz kavram, küçük yerlerde güneşin doğup, batışıyla şekillenir. Güneşin yavaş yavaş yükselmesi ve batması, günün başlangıcını ve bitişini belirler. Bu öyle bir şeydir ki, orada yaşayanların günlük yaşamını biçimler. Saate göre hareket edilmez genelde ve yaşam yavaş işler oralarda. Zaman iki kesin dilime ayrılmış gibidir. Oysa kentte zaman öyle mi? Kent yaşamında her şey saatlere göre belirlenir, bazen dakikalarla bile hareket edilir. Yaşam daha hızlı aktığından devingendir kent. Sabahtan akşama yapılacak işler saatlere göre belirlenir.

gizli alanlar’dan Cendere’ye uzanırken Güven Turan, zamanı iki kesin bölüme ayırıyor.: “Gün” ve “ Gece”. Ancak, gün ve gecede yaşanan duygularda değişen pek bir şey yok gibidir.

“Gece uçsuzdur/Gün uçsuzdur “ (gizli alanlar, sayfa 17,18)

derken Turan, zamanın sınırsızlığını duyumsatıyor bize. Zamanın uçsuz bucaksızlığı, çocukluktan kalma , zamana ait endişelerin olmadığı , yaşamın henüz daralmadığını mı imliyor şair?

Cendere’de ise farklı bir zaman anlayışıyla çıkıyor karşımıza.

“gece saati kurmaktır/ Gün saati kurmaktır” dizeleriyle zamanın kısıtlılığını, daha değerli olduğunu hissediyoruz. Kentte, günü ve geceyi, hatta dakikaları bile hesaplayarak yaşama zorunluluğu vardır. Ayrıca, zamana yetişememek, yapmak istediklerine yapamayacakmış gibi bir duygunun da yansıtılmasıdır.

Gece izsizdir / Gün izsizdir (cendere, sayfa 29,30)

Gece adsızdır/Gün adsızdır (cendere, sayfa 41,42)

Gece yakıcıdır/Gün yakıcıdır(cendere, sayfa 53,54)

İnsan yaşamında öyle dönemler vardır ki, onu devam ettirmek , daha iyi olanaklara ulaşmak adına,çalışma yaşamı öne geçer. Böyle dönemlerde insan kendinden uzaklaşabilir. Geçirdiğimiz günlerin anlamını bulamayabiliriz. Herhangi bir iz bırakmaz bizde ya da adını koyamayız yaşadığımız günlerin. Bu anlamsızlık, günü ve geceyi kaçırmışlık hali içimizde bir eksiklik yaratır ve kendimizi cendere içinde hissederiz.

Gündüz insanı mı yoksa gece insanı mısınız? Bazı insanlar varlıklarının anlamını gündüzde bulurken, bazı insanlar için ise gece önemlidir. Gece, onlara çekici gelirken, hem bir belirsizlik hem de o çekiciliğin gizemini yaşarlar. Küçük yerlerde, yaşam, gündüz anlamlıdır, gece ölüdür neredeyse. Akşam saat sekizde gece olmuştur , artık yaşam bitmiş gibidir. Şehirde ise iş yaşamı saat altı yedi gibi sona erer, akşam ve gece o saatten sonra başlar. Turan’ın şiirinde bu hızlı gece yaşamından çok, gecenin anlamını bulma çabası vardır.

Dolunay olmaya hazırlanan
gökyüzü

Kentten ayrılmasaydım
bilemezdim
yeni ayın çıktığını

karanlık bir gece bırakmıştım
ardımda
ışıltılı bir geceden
sonra
… (gizli alanlar, 51)

Yıldızsız ve
mehtapsız bir gecede
yürümek

Hiçbir şey görmemek

bir koku

Kekik ezilmiştir

Nerede olduğunu biliyorsun

(cendere, 15)

Tensellik

“Gece teni aramaktır/Gün teni aramaktır” diyor şair gizli alanlar’da. İnsan kendi teninin ve başkasının teninin farkına ne zaman varır. Ten hemen hissettirir mi kendini öyle. Belki annemizin ya da bizi seven birinin masum okşayışıyla tenimizi hissederiz çocuklukta. Ama gerçek teni duyumsamak karşı cins ilgimizi çektiğinde başlar. Bu da ergenlikte platonik bir aşkla kendini hissettirir genelde. Daha sonraları tutkuya dönüşür tensellik onun şiirinde.

… Sadece o kız
beyzi yüzlü ak tenli
perçemi gözüne giren
gül yaprağı dudaklı
o kız
hala aşıksın
Hamidiye Yokuşu’nun
başında
kör çeşmenin taşına
oturmuş
bekliyorsun

(görülen kentler,Gerze,sayfa 8)

Ölüm …
seversin bir aşk
gibi gövdeni
sana tanıtan
ve hiçbir zaman
bu kadar içten yaşamadın
ölümü

… ( görülen kentler, Sakkara, sayfa 15)

İz sürmek ve Cendere’de tensellik artık sadece haz alınan bir şey değildir. Yitip giden tensellik duygusunu da vurgular.

Yaşamın dirimi
yitirmişliği duygusu

Kış ortasında açan
erik çiçekleri

Hatırlıyor musun
gövdede ışıldayan
teri

Sperm ve

vaginayı kayganlaştıran özsuyu

Tenin kokusunu
hatırlıyor musun

O
öldü

(iz sürmek, sayfa,26)

Dokunuşun
Eksikliği

Ilıklığın yerine
kuruluk ve soğukluk

Fotoğraflar
yaralıyor

(cendere, sayfa 28)

Gizli alanlar, görülen kentler, iz sürmek ve cendere kitaplarıyla Güven Turan, kendi iç dünyamıza bir yolculuk yapma imkanı sunuyor belleğimizi yoklayarak.

İmren Çalışkan Tüzün
 


Süregidecek olan

Yusuf Alper

Doğrusu Güven Turan'ı yazın dünyasına girdiğim günden beri dikkatle izlemekteydim. Tabii ben ağırlıklı biçimde şair olarak gördüğüm için daha çok şiiriyle izlemiş olmalıyım.

Doğrusu Güven Turan'ı yazın dünyasına girdiğim günden beri dikkatle izlemekteydim. Tabii ben ağırlıklı biçimde şair olarak gördüğüm için daha çok şiiriyle izlemiş olmalıyım. Hatta, Dalyan romanıyla 1979 TDK Ödülü'nü almasına karşın bendeki imgesi değişmemişti. Sözcük kuyumculuğunu, kılı kırk yaran estetik tutumunu biliyordum ama ayrıntıcılığını, dünyada olup biten hiçbir şeyi kaçırmama kaygısını yeterince fark etmemişim.

Güven Turan, çocukluğundan başlayan okumaya ilgisi, kitaplıklara düşkünlüğü vb. davranış ve yaşantı biçimleriyle ilginç bir psikodinamik yapı sergiliyor. Karakter özellikleriyle; ayrıntıcılığı ve özeniyle, obsesif bir kişilik yapısında ve o yapının sağladığı olanakla hem Türk yazınına hem de yetkin İngilizce eğitiminin sağladıklarıyla Anglosakson yazın dünyasına bakıyor, kimsenin göremediği insanları, verileri, yazın tatlarını çıkarıp bizlere sunuyor. Bunları bana söyleten yazarın Süregelen adlı kitabı.İncelenmeyi hak ediyor

Süregelen, 529 sayfalık hacmiyle, kapsadığı konular, alanlar, kişilerle gerçekten uzun uzun incelenmeyi hak eden bir kitap. Güven Turan kitabın önsözü sayılabilecek 'Toplaya Çıkarta' başlıklı giriş yazısında şunları söylüyor: "Öncelikle bu kitabın birinci bölümünü oluşturan yazıların, fazla sorun çıkartmadan, 'deneme' tanımına uyduğu kanısındayım. Üçüncü bölümdekiler de benim tanımımla, sadece 'kitap tanıtma' kapsamındaki yazılardan oluşuyor." İkinci bölüm yazılarını adlandırmada çektiği güçlüğü belirttikten sonra onları da 'eleştirel deneme' olarak tanımlıyor ki ben de tümüyle tanımlamalarına katılıyorum.

Kitapta yer alan, benim için en ilginç ve önemli yazılardan biri 'Nâzım Hikmet: Modernist', diğeri de F.Pessoa'yı tanıma süreciyle ilgili yazısı oldu. Turan, Nâzım'la ilgili yazısında, modern kavramının oluşum sürecinden İtalyan Fütüristlerine, Nâzım'ın çocukluk şiirlerinden 'Açların Gözbebekleri'yle başlayan yeni dönemine, Mayakovski gibi biçimsel denemelerine, Rus biçimcilerine, akımlarına kadar bütün alanı tarayıp söylenecek her şeyi söylüyor. Ne eksik ne fazla.

Pessoa okuru olmak zor

Pessoa yazısına ne demeli. Bu ayrıntı zenginliği, bu titiz bilinçle yaklaşım. "Fernando Pessoa dört şair olarak bir okurla yetinmiyor; bir kişide dört kişilik olmaya, dört okur olmaya, dört 'benzer' olmaya zorluyor beni... Pessoa gibi şair olmak elbette kolay değil ama kanımca Pessoa'nın okuru olmak zor, çok zor... Pessoa olmaktan da zor desem, abartmış mı olurum?" Bence haklı Turan. Okuyucusu olmak gerçekten daha zor. Çünkü Pessoa'nın uzun zamanlarda kurguladığı yeni şair kimliklerini özümsemek ve diğerine geçmek ve hepsinin ortak paydasını yakalamak gerçekten güç bir iş. Psikolojik açıdan belki de Pessoa'nın kolaylıkla geçtiği 'alter ego'lara geçmek okuyucu için çok kolay olamaz.

Dağlarca, Yaşar Kemal, Oktay Rifat, E.Cansever, Nietzsche, T.Roethke, Sabahattin Kudret Aksal, Mehmet H.Doğan'la ilgili yazıları da kitabın en ilginç ve en çok emek verilen yazıları.

Bir başka ilginç yazı; 'Ustan ne Der Sen Ne Edersin'. "Çırağını kendi kopyası yapmaya çalışan usta, geleneğini de geleceğini de öldürür. Çırak da ustayı, ustanın ustalığını bulmalı, bilmelidir ama, Ortaçağ rahip adayları gibi magistram dixit (ustam der ki) diye girişmemelidir söze. Aksine ustasının bildiğini bilmeli ama bildiğini okumalıdır". Bence de şair olmanın temel ölçütlerinden biri budur. Bir şair bütün ustaları bilmeli, okumalı, alabileceklerini almalı ancak sonunda kendinin olanı ortaya koymalıdır, yani bildiğini okumalıdır. Bütün büyük şairlerin yaşadığı süreç budur. Kitabın son bölümü Güven Turan'la konuşmaları içeriyor. Tanımak isteyenler için toplu olarak, ilginç, ufuk açıcı, düşündürücü konuşmalar. Memet Fuat Deneme Ödülü'nü alan Süregelen kitabı öncelikle şairler başta olmak üzere yazınla ilgilenen, kültürünü genişletmek isteyen herkese önerilir...

Göndergesel Yorum

Şairle şiiri bir arada düşünüp şiiri yorumlayan yaklaşımlarda şiirin anlamıyla şairin ereği bir ve aynıdır. İyi ama, bütün iletişim dizgelerinde görülen, erek mesajla mesaj gönderenin ereği dışında yüklenen bir erek de şiirde olamaz mı? Ya "şairin meramı şairin karnında" kaldıysa ve "şiirin karnında bir başka meram" bulunuyorsa? O zaman şiiri yorumlamak için, daha elle tutulur verilere uzanmak gerekir, tarihten, biyografik gerçeklerden, durumlardan yararlanmak gerekir, yorumlarken ve şairin şiirindeki anlamı ararken. Çünkü şair dolaylı ya da dolaysız olarak, yaşamını, yaşadığı dünyayı, tarihsel süreci, üretim ilişkilerini şiirine koymuştur. Göndergesel yorum, göndergelere bağlı olarak değişik yaklaşım yolları çizer. Arketip, mitos, psikoanaliz eleştiri anlayışına bağlı olarak yapılan yorumlar bu gruba girdiği gibi, Marksist eleştiriyi de göndergesel yorum kapsamında ele almak gerekir. Yeni Tarihselciler'in yaptığı yorumlar da gene göndergesel yorumdur.

İçkin yorumla, yoruma şiir dışı verilerle yaklaşma çekişmesinin ötesinde, Yapısalcılar ve Semiyotikçiler şiir-şair-dünya üçgenini birleştirici, uzlaşmacı bir yöntem izlemişlerdir yorumlarında. Bir şiirdeki ses öğeleri de yorumda kullanılmıştır, sosyal ve toplumsal faktörler de. Bu yaklaşım, şiirde daha doğru bir yorum yapıldığı izlenimi uyandırmaktadır. Gene de şu soru hep olacaktır: Şiirin içkin olmayan özellikleri, ne ölçüde şiirle ilintilidir, ya da birer "ben yaptım oldu," yamasıdır?

Bir de elbette, "okur yanıtı" (reader response) kuramcılarının yaklaşımı var yoruma. Fenomenolojik, Yapısalcı ve Semiotik eleştirmenler ya da kuramcılar, bir şiirin yorumlanır bir nesne (obje) olabilmesi için, okunmasının gerekli olduğunu öne sürerler. Bir şiirin okunurluğu da "okur"la sağlanabilir elbette. Okurlar, bir şiiri, Hirsch'in savı aksine, birden fazla yorumlarlar ve bütün yorumlar da okur açısından geçerlidir. Bir şiirin "doğru" yorumunu aramak da ancak varsayımsaldır. Okur Yanıtı kuramcılarını okurken, okurun kim olduğu bir hayli bulanıklaşmaktadır. Bu kuramcılar sanki eleştirmenleri, akademisyenleri "okur"dan saymamakta, onların dışında bir "okur" olduğu izlenimini uyandırmaktadırlar. Bu izlenim yanıltıcıdır oysa, Okur Yanıtı'nda Yazar Sunumu'nun karşıtlığı bulunmaktadır.

Kitaptan


SÜREGELEN
Güven Turan, Yapı Kredi Yayınları, 2005, 529 sayfa, 20 YTL.


Kötü geçen yılın, şiiri iyi olur

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=2393

26/12/2003

....

Usta bir şair/yönetmen

Sinema ve şiir: Galiba ikisini de çok sevdiğim için birbirlerine yakın bulurum, bilmem ki sonunda ikisi de bir ve aynı şey olur mu? Bazen gördüğüm bir filmde bir şairin (şiirin) sesini bulurum, bazen de okuduğum bir şiirde bir yönetmenin (filmin) gölgesine, izine rastlarım. 'İz Sürmek' kitabının arkakapağında yazıldığı gibi 'Güven Turan, Gizli Alanlar'ının izini sürüyor." Bu üçlemenin diyelim, gizli alanı sinemadır: 'Gizli Alanlar' (1997), 'İz Sürmek' (2001) ve üçüncüsü 'Cendere' (2003). Bir film üçlemesi diye de okuyabilirsiniz. Ben öyle baktım ve çok sevdiğim bir yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın şiirli görüntülerinin akrabalarını da buldum: Bakış kardeşliği diyelim ya da algı ve duyuş yakınlığı. Güven Turan, duyuşunda şiiri görüyor, Nuri Bilge Ceylan bakışında filmi duyuyor. Benzetişim, onların yapıtlarına duyduğum sevgiden elbette. Hem, Güven Turan da artık şiir 'yazmıyor' sayılır, bütün iyi şairler gibi, Gülten Akın gibi. İyi şairler bir zaman sonra 'şiirötesi'ne geçerler ki, bu da şiirin bir araç ya da önce ulaşılması elbette ve sonra da aşılması (ehlileştirilmesi) ve birlikte dolaşılması gereken iyi bir 'yol arkadaşı' (yoldaş) olduğunu gösterir, ben gibi bazıları için bu aynı zamanda 'yol kardeşi' anlamına da gelir. Ben de bir gün Güven Turan ve iyi şairler gibi 'şiir-ötesi'ne geçecek bir olgunluğa, kıvama, neyse, gelebilirsem şiiri 'yol kardeşi'm sayacağım: "Acı/ağzı olgunlaştırır /... Dinginlik /.../ Simya/o acıyı/gözlere bulaştırmamaktır /.../ Söz derinleşince/boğar" . Uzayınca da! Hem bir şairin, Güven Turan, 'şiirötesi'ne geçmekte olduğunu ima ediyorsan, bunun üzerine şairin yazdığından (yazmadığından da) başka yazacak ne var? "Dünya/kimin elinden çıkmışsa/ona mı/dönüşmüştür". Şair, neyi yazdıysa, ona dönüşmüştür.

....

 
>

Valid HTML 4.01 Transitional

Valid CSS!