| Bazı Kitaplar edebiyat tarihine damga kurmakla kalmaz efsaneye dönüşür. Kerouac’ın başyapıtı yolda bu kitaplardan biridir ****Yoldaş sana elimi veriyorum Paradan kıymetli sevgimi veriyorum Yasalar yerine ya da yasalardan önce, kendimi veriyorum, Sen verecek misin kendini bana Bağlı kalsak mı birbirimize, yaşadığımız süre boyunca Walt Whitman Jack Kerouac, “Yolda” romanı ile Beat Kuşağı’nın hayat felsefesini dünyanın pek çok yerinde bir “kült” haline getirmişti. Hatta “Beat Kuşağı”terimini ilk kez kullanan da Kerouac’tır. “Beat” sözcüğü meteliksiz, yersiz yurtsuz, başıboş, bitkin, umarsız, uykusuz, uyumayan, her şeyi derinlemesine algılayan, aşırı duyarlı, kendi başına, dışlanmış gibi anlamlara gelebiliyor. Ancak Jack Kerouac kelimenin bir başka anlamına daha dikkat çekmekteydi: “Beatific” yani kutsal veya kutsanmış. Kerouac’ın bu anlama dikkat çekmekle; ezilenlerin, dışlanmışların gizli kutsallığını vurgulamak istediği söylenir. Aslında hiç de mistik göndermesi olmayan söz konusu kutsanmışlık vurgusu Kerouac’ın Türkçeye geçtiğimiz günlerde çevrilen “Yeraltı Sakinleri”nde de farklı ifadelerle karşımıza çıkıyor;
“Julien Alexander yeraltında yaşayanların meleği; yer altı sakinleri ise şair dostum Adam Moorad’ın icat ettiği bir ad. Bir keresinde şöyle demişti Adam: “Janti değil afililer, klişeye kaçmaksızın kafalı ve zehir gibi entelektüeller; üstelik Pound hakkında her şeyi biliyor ama ne özentiye kaçıyor ne de bu konuda kafa ütülüyorlar; çok sessizler, İsavariler.”
“Yeraltı Sakinleri”, Beatlere, bu afilli İsavarilere dair bir roman. Kimler yok ki aralarında: Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Gary Snyder, William S. Burroughs, Neal Cassady, Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso, Philip Whalen, Lew Welch, Diane Di Prima... Kısacası 1940’lı, 50’li yılların önemli yazar ve sanatçıları. Jack Kerouac’ın romanında bu topluluktan pek çok kişi -elbette farklı kimliklere- zaman zaman sahne alıyorlar. Ama oyunun kahramanı Jack Kerouac’ın kendisi. 1953 yılının sonbaharında üç günde yazdığı “Yeraltı Sakinleri” romanında yaşadığı gerçek bir aşkı anlatmış.
Kerouac’ı Leo Percepied, sevgilisi Alene Lee’yi Mardou Fox adı altında izleyeceğiniz bu hüzünlü aşk hikayesini, terk edildikten sonra üç günde yazdığı söylenir. Ama hem Kerouac ve romanları hakkında rivayet bolluğu olduğunu bildiğimiz hem de yazım süresini bir edebi kriter olarak görmediğimiz için üzerinde durmak gereksiz. Sadece şunu söylemek gerekir, “Yeraltı Sakinleri” Kerouac’ın bir solukta yazılmış duygusu veren spontan yazı tekniğini çok iyi yansıtıyor.
Daralan Ruhlar Kendisini özgüvensiz, patavatsız bir egomanyak olarak tanımladığı bir dönemde, uyuşturucu ve alkolden dibe vurmuş bir haldedir Leo Percepied. Ansızın karşısına çıkan Mardou adında siyahi bir kadına tutuluverir. Aslında kadının üzüm karası küçücük bedeninden yayılan şehvettir Leo’yu tutuşturan;
“Böylece ben de eve gittim ve birkaç gün boyunca cinsel fantezilerimde o vardı; onun koyu renkli ayakları, tokyoları, koyu renk gözleri, küçük yumuşak kahverengi yüzü, Rita Savagevari yanaklarıyla dudakları, gizemli az buçuk yakınlığı ve her nasılsa şimdi o yumuşacık yılanımsı çekiciliği... Hepsi de ne kadar yakışıyor koyu renk giysiler giyen küçük, kahverengi bir kadına... yoksul beat yeraltı sakini giysileri giyen kadına...”
Ve aşk başlar, tam da beatlere özgü bir aşk. İkisi de çok hızlı ve coşkuludur. Sanki ellerinden kaçıp gidecekmiş gibi yaşam, her anı ayrı bir hazla doldurmak isterler. Hele kırılgan ve travmaların bıraktığı ruhsal yaralarla dolu hiçbir inancı kalmamış Mardou, Leo’nun aşkına bırakıvermiştir kendisini. San Fransico gecelerinde, caz ritmlerinde, yollarda, yolculuklarda derinleşen bir aşk...
“Güneşi, gemileri görebiliyorduk, dışarıda aylak aylak dolanmakta olan ÖZGÜR insanoğlunu, bunun cidden ne muhteşem bir şey olduğunu ve nasıl olup da asla değerini bilmediğimizi, kaygılarımızın ve derilerimizin içinde kasvetten başka bir şeyin olmadığını, gerçekten tıpkı ahmaklar gibi olduğumuzu ya da körleşmiş şımarık tiksindirici veletler gibi, hani surat asarlar ya; çünkü... istedikleri... bütün... şekerleri... alamamışlardır.”
Ancak içindeki yazarlık ruhunu da yeni yeni keşfetmeye başlayan Leo, kısa zamanda eski alışkanlıklarına -partilere, alkole, uyuşturucuya, farklı bedenlere- geri dönecek ve Mardou’yu tamiri mümkünsüz biçimde kıracaktır...
Tutkunun, cinseliğin, tensel hazların, kıskançlıkların ve aşkın bir daha geri gelmemek üzere elden kaçırılışının, 1950’lerden kalma bu aşk hikayesinin belki de tek sıradışı yanı kadın ve erkek arasındaki ırksal farklılık. Ama Kerouac, bu aşkı, aşkı yaşarken düşündüğü ve hissettiklerini öylesine didikliyor ve öylesine aktarıyor ki, ortaya hem bir kuşağın hem de erkek zihniyetinin karakteristiğini, özel hayat sınırlarına sıkıştırılmış pek çok şeyi olanca çıplaklığıyla sergiliyor.
Tam bu noktada, Kerouac’ın “spontan düzyazı” tekniğine yeniden döneceğiz. Bu tekniği ilk kez “Yeraltı Sakinleri”nde kullanmış, “Yolda”nın -özellikle çok sonra yayımlanacak kesintisiz versiyonunda- mükemmelleştirmişti. “Bellekten, bilgelikten, düş gücünden, zihinden, felsefeden değil, yaşamın içinden doğan” spontan düzyazı tekniğiyle Kerouac, karakterlerin düşüncelerini, heyecanlarını, kafa karışıklıklarını, bitkinliklerini, umutlarını ve umutsuzluklarını olduğu gibi yansıtmak istiyordu. Bu arayışın usluptaki karşılığı; metnin kesintisizliği, noktalama işaretlerinin tercihli biçimde ihmali, çağrışımlara dayalı zamansal sıçramalar, iç monologlar; kısacası dilin düşünceyi dolaysızca yansıtabilmesi için dilbilgisi kurallarının ihlali olacaktı.
Kuşağın önde gelen isimlerinden Allen Ginsberg’e göre; "Kerouac'ın ve Beat Kuşağı'nın yapıtları ABD’de sansürün belini kıran bir edebi hareketin en ön saflarında yer alır. Bu edebi özgürleşme eşcinsellerin, siyahların, kadınların özgürleşmesinde katalizör vazifesi görmüştür ve bugün, umarım, nükleer yıkım tehdidi karşısında özgürleşme için de aynısını yapabilir." Gerçekten de düş kırıklığına uğramış bir kuşak olarak doğan Beatler; savaş tehdidine, siyasetin çoraklığına ve toplumun geri kalanının düşmanca tavrına tepki gösterdiler. Maddi değerlerin dışında kalmaya çalıştılar. “Amerikan Rüyası”nın kendileri için de gerçekleşmesi, vaat edilmiş özgürlüklerin sunulmasını beklemek yerine bu kuru, sıkıcı, düşsellikten uzak yaşama tavır alan, eyleme geçen ve cenneti arayan genç insanlardı onlar.
Kerouac’ın yapıtları işte bu insanların, artık çok gerilerde kalmış ama bugün daha güzel bir dünya için hala bir umudu barındıran hayatlarının -altını çizerek söylüyorum- edebi manifestosudur. İkinci Dünya Savaşı, atom bombası ile sona ererken, Amerika ve Sovyetler Birliği arasında da Soğuk Savaş temellerinin atılmasına öncülük etti. Bir yandan komünizm korkusu yayılırken, Joseph McCarthy, Amerikan Karşıtı Eylemleri İzleme Komitesi'nin "Baş Araştırmacısı" olma rolünü üstlendi. Amerikalılar, savaştan önce (sigortalı iş, mutlu evlilik, iyi aile, hak edilmiş emeklilik ve çok çeşitli tüketim maddeleri ile) bıraktıkları hayata, kaldıkları yerden devam etmek istiyorlardı. Genç nesilden, okula gitmesi, iş bulması, hayatını ahlak kuralları çerçevesinde yaşaması, evlenip çocuk yapması, sonra da ebeveyninden aldığı bu hazır ambalajlı yaşamın meşalesini, kendi çocuklarına aktarması bekleniyordu. Riayet etmek, iyi bir vatandaş olmanın düzen tarafından konulmuş güvenli önkoşuluydu. Ancak, emniyet ve asayişin her an ortadan kaldırılabilecek bir görüntüden ibaret olduğunu düşünenler de vardı. Çoğu Amerikalı, hassas ve savunmasız oldukları gerçeğini düşünmemeye çalıştı. Oysa dünya, altı milyon Yahudi'nin gaz odalarında öldürülmesinin, Avrupa'nın ırzına geçilişinin, 'Küçük Çocuk ve Şişman Adam'ın Japonya'da yüz binlerce insanı öldürmesinin artçı şokları ile hala yalpalamaktaydı.
Bu "gerçeklerden kaçan" sessiz toplumdan, paketlenmiş yapay bir hayatı yaşamayı reddeden bir grup hipsterlar ortaya çıktı. Zenginliğini yeni yeni keşfeden ve maddiyat peşinde koşan Amerika ile yürümektense, yaşamın içinde manevi bir anlam aramayı tercih ettiler. Onları radikal, tehlikeli, serseri diye adlandıran tutucu kesime göre hayat tarzları bir skandaldı. Buhran dönemini yaşamış olan eski nesil, gençlerin çalışmak istememesini anlayamıyordu, özellikle de maaşı iyi olan bir sürü iş mevcutken. Hayatta kalmak için büyük mücadeleler vermiş olanlar, bu radikallerin ihanetine, Amerika'daki zenginliği reddedişlerine anlam veremiyorlardı. Bu aykırı nesil, Beat Kuşağı idi.
Beat Hareketi, bir zafer ve bir trajedi idi. Öncüleri, Amerikan kültürüne yaptıkları yaratıcı katkılar ve ektikleri uyumsuzluk tohumları ile büyük bir zafer yaşadılar. 1960'lara gelindiğinde bir başka nesil onların tarlalarında ekin biçecek, sosyal adaletsizliğe ve savaşa karşı çıkacaktı. Ya bilmeden ya da bile bile, trajedi şuydu ki Beat Kuşağı yanlış anlaşıldı ve medya tarafından yanlış tanıtıldı. Medya, Beat Kuşağı'nın ne olduğunu kendisi de tam anlayamamışken açıklamaya çalıştı. Toplumu manevi ve hakiki olarak yeniden inşa etme mesajını karanlığa gömen, basite indirgenmiş, gerçek olmayan bir klişenin yayılmasına neden oldu; onları, Beatnik denilen çizgi film karakterlerine dönüştürdü. Beatnikler, bir ürüne dönüştürüldüler; imajları kafelerin, bodrum katındaki gece kulüplerinin tanıtımında kullanıldı; gazetelerin, plakların, kıyafetlerin ve aksesuarların satılmasına yardımcı oldu. İronik olan ise, reklamcıların bütün bunları, bu yaşama gönülsüzce imrenen numaracılara satmasıydı. Gitgide eski muhafız Beatlerin yerini, yeni yetme özentiler alıyordu. Beatnikler, düzenin şiddet ve suçlarmına geçmesine neden olan bir gençlik hevesi olmuştu.
Dünyaya Kafa Tutanların Hikâyesi Asuman Kafaoğlu Bükehttp://www.radikal.com San Francisco’da (North Beach), Güney Kaliforniya’da (Venice Beach) ve New York’un Greenwich Village mahallelerinde 1950’lerde birbirlerinden neredeyse bağımsız bir grup bohem sanatçı, ortak bir dil bularak sosyal ve edebi bir hareket başlattılar. ‘Yorgun’, ‘yıpranmış’ anlamına gelen ‘beat’ asi bir neslin kendini nasıl hissettiğini iyi ifade ediyordu. Daha sonraları ‘beat’, kalp atışını yansıtan ritmik caz temposunu anlamına ekledi. Bunların yanı sıra, ‘neşe veren’, ruhsal olarak aydınlatan anlamını gelen ‘beatific’ sözcüğünü de anlam zenginleştirmek için kullanmaya başladılar, bu sayede şiirler daha derin bir felsefeye oturtulmuş oluyordu.
Beat sözcüğünden türeyen anlamlar bunlarla da kalmıyordu, hırpani giysileri ile toplumsal yaşamdan kopma eğilimi gösteren ve toplum dışında bir yaşantısı olan genç bireyler anlamında Türkçeye de girmiş bir sözcük olan ‘bitnik’ (beatniks) bu akımın temsilcilerini güzel tanımlıyordu. Akımın öncülerinden Fransız-Kanada asıllı Jack Kerouac (1922-1969) İkinci Dünya Savaşı’nda ordudan şizofren tanısıyla ihraç edilmişti. Bir süre denizcilik ve tüccarlık yaptıktan sonra, ilk romanını yazdı. Günün edebiyat akımlarına duyduğu tepkiyle, Amerika ve Meksika’da yaptığı gezilerin ışığında yenilikçi, şaşırtıcı, düzeltme yapmadan geliştirdiği stille yazın çevresinin ilgisini hemen ilk eserleriyle çekmeyi başardı.
Kerouac, yazı tekniği olarak çağrışımların doğal bir hızda birbirlerini takip ettiği, ‘özensiz’ stili ile bilinen bir yazar olmuştu. ‘Yolda’ adlı eserini üç haftada tamamlamış ve hiç düzeltme yapmadan yayımlanmasını istemişti. Bu yeni stil, yeraltı edebiyatına ilgi duyan, sıradışı şair, müzisyen ve mistikler tarafından büyük ilgiyle karşılandı. Beat Hareketi’nin en tanınmış ismi Allen Ginsberg’in de dikkatini çekmişti. Ginsberg, Columbia Üniversitesinde eğitim gördüğü yıllarda Kerouac ve ünlü yazar William Burroughs ile tanışma fırsatı buldu. İlk kitabı ‘Uluma’ şairin kendi nesli üzerine görüşünü yansıtıyordu: bir neslin en iyi zihinlerinin tükenmesine ağıt şeklinde düşünmüştü eserini. Kısa zamanda Amerikan gençliğinin guru”su haline geldi, özellikle ‘Kiddish’ adlı uzun özyaşamsal şiiri ve şiir kitabı, Beat Hareketi’nin Budizm’den nasıl etkilendiğini ortaya koyuyordu.
Edebiyatta devrim 1950’lerde Kerouac ve Ginsberg, birbirlerinden bağımsız olarak, bir diğerinin de ilgi duyduğunu bilmeden Budist felsefeyle ilgilenmeye başladılar. New York entelektüel çevrelerinde doğu dinleri ve özellikle Budizm ilgi odağı olmuştu. Ruhsal aydınlanma yolunu, tepki duydukları kurumlaşmış dinlerden başka yerde aramaları, neredeyse düşüncelerinin doğal bir tepkisi olarak ortaya çıkıyordu. Amerikan politikasına, emperyalizme, savaşa karşı şiir yazıyorlardı. İkisi de zamanlarının büyük kısmını kütüphanede inceleme yaparak geçiriyordu. Ardından Kerouac ve Ginsberg Kaliforniya’ya yerleştiler, artık Budizm sadece şiirlerinde değil, özel yaşamlarında da yer almaya başlamıştı. Beat Hareketi’nin Budizm’e en yakın şairi olarak bilinen San Francisco’lu Gary Snyder’in de etkisi olmuştu bu yeni yaşam biçimine geçmelerinde. 1930 doğumlu Snyder, Kerouac ve Ginsberg’den özellikle bir açıdan farklıydı. Şiirleri Beat Hareketi’nin temeline uygun olsalar da, diğer şairlerinki gibi sokak şiiri değildi. Yıllar içinde edindiği okur kitlesi de daha elit bir tabakaydı. 60’lı yıllarda yaygınlaşan, gençlerin bir komün halinde ortak yaşam sürdükleri alternatif tarzları şiirlerine konu ediyordu. Komün yaşamının en önemli özelliklerinden biri, ortak bir alanı dostluk ve barış içinde paylaşabilme felsefesinde yatıyordu. Bu yaşam tarzı, komün hayatına katılanların kendi kişisel çıkarlarını geri planda tutmaları ve egolarını kontrol etmelerini gerektiriyordu.
Ayrıca Snyder, yine komün yaşamın beraberinde getirdiği ekolojik uyum içinde yaşamaya önem veren ilk yazarlardan biriydi. Şimdi, 60’lı hippilik yıllarına baktığımızda, o dönemi müzik dışında en iyi yansıtan sanat hareketi olarak ‘Beat’i görüyoruz. O yıllara damgasını vuran elbette ilk başta büyük bir hızla değişen müzikti. Bob Dylan, Beatles ve daha birçokları benzer noktalardan hareket ederek yeni bir müzik dili bulmuşlardı. Bir başkaldırı niteliğindeki müzikleri, aynı Beat şairleri gibi elit olmayan, sokaktaki adamı kendine hedef kitlesi olarak seçmişti. Beat akımı en büyük desteği müzik çevrelerinden almıştı. Hem şiirlerinde müzik ritmini kullanmaları hem de yeni müzikle aynı felsefeyi paylaşmaları, müzik ve şiiri bir bütünlüğe götürüyordu. Bu akımın şiirlerinin çok sık müzik eserlerinde kullanıldığını görürüz. Fakat bu noktada biraz temkinli davranmak gerekiyor, çünkü Şenol Erdoğan’ın belirttiği gibi, ‘Beat’ gittikçe (yanlış bir şekilde) genişletilerek kullanılmaya başlandı. Erdoğan’ın etkileyici uyarısı akımın ne denli pazarlandığını gösteriyor.
Allen Ginsberg’in 1963’de manifesto değeri taşıyan ‘Kiddish’ şiir kitabına yazdığı önsözde, en değer verdiği olgu olarak sezgisellik öne çıkar. Sezgilerin gelişmesi için şair, ‘kendi’ dediği, egosunun gücünden kurtulma yolunu seçmiştir. Yirminci yüzyılın ortalarında bilincin, beden ve dünya olarak ikiye bölünmesine bir tepki duyduğunu dile getirir. Bilinç, dünyayı anlama isteğiyle kendini evrensel bütünden koparmıştır. Halbuki Ginsberg, bilincin insanı evrenden koparttığını düşünüyordu. Bu yüzden bilinçdışı şiirler yazarak evrenle kopan ilişkiyi yeniden kurmaya çabalıyordu. Bu bütünleşmeye şair, “doğaüstü anlayış” adını verir. Varlığın çok ender anlarda, böylesine neşe içinde bütünleşmeye tanık olabileceğini öne sürdü. Bilincin katılığı kırıldığında, bütünleşme kendiliğinden oluşabilirdi. Budizm’in etkisinin açıkça görüldüğü bu görüşlerinde, şiirin de yeri, bilinçdışının, rüyanın ve kendinden geçme hallerinin dile dökülmesidir. Şair kendini sezgilerine bırakarak bilinçdışını işler hale getirme gücüne sahipti. Bilincin ‘evsiz’ bıraktığı ruha, evren içinde yeni bir ev bulmak, şiirin dili ve coşkusuyla mümkün olmuştur. Bu açıdan baktığımızda ‘beat’ şairlerinin, şiiri bir araç olarak kullandıklarını görürüz. Kendini dünyaya ifade etmekten çok, kendini anlama arayışıdır.
| | 
Şule BölükoğluYOLDA olmak
Yayıma hazırlayanın notunda üzere Jack Kerouac’ ın başyapıtı “Yolda” yapısı itibarıyla tek bir cümle, upuzun ve inişli çıkışlı ağıt gibi okunabilecek bir eser olarak tanımlanıyor. Bu benzetme yerine gerçekten güzel oturmuş. Kahramanlarının yaydığı enerji, mutlu, coşkulu, çılgın bir ruha dair olsa da derinlerde var olan ve baştan sona okuyucunun yakasını bırakmayan hüzün duygusu ile eser daha ziyade bir ağıtı andırıyor. Jack Kerouac’ ın (1922-1969) çocukluk ve delikanlılık yılları büyük buhran, Amerikan rüyasının çöküşü ve dünya savaşı ile örtüşür. Ekonomik sıkıntıların tüm dünyaya sirayet ettiği yıllardır. Her birinin ayrı ayrı maruz kaldığını anladığımız acıların, farklı aile dramlarının içinde yoğrulmuş iyi çocuklardır bunlar. Yaşam ile baş etmekte zorlanmakta, sistemin kendilerine direttiği paketlenmiş yapay yaşamı reddetmekte ve toplumsal düzeni sorgulamaktadırlar. Kendilerini yaşadıkları şehirlere, ait oldukları ülkeye, insanlara yabancı hissetmektedirler. Tutunacak bir pervaz arayışı içinde kıvranırken insanı insan yapan değerlerin peşindedirler.
Kerouac kahramanlarının özgürlük arayışı, hayatın anlamı gibi daha derin felsefi arayışlar peşinde olduklarının mesajını açıkça verir. Nietzsche ve bütün o diğer entellektüel şeyleri öğrenmek istediğini ıslah evinden yazdığı bir mektupla dile getiren Neal Cassedy’ nin söylemi üzerinden bu arayışın ipuçlarını vermeye başlar. Hapishane kuşu olarak tanımlanan Neal romanın ilk sayfalarında bu kez Schopenhauer’ ın içsel kavrayış ikileminden sözeder. “Has bir entellektüele dönüşmenin harikulade vaatleriyle kafayı bozmuş bir hapishane çocuğuydu o … “ (11) .
Yaşamak için çıldıran, konuşmak için çıldıran, her şeyi aynı anda isteyen, asla esnemeyen ya da beylik laflar etmeyen insanların peşinden gitmeye her an hazırdır Jack. Yirmili yaşlarında dinledikleri müzik Amerika’ da çılgınlığa dönüşmüş olan “bop” dur. Bop melodik değil ama harmonik bir yapı üzerinde hızlı tempo ile ve doğaçlama olarak ifade edilmektedir. Bu müzik gençlerin gecelerinin de sesine dönüşmüştür. Emprovize müzik, kuralsız, ritmik ve hızlıdır. Jack bu ritimlere kendini kaptırırken toplumsal düzene uyumlu ve kapitalist sistem içinde yaşayan arkadaşları için bir benzetmede bulunur; “ …ülkenin bir ucundan ötekine yayılmış arkadaşlarımı ve koşturup didindikleri sırada aslında nasıl da aynı devasa arka bahçede dolandıklarını düşündüm” (19) Bu cümleyi sarfettiği günün ertesinde batıya doğru ilk kez yola koyulur Jack Kerouac. Devasa arka bahçede olmayı red eder.
Doğudan, batıya, biraz kuzeye sonra güneye bütün yolculuklarında anlam arayışı neticesinde derin gözlemler birbirini kovalar. Karşılaştığı batının ruhu olarak nitelendirdiği bir kovboyun hayatını merak eder. Onca yıl o şekilde gülüp bağırmanın dışında ne yaptığını merak eder. Yollarına devam ederken kovboyun da kendisini bekleyen kaderine doğru gittiğini düşünür. Bir örnek vermek gerekirse ; “ ….Batı’ nın ruhuydu yanıma oturan. Tüm çıplaklığıyla hayatını ve onca yıl o şekilde gülüp bağırmanın dışında ne yaptığını bilmek istedim. İçimden ‘Vay canına’ diye geçirdim, o sırada kovboy geri geldi ve biz yine Grand Island yolunu tuttuk. Varmamız çok sürmedi. Kovboy uyumakta olan karısını almaya ve onu bekleyen yazılı kaderine doğru gitti.”
Bu kez konakladıkları Colorado Central City de Beethoven’ ın büyük eseri Fidelio’ yu izler Jack Kerouac. “ Vah bana, ne kasvet !” diye haykırarak gıcırdayan bir taşın altından doğrulup zindandan çıkan baritonu izlerken “Onun için ağladım, ben de hayatı böyle görüyorum” der. (62)
Nihayet vardıkları Kaliforniya’ da kampta asayişi sağlamak üzere güvenlik görevlisi olarak sorumluluk alır. Zorunlu olarak bir araya geldiği polislerle yaşadıklarını yorumlama şekli kuşağın özellikleri ile örtüşür: “…..arada sırada silahlarını çıkarıp onlara dair konuşuyor ama asla doğrultmuyorlardı. Birilerini vurmaya can atıyorlardı. Henri’yi ve beni. Aralarındaki en kötü iki polisi anlatayım size. San Quentin’ de gardiyanlık yapmış polis göbekli ve altmış yaşlarındaydı, emekli olmuştu fakat kurumuş ruhunu hayatı boyunca beslemiş olan ortamdan uzak duramamıştı.” Ruhunu kurutan bir yaşam sürdüğüne inandığı bu polisi gözlemleyerek uzun uzun anlatır: “….Utanç vericiydi. Hepimizin utançtan yüzü kızardı. Amerika’nın hikayesi budur işte: herkes yapması gerektiği şeyi yapar. Birkaç adam geceleyin kafayı çekip biraz gürültü çıkardıysa ne olmuş ki?” (80)
Insanı insan yapan değerler kayıptır, düzen insanları biçimlendirir, bize ait olduğu sanılan zaman aslında sisteme aittir. Bunun acı farkındalığı içindeki kahramanlar isyan doludurlar, başka bir hayatı arzularlar. Yol sonu gelmeyen bir arayış belki biraz kaçıştır onlar için. Boyun eğmek istemezler ve muhtelif yolculuklar boyunca da boyun eğenleri hüzünle, şaşkınlıkla gözlemleyip hayatın anlamını, insanın varlığını sorgulamaya devam ederler. Yol boyunca peşlerini bırakmayan sistem açlığa, açlık ise hırsızlığa teşvik eder. Yiyecek kolilerini çalan Jack Amerika’ da herkesin doğuştan hırsız olduğunu kavradığı anda ironik bir şekilde kendisinin de bu hastalığa yakalandığını fark eder.
Jack bir arabın kendisini çölde izlediği, adamdan kaçmaya çalıştığı ve korunaklı kente ulaşamadan adamın ona yetiştiğine dair gördüğü rüyadan bahsederken şöyle yorumlar gördüklerini “ Bir şey, biri, bir ruh hayatın çölünde hepimizi izliyordu ve cennete varmadan önce bizi yakalaması kaçınılmazdı. Şimdi geriye bakınca bunun ölüm olduğunu anlıyorum tabii ki; biz cennete varmadan ölüm bize yetişecek. Hayatımız boyunca özlemini çektiğimiz, bizi inim inim inletip tatlı bulantılara sevk eden tek şey muhtemelen rahimdeyken yaşadığımız ve kabullenmek istemesek de- ancak ölümle tekrarlanabilecek yitik bir mutluluğun anısı olmalı. Fakat ölmeyi kim ister?” (147)
Bu rüya yorumu Samuel Beckett’ in “ İnsanlar mezarlarının başında doğarlar” cümlesini hatırlatıyor. Ana rahminden çıkıp dünyaya çığlık atarak gelen insan yaşamı boyunca cenneti arayacaktır. Nihayetinde fırlatıldığı yer iyi bir yer değildir. Cennet rahimde kalmıştır. Yitik bir mutluluktur Kahramanların yolculuklarında peşine düştükleri hakikat, insan olmayı anlamlı kılacak şey yolun sonunda hep bekledikleri şey belki de bir sihirdir. Yol arayış içinde oldukları devinim ile bir nebze olsun anlam kazanıyor olmasına rağmen bu yol da sonludur.
Sıklıkla anne rahmine verilen referanslarla karşılaşıyoruz eserde; “Benim tek istediğim, Neal’ ın tek istediği ve herkesin tek istediği ne yapıp edip şeylerin kalbine nüfuz etmek ve orda ana rahmindeymişcesine kıvrılmayı başararak esrik bir uykuya yatmaktan ibaretti,…..İşin aslı şu, ölmekteyiz, bütün yaptığımız ölmekten ibaret, ama yine de yaşıyoruz, evet yaşıyoruz, bu bir Harvard martavalı değil üstelik.” (208)
Missisippi nehrinin keyfine varmaya çalıştığı bir sahnede burnunun bir tel örgüye dayanması üzerine hayal kırıklığına uğrar Jack. “İnsanları nehirlerinden ayırmaya başladığında geriye ne kalır?” diye sorar Bill Burroughs. Cevap bürokrasidir. (175) Aynı sayfada kapitalist sistem Bill’ in yapmaya çalıştığı kitaplık üzerinden incelikle eleştiriliyor. Kalın ve çürük bir tahta parçasını çivilerinden arındırıp bin yıl dayanacak bir raf yapma arzusundadır. Çünkü piyasada mevcut olan rafların ömrü tüm diğer şeylerin olduğu gibi sadece aylarla sınırlıdır..
Jack özgür ve insanca yaşam dışında fazla bir şey istemediğini dile getiriyor; “Güzel bir yuvada yaşama inanıyordum, güvenli ve makul bir hayata, sağlıklı gıdaya, iyi zaman geçirmeye, çalışmaya, inanca ve umuda. Bunlara her zaman inandım” (210) Buna rağmen dünya olduğu haliyle kocaman bir çöplükten başka bir şey değildir. “Beni hayatımın, kendi hayatının ve ilgili ya da ilgisiz herkesin hayatının çöplerinin içinde cenin konumunda kıvrılmış olarak buluncaya kadar bütün Amerika’ yı gezmesi, bütün çöp kutularına bakması gerekecekti. Çöpten oluşmuş rahimde ona ne derdim acaba?” “Ancak insanların dünyasında bilinmemek, cennette ünlenmekten iyidir, çünkü cennet nedir? Dünya nedir? Hepsi zihindedir sadece. “ (287) diyerek özgürlüğün, insanlık arayışının, gerçek yaşam hasretinin sızısını paylaşır okuyucu ile.
Politikanın, emperyalizmin, ırkçılığın, savaşın karşıtı bu naif insanlar dünyayı başkalarının görmediği kadar ince bir yerden görüyorlar. Gördükleri berbat dünya ile baş edebilmek için buldukları çare ise insanlığa diretilen rasyonelliği tekmeleyip, dibine kadar duygusal kalmak ve daima YOLDA olmak. Şule Bölükoğlu
Jack Kerouac, Yolda, Siren Yayınları 2017
Yeraltı Edebiyatının Temel Özelliklerihttps://oggito.com/ Yeraltı edebiyatının “ana akım ”ın ve popüler edebiyatın dışında kalmayı tercih eden, popüler edebiyatın jargonuyla konuşmayan ve hayatın ana damarlarından değil, alttan alta akan kılcal damarlarından beslenen bir edebiyat türü olduğu, özel bir okura hitap ettiği ve kendine ait bir okur kitlesi yarattığı pekâlâ söylenebilir.
1. Kurgusal anlamda sahicilik ön plandadır cinsellik ve şiddet öğeleri yapıttan soyutlanmaz. .
Konu ile ilişkilendirilememişse ana akım edebiyatta cinsellik ve şiddet öğeleri ihmal edilir. Yeraltı edebiyatındaysa, doğrudan yapıtın kurgusuyla bağlantısı olmasa, bu anlamda yapıtın konseptini desteklemese bile cinsellik, bunun yanı sıra dozu az ya da çok olsun, yaşanan, yaşanmak zorunda kalınan şiddet ihmal edilmez. Bu anlamda birey, gerçek haliyle, daha sahici biçimde ortaya koyulur. En munis insanda bile, bardağı taşıran bir olay karşısında görülebilecek şiddet içeren duygusal patlama sekansları, yeraltı edebiyatında görmezden gelinmediği için, bu anlamda birey daha “s.
ahici” bir biçimde, olumlu olumsuz tüm özellikleriyle ele alınmış olur. 2. En uç ve sıra dışı olaylar ele alınsa bile, yapıtlarda fantastik ya da bozulmuş gerçeklik değil, somut gerçeklik söz konusudur. .
Yeraltı edebiyatı gerçeklikle bağını koparmaz, fantastik öğelere yaslanmaz; ama gerçeğin en sıra dışı ve uç noktalarına değinebilir. Bu anlamda, insanın karanlıkta kalan yanlarını açığa çıkartır ve içerdiği şiddet, hayatta var olan şiddetten başkası değildir. Şiddeti, fantastik öğelerle bütünleştirip başka bir gerçekliğe taşımaz; hayatta sürekli karşılaştığımız ama görmek ya da kabullenmek istemediğimiz şiddet öğelerini göz önüne serdiği için yer yer rahatsız edici bir özelliğe bürünür. Yeraltı edebiyatının, okuru rahatsız edici yönü, gerçeklikten kopmayla değil, aksine, okuru gerçeklikle, dahası kendiyle yüzleştirmesiyle ilgilidir. Bu anlamda, yeraltı edebiyatının içerdiği şiddet ya da cinsellik öğeleri, abartılı ya da gerçeklikten kopan öğeler değil, göz ardı etmeye meyilli olduğumuz, bireye ya da topluma ait gündelik şiddet ya da cinsellik öğeleridir. .
3. Dilin kullanımı son dere-e esnektir, argo ve küfür kullanımından kaçınılmaz. .
Gündelik dilin, hatta sokak dilinin yer yer pervasızca kullanılabilmesi, yeraltı edebiyatının önemli özelliklerinden biri olarak ele alınabilir. Yeraltı edebiyatını ana akım edebiyattan farklı kılan özelliklerden biri de, ana akım edebiyatın bir üst dil yaratma anlayışına karşı, gündelik dili sakınmasız şekilde kullanmasıdır. Yeraltı edebiyatı özellikle argoya ve küfre yaslanmaz, yeni bir argo dili yaratmak gibi bir işlev taşımaz; yapıtın yazıldığı dönemin ve toplumun anlatım biçimlerini, sakınmasız bir biçimde, argo da dahil olarak kullanır. Yeraltı edebiyatına ait yapıtlar, dile yeni argo sözcükler katma ya da farklı, alışılmadık anlatım biçimleri oluşturma gibi işlev taşımazlar; buna karşın, edebiyatın “dili estetize etme” görevini de kabullenmez, dili, “olduğu gibi” kullanırlar. .
4. Yapıtlardaki karakterler genellikle sıra dışıdır. .
Normal kavramının “norm’lara uygun” anlamına geldiğinden yola çıkarak, genel anlamda yeraltı edebiyatına ait yapıtlardaki karakterlerin normların dışında yer aldığını söylemek yanlış olmaz. Genelde marjinal, uyumsuz karakterler söz konusudur ama bu uyumsuzluk, hayatla çatışmaktan kaynaklanır. .
Roman kahramanının alkol ya da uyuşturucu kullanması ya da toplumsal değer yargılarına koşut bir cinsellik yaşamıyor olması, o yapıtın yeraltı edebiyatına ait olmasına yetmeyeceği gibi, kahramanı çok daha sıradan bir yaşam sürdüğü halde, yapıt yeraltı edebiyatına dahil olabilir. .
5. Gerek temasal anlamda, gerekse dil ve anlatım biçimlerinde kesinlikle didaktik bir yöntem kullanılmaz. Öğreticilik vasfı içermez. .
Yeraltı edebiyatı, okura yön vermek, ister genel toplumsal yapı hakkında, ister bireysel konularda olsun, yol göstermek, bilgi vermek gibi bir işlev taşımaz. Öğretici değildir. .
6. Genel kabul gören etik ve estetik değerleri önemsemeyip kendi etiğini ve estetiğini oluşturur.Yeraltı edebiyatı, genel kanının aksine etik ve estetik değerleri hiç önemsemeyen ya da bunları yıkmaya çalışan değil, bu değerleri önemsemeyen bir türdür. Çoğunlukla, önemsenmeyen bu genel geçer etik ve estetik değerler hakkında olumsuz göndermeler yapılmaz; bunların yerine .
Doğrudan başka değer yargıları önerilmez. Yapıtlar genel anlamda etik ve estetiken tamamen yoksunmuş gibi görünürken, içten içe sistemi eleştiren ve örtülü biçimde, farklı etik/estetik değer yargılarını önceleyen verilerle yüklüdür. .
7. İnsan psikolojisinin gizil kalmış yanlarına ait zengin veriler barındırır. Yeraltı edebiyatının en belirgin özelliklerinden biri, insan psikolojisinin gizil kalmış yanlarını öne çıkarması, bir anlamda insanın karanlıkta kalan özelliklerinin üstündeki perdeyi kaldırmasıdır. Yeraltı edebiyatı yapıtlarında genellikle uzun karakter tahlilleri yapılmadığı, olay örgüsü ön planda olduğu halde, karakterler sıklıkla marjinal kişilikler olduğu için psikolojik çözümlenmeye yatkındırlar ve bu açıdan ele alındıklarında okura çok zengin bir kişilik çözümlemesi olanağı sunarlar. |