| Kayıp Zamanın İzinde – Marcel Proust29 Nisan 2011
http://www.kitaphaber.net
Yazan: Oylum Yılmaz
Yazı Kaynağı: Sabit Fikir Kitap Eki “Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralanmasından oluşan bir halkayla çevrelenmiştir. Uyanırken içgüdüsel olarak bunlara başvurup yeryüzünün hangi noktasında olduğunu, uykuya daldığından beri ne kadar zaman geçmiş olduğunu bir çırpıda okuyuverir; ne var ki sıralamalarda karışıklıklar, kopukluklar olması mümkündür. Gece uykusuzluk çekip sabaha karşı, alışılmışın çok dışında bir pozisyonda, elinde kitabıyla uyuyakalmışsa mesela, havada kalmış olan kolu, güneşi durdurup geriletmeye yeter, uyandığı anda saati bilemez, az önce yattığını zanneder. (…) Ama benim kendi yatağımda bile, zihnimi tamamen gevşeten derin bir uykuya dalmam, zihnimi yattığım mekanın düzleminden koparmaya yeterdi, gecenin ortasında uyandığım zaman, nerede olduğumu hatırlamadığım için, ilk anda kim olduğumu dahi bilmezdim; en ilkel, en basit şekliyle belki bir hayvanın içinde kıpırdadığı şekliyle, varoluş hissini taşırdım sadece; bir mağara adamından daha aciz olurdum; ama sonra, hatıra denen şey kendi başıma içinden çıkamayacağım bu boşluktan beni çekip almak üzere gökyüzünden uzatılmış bir yardım eli gibi, bana geri dönerdi; uygarlığın asırlarını bir saniyede aşıverirdim, petrol lambalarının, ardından devrik yakalı gömleklerin hayal meyal görünen bulanık suretleri, benliğimin esas özelliklerini yavaş yavaş bir araya getirirdi.” Bu uzun alıntı Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinden. Uzun bir alıntı yaptım çünkü bu paragraftan yola çıkarak eserin çevresinde ve içinde dolaşmak niyetindeyim.
Proust’un, modern romanın başyapıtlarından biri kabul ettiğimiz Kayıp Zamanın İzinde’si uyku ile uyanıklık arasındaki o bulanık, o gölgeli zihin durumuyla açılır önümüze. Farkına varmadan uykuya dalarken bir saniyede kendiliği içinde kaybolur anlatıcı, zamanın ve mekanın düzleminden kopar ve sonra yine bir saniyede hatıralar uzatır ona ellerini, boşluktan çekip çıkarılır, asırların içinden geçerek benliğine yeniden ulaşır. Öyle gelir ki, Poust’un uzun uzadığa anlattığı bu döngü, ve hatta bu döngünün iç içeliği, ayrılmazlığı eserinin de ritmini, iç sesini, hareket noktasını belirlemektedir. Proust, her şeyden kopmuş zihnin, dünyayı ve zamanı bütünüyle algılama çabasındadır ve bu çabayla onu amacına ulaştıracağını hissettiren mekanlara, seslere, görüntülere, düşünce parçalarına dört elle sarılır… Onlardan yeni, yepyeni bir yaşam elde eder. Yaşam karşısında, yazı yoluyla yeni bir yaşam elde etmek; yeni bir hakikat yaratmaktır bu. Kim bilir, yazarın ayrıntılara, farklı ruh hallerine dair takıntılı bağlılığı da belki buradan gelir. Yeni, yaratılmış bir hakikate ulaşmanın aracı olarak roman; buradan yola çıkarak yazmayı istemenin romanı olarak Kayıp Zamanın İzinde…
Yapıtın “mitolojik” konusu
Roland Barthes, Kayıp Zamanın İzinde’ye pek çok konu yüklenebileceğini söyler: Zamanın felsefesini yapmak gibi “soylu bir konu”, yazmak isteyen ama başaramayan anlatıcıya dair “dramatik bir konu”, ‘dünya ne kadar küçük’ gibi basit bir deyişin keskin ve ısrarlı bir şekilde geliştirildiği “naif bir konu”. En çok üzerinde durduğu ise yapıtın o “mitolojik” konusudur. Buna göre uyku, yarı-uykululuk ya da yarı uyanıklık hali Kayıp Zamanın İzinde’nin hareket noktasıdır, bu uçsuz bucaksız yapıt genel bir algı durumunu, dünyanın manevi ve metafiziksel durumunu işler. “Çok özgün bir uykudur bu; bir düşçülüğü değil de aslında hakikate ulaştıran bir sahte bilinci işin içine katar: Bu anlatı diziminin mantığından ve kronolojiden çekip çıkarılmış, düzeni bozulmuş, kararsız bir bilinçtir; burada Freud’culuğun ‘derin’ topolojisi kesinlikle söz konusu değildir; bu bir yerlerin genişlemesi ve birbiriyle yer değiştirmesi psikolojisidir.”*
“Hakikate ulaştıran sahte bilinç”… Modern romana damgasını vuran, yazarları ve okurları peşine düşüren bir ideal belki de. Proust’u ve onun yapıtını edebiyat tarihi içinde ayrıcalıklı kılan da, bu ideale ulaşmış olmaları. Olanaklılık, tek bir örneği olsa dahi, umudu da, bu yöndeki çabaları da canlı tutuyor hiç şüphesiz. Ve bizleri tekrar tekrar Proust okumaya, yapıtının mitolojik, dramatik, naif ve soylu şifrelerini çözdürmeye devam ettiriyor.
Okurlarım endişelenmesinler, burada Kayıp Zamanın İzinde için tutup da, şahane bir kitaptır diyecek halim yok elbette. Ama elimde tuttuğum baskı, yapıtın Türkçeye tamamen kazandırılmış hali biliniz ki şahane bir kitap. Roza Hakmen’in müthiş çevirisiyle; (şiir çevirilerinin de Ahmet Güntan’a ait olduğunu söyleyeyim) bibliyofilleri mest edecek incecik sayfalı, dikişli ve deri ciltli haliyle gerçek edebiyatseverlerin kütüphanelerinde başköşeye koyacaklarına eminim.
Kayıp Zamanın İzinde,Swann'ların Tarafı Marcel Proust
Mefaret Aktaş
"Swann'lerin Tarafı" Marcel Proust'un ilk kez 1908'de yazmaya koyulduğu "Kayıp Zamanın İzinde" adlı dev yapıtının yedi kitabından biri. Yapı Kredi Yayınları daha önce bu eserin "Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde", "Guermantes Tarafı", "Sodom ve Gomorra" adlı kitaplarını yayımlamıştı. Marcel Proust 1913'te yazdığı ve 20. yüzyıl edebiyatının temel taşlarından biri olarak kabul edilen "Swann'lerin Tarafı"nda Marcel Proust Charles Swann'in ağzından konuşuyor.
Günlük yaşamda ayakkabı bağlamak, bir şeyler yemek, yürümek gibi yaptığımız her sıradan hareketin bilinçsiz olarak hafızamızı tetiklediğini, böylece gündelik yaşamdan yola çıkarak geçmişimizle ilgili bir çok şeyi aydınlatabileceğimizi iddia ediyor Proust. Kahramanımız Charles Swann günlük hayatın rutinlerini yerine getirdikçe geçmiş hayatını, o zamanlar kendisini etkileyen insanları, yerleri ve olayları yeniden yaşamaya başlar.
1871 doğumlu Fransız yazar Marcel Proust "Swann'lerin Tarafı"nın ardından "Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde"yi yazmaya başladı. I. Dünya Savaşı yüzünden bu kitabı bitirmesi uzun sürdü. Ancak 1919'da bitirebildi. Proust serinin diğer kitaplarını hayatının bu son üç yılında yazdı. 1922'de, hayatı boyunca geçirdiği astım krizlerinin sonucunda zatürree'ye yakalandı ve öldü.
Proust yaşarken edebiyat dünyasının yarısı onu çok parlak bir yazar, diğer yarısı da okunamayacak kadar ağır buluyordu. Ama şimdi dışavurumcu Fransız edebiyatının en önemli ismi olarak anılıyor.
YKY bundan sonra da "Kayıp Zamanın İzinde"nin "Mahpus", "Kaçak" ve "Yakalanan Zaman" adlı kitaplarını yayımlayacak.
Kayıp Zamanın İzinde – Marcel Proust – Yapı Kredi Yayınları
Marcel Proust Vikipedi, özgür ansiklopediMarcel Proust Doğum 10 Temmuz 1871 Auteuil , Paris , Fransa Ölüm 18 Kasım 1922 Paris
Valentin Louis Georges Eugène Marcel Proust (Fransızca okunuşu maʁsɛl pʁust) (d. 10 Temmuz 1871 – ö. 18 Kasım 1922). Fransız romancı, deneme yazarı ve eleştirmen. En tanınmış eseri 1913-1927 yılları arasında yayınlanmış, 20. yüzyılın en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen 7 ciltlik À la recherche du temps perdu (Türkçede, Kayıp Zamanın İzinde)'dir.
Proust Paris'in güney yakasında, Auteuil'de, Frankfurt Anlaşması Fransız-Rus Savaşları'nı resmen sonlandırdıktan iki yıl sonra büyük amcasının evinde doğdu. Doğumu Paris yönetiminin baskılanması sonucu çıkan şiddet ortamında gerçekleşti ve çocukluğu Üçüncü Cumhuriyetçiler'in göreve geldiği sırada geçti. Kayıp Zamanın İzinde özellikle aristokrasinin çöküşü ve orta sınıfın yükselişi dönemine denk gelen Üçüncü Cumhuriyetçiler yönetimi altında gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri konu alır.
Proust'un babası Achille Adrien Proust, Avrupa ve Asya'da koleranın nedenlerini ve yayılmasını araştırmakla görevli bir patolog ve epidemioloji uzmanıydı. Tıp ve hijyen konulu birçok makale ve kitabın yazarıydı. Proust'un annesi Jeanne Clémence Weil, Alsace'li zengin ve yüksek kültürlü bir Yahudi ailenin kızıydı[1]. Eğitimli ve kültürlü bir kadın olan annesinin kaliteli espiri anlayışı ve yetkin İngilizcesi yazmış olduğu mektuplardan bilinmektedir.[2]
Dokuz yaşına geldiğinde Proust ilk ciddi astım nöbetini geçirdi. Bu yaştan sonra da her zaman hasta bir çocuk olarak kabul edildi. Çocukluğunun önemli bir bölümünü Illiers'de bir çiftlikte tatil yaparak geçirdi. Bu köy, Auteuil'deki amcasının eviyle birlikte Kayıp Zamanın İzinde'de sık sık geçen hayali Combray köyü için model oluşturuyordu.
1882'de, 11 yaşındayken Proust Lycée Condorcet lisesine yazıldı, ancak eğitimi hastalığı yüzünden yarıda kaldı. Buna rağmen edebiyat yeteneğiyle ön plana çıkmayı başardı ve son senesinde bir ödül aldı. Sınıf arkadaşları sayesinde yüksek burjuva sınıfının salonlarına girebildi, buralarda da Kayıp Zamanın İzinde için değerli kaynaklar elde edebildi.[3].
Kötü sağlığına rağmen Proust bir yıl (1889–90) Fransız ordusunda askerlik yaptı. Bu bir yılını Orléans'da Coligny Caserne'de geçirdi. Romanının üçüncü bölümünü oluşturan Guermante'nin Yolu'nda bu deneyiminden uzun uzadıya bahsetmektedir. Genç bir delikanlı olarak Proust eğlenceye düşkündü ve yaşamı bir yazarın disiplinli yaşamından uzaktı. Bu dönemde, bir snob ve bir amatör olarak yarattığı ünü büyük romanının ilk bölümü olan Swan'ların Yolu'nu yayınlatma konusunda büyük sıkıntılar yaşamasına neden oldu (1913).
Proust'un annesiyle yakın bir ilişkisi vardı. Babası ise sürekli bir kariyer edinmesi konusunda ona baskı yapıyordu. Babasının bu isteklerine karşılık vermek için 1896 yazında Bibliothèque Mazarine kütüphanesinde gönüllü bir işe girdi. Bir süre çabaladıktan sonra, yıllarca sürecek bir hastalık izni almayı başardı. Hiçbir zaman bir işte çalışmayan Proust, annesi ve babası ölünceye dek de aile evinde yaşamayı sürdürdü.[2]
Bir eşcinsel olan Proust,[4] eşcinsellik temasını eserlerinde açıkça ve uzun uzadıya işleyen ilk Avrupalı romancıydı.
1894'te Dreyfus olayı başladığında Marcel Proust, Dreyfus yanlıları arasında yer aldı. 1895'te felsefe lisansı diplomasını aldı. Bundan üç yıl sonra 1898'te Dreyfus olayı büyüdü. Aynı yıl Zola'nın "J'accuse" adlı açık mektubu L'Aurore gazetesinde yayımlandı.[5]
1900-1905 döneminde aile çevresi ve genel olarak hayatı büyük değişimler geçirdi. Şubat 1903'de Proust'un ağabeyi Robert evlenip aile evini terk etti. Aynı yılın Kasım ayında babası öldü[6]. Ama Proust en büyük darbeyi Eylül 1905'de annesi öldüğünde yedi. Annesi ölmeden önce ona kaydadeğer bir miras bıraktı. (2006 yılının kurlarıyla 6 milyon Amerikan dolarına yakın bir meblağ ve aylık 15.000 dolarlık sabit bir gelir.) Ancak bu dönemde kendi sağlığı da ciddi ölçüde zayıflamayı sürdürdü.
Proust son üç yılını büyük ölçüde yatak odasında geçirdi. Gündüzleri uyuyor, geceleri romanını tamamlamak için çalışıyordu. 1922 yılında zatürreye yakalanıp akciğer apsesinden öldü. Paris'te Père Lachaise Mezarlığına defnedildi. Proust yaşarken edebiyat dünyasının yarısı onu çok parlak bir yazar, diğer yarısı da okunamayacak kadar ağır buluyordu.[7]
Erken yazıları
Proust çok erken yaşlarda yazma ve yayınlanma işiyle ilgilenmeye başladı. Daha okul yıllarında yazılarını yayınladığı La Revue verte ve La Revue lilas dergileriyle olan ilişkisinin yanı sıra 1890-91 yıllarında Le Mensueljürnalında da toplumla ilgili yazılar yazdığı aylık bir sütunu vardı.[2] 1892 Le Banquet (aynı zamanda Platon'un Sempozyum kitabının Fransızca adı), adında aylık bir edebiyat dergisi çıkarma girişimine katıldı. Bunu izleyen yıllarda bu derginin yanı sıra, daha prestijli La Revue Blanche dergisinde küçük yazıları yayınlandı.
1896 Les Plaisirs et les Jours adı altında bu küçük yazıların birçoğundan oluşan bir derleme yayınlandı. Kitabın önsözünü Anatole France yazdı, çizimleri de Mme. Lemaire tarafından yapıldı. Kitap öylesine şaşalı bir şekilde hazırlanmıştı ki fiyatı normal bir kitabın iki katıydı.
O yıl Proust, ancak ölümüden sonra, 1954'de yayınlanacak Jean Santeuil adlı bir roman üzerinde çalışmaya başladı. Kayıp Zamanın İzinde'deki temaların birçoğunun ilk hallerine bu tamamlanmamış romanda rastalanabilmektedir. Örneğin hafıza muamması, üzerinde düşünmenin gerekliliği ve bunun gibi başka birçok bölüm. Jean Santeuil çalışmasında Kayıp Zamanın İzindede bulunan birçok bölümün ilk hallerine de rastlamak mümkündür. Örneğin Jean Santeuil'de betimlenen ebeveynler Kayıp Zamanın İzindeki ebeyeynlere göre oldukça kabaca ve anahatlarda betimlenmiştir. Les Plaisirs et les Jours aldığı kötü eleştireler ve kurguyu ilerletme konusunda Proust'un karşılaştığı sorunlar, yazarın sonunda Jean Santeuilyi 1897'de ilerletmeyi bırakmasına, 1899'da çalışmayı büsbütün rafa kaldırmasına neden oldu.
Robert de Montesquiou, À la recherche du temps perdu'de Baron de Charlus'nun esin kaynağı
Bu dönemde Proust, birbirinden kopuk bu parçalardan yavaş yavaş bir roman derlemeye başladı. Uyku tutmayan ve her gece çocukken annesinin onu sabahları almaya geldiği zamanları anımsayan bir başkahramanın, birinci ağızdan anlatıldığı bu çalışma, en sonunda da Sainte-Beuve üzerine eleştirel bir incelemeyle noktalanıyordu. Sainte-Beuve'ye göre biyografiler bir sanatçının çalışmalarını anlamak için en değerli belgelerdi; Proust bu görüşe karşı çıkıyordu. Bu romanın taslaklarında, daha sonra "Combray" ve "Swann" çalışmalarında karşımıza çıkacak metinler (özellikle 1. Kitap ve 7. Kitap'ın son bölümü) yer alıyordu. Kitabı için bir yayıncı bulma konusunda yaşadığı sıkıntılar nedeniyle Proust bir süre sonra temelde farklı ama içeriğinde benzer tema ve ögeler içeren başka bir projeye yönelmesine neden oldu. 1910'a gelindiğinde ise artık À la recherche du temps perdu üzerinde yoğun olarak çalışıyordu.
Kurgusu
Kurgunun merkezinde, 4000 sayfa boyunca adı ancak bir ya da iki kere geçen Marcel adlı baş kahraman yer alıyor. Bir yazar olmak istiyor, ancak hayatının "belleğini" bulmakta güçlük çektiğinden bir türlü oturup yazamıyor. Yazarlık serüveni yedi cilt boyunca sürüyor. Bir noktada yazma işinden büsbütün vazgeçmeye karar veriyor. Eserin sonlarına doğru "belleğini" kazara buluyor ve yazmaya başlayabiliyor. Ancak bu da düşündüğü kadar hoş bir şey olmuyor. "Gerçek cennetler, unuttuklarımızdır" diyor. | | Bir şizofrenin hatıraları Kaya Gençhttp://www.radikal.com.tr/ Marcel Proust'un büyük romanı 'Kayıp Zamanın İzinde', yedi cildin tamamını bir araya getiren yeni bir edisyonla yayımlandı. Proust'un bu en ünlü yapıtını psikolojik bir analiz olarak görenler kadar şizofrenik bir anlatı olarak okuyanlar da var
Hakikatleri değil, hakikatlerin kurulmuş şeyler olduğunu söyleyen biri - Proust. Bir hekim-yazar değil, yazdığı yüzlerce sayfalık ‘psikolojik analiz’ fragmanlarına karşın bir hekim-yazar değil, özgürleştirici akışını okuyan-kişiyle paylaşan bir şizofren. Ve sonra biz: Marcel Proust’un kitabının tefrika edilişini bekleyen son kuşağız, bizim için Proust ‘devam etmekte olan - gelmekte olan’ bir şeydi, beklenen bir şeydi, bitmeyen, bitmesi beklenen ama henüz ve hâlâ bitmemiş bir şeydi. Ama bu ay Proust bitmiş bir şeye dönüştü, yıllar içinde biriktirilen yedi cilt, bir seferde, bir kutunun içinden çıkan iki cilde dönüştü. Sihirbaz sahneden inerken biz hâlâ şaşkındık.
Eğer Türkçede yapılmış en hayranlık uyandırıcı ve boyutlarıyla en ürkütücü çeviri projesinden bahsedilecek olursa, Roza Hakmen’in Proust’unu, Türkçede okuduğumuz en iyi çeviriyi söylemeden edemeyiz; Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde 1996’da gelmişti, Guermentes Tarafı ve Sodom ve Gomorra bir sonraki yıl, 1999’da Swann’ların Tarafı, 2001’de peşpeşe Mahpus ve Albertine Kayıp ve Yakalanan Zaman, daha çok (yine eski bir adet olan) ansiklopedi fasiküllerini biriktirmek gibi bir şey. Sonra, Marcel’in çocukluğundan masum bir uykusuzluk anını tasvir eden bir sahneyle açılan perde (“Uzun zaman, geceleri erkenden yattım. Bazen daha mumu söndürür söndürmez, gözlerim o kadar çabuk kapanıverirdi ki, ‘uykuya dalıyorum’ diye düşünmeye zaman bulamazdım. Aradan yarım saat geçtikten sonra da, artık uykuya geçme vakti geldiği düşüncesiyle uyanırdım...”) Birinci Dünya Savaşı’nda Paris’in devrim günlerindeki Rus kiliseleri kadar boş olduğu bir atmosferde sona erinceye dek bu dünyaya nasıl yaklaşacağını düşünen Okur var. Okur düşünür: Kitap, La Bruyere’in Karakterler‘i gibi göreneklerde yaşanan bir değişimin, bir geçişin karakterler üzerinden tasviri midir (bir panorama), Freud’un Düşlerin Yorumu‘ndaki isimsiz vaka analizlerinin hafif bir kurmaca yanılsamasıyla örtülmüş, geniş kapsamlı bir yeniden-yazımı mıdır (bir psikanaliz), yoksa Fransızların roman á clef dedikleri ve gerçek şahsiyetlerin takma isimlerle arz-ı endam ettikleri bir ‘anımsıyorum’ performansı mı (bir tarih kitabı)?
On yıl boyunca odasından çıkmadı
Gilles Deleuze ve Felix Guattari Anti-Oedipus‘ta Proust’un ahlaksızlıktan da çok bizi rahatsız eden şeyin delilik ve onun masumiyeti olduğu sözünü hatırlatıyor ve ekliyorlar: “Eğer şizofreni evrenselse, büyük sanatçı da, gerçekten şizofrenik duvarı tırmanarak ele geçiren ve bilinmeyenin arazisine uzanandır, orada herhangi bir zamana, döneme, okula ait değildir artık.” Şizofrenik sanatta ilginç olan, hep sağlıklı sanat rolü yapabilmesi, normu belirlemek isteyenler tarafından psikolojik vakaların bir sunumu olarak algılanabilmesi, ‘hasta’nın sonsuza dek doktoru kandırabilmesidir. Proust için de büyük psikolog diyorlar! Onun ‘eşcinsel olmakla birlikte’ kadın-erkek ilişkilerini en iyi anlayan yazar olduğunu söylüyorlar! Çok iyi bir gözlemciymiş ve on yıl boyunca odasından pek az dışarı çıksa da dünyaya çok gerçekçi bir Paris resmi sunmuş! Onunla birlikte aristokrasinin dedikoduları arasında gezmek ne kadar da hoşmuş! Regresif, burjuva yorumlar, Proust’u burjuvaziye satmak için uydurulmuş psiko-teknikler! Oysa kim onun yedi ciltlik projesinin bir sayıklama-akışı olduğundan şüphe edebilir? Kayıp Zamanın İzinde‘de Marcel’in serüvenleri boyunca o kadar çok hakikatle karşılaşırız ki, bir süre sonra hakikatin olmadığını anlarız, roman bir hakikat üretme aracı değil, hakikatin üretilmişliğini yansıtan bir araçtır. Peki hakikat yoksa ve üretilmişse o zaman bu kadar çok üretilmiş hakikati yeniden üreten anlatıcı ne yapıyordur? Bunun şizoid bir akış olduğunu anlarız (hepimiz üretilmiş hakikatleri yeniden üreten akışların özneleriyizdir) ve özgürleştirici olan da şizoid-akışın düzensizliğidir, Proust’un romanı bu akışın işaretler üzerinden sonsuza dek genişlemesi üzerine kuruludur. “Anlatıcının hiçbir şey görmediği, hiçbir şey duymadığı ve organları olmayan bir beden olduğu açıktır, kendi ağının içinde bekleyen bir örümcek gibi hiçbir şeyi gözlemlemeden en ufak bir işarete tepki verir, en ufak titreşimde avını ortaya çıkarır.” Proust’un büyük romanı dediğimiz o sözcükler ve dünya, burjuva göreneklerine göre fazla akışkan bir libido, Fransız dilinin hegemonu L’AcadÈmie française’in Fransızcasının söz dizimine karşı şiddetli bir saldırı olarak karşımıza gelir.
“Vezelay, Chartres, Bourges, Beauvais gibi bazı şehir isimleri, şehrin en büyük kilisesini de tanımlayan birer kısaltma gibidir. Bu isimlerin bu dar anlamını o kadar sık kullanırız ki, sonunda -henüz tanımadığımız bir şehir söz konusuysa- bu dar anlam, ismi bir bütün olarak şekillendirir; o andan itibaren, bu isme şehir fikrini (hiç görmediğimiz şehrin fikrini) de sokmak istediğimiz zaman, ismin dar anlamı, bir kalıp gibi, aynı oymaları şehrin tamamına uygular ve aynı tarzda adeta büyük bir katedral çıkarır ortaya. Oysa Balbec ismini, bir tren istasyonunda, büfenin üzerinde, mavi bir tabelada beyaz harflerle, neredeyse İran üslubunda yazılı olarak gördüm...” Swann’ların Tarafında‘nın en güzel bölümlerinden “Memleket İsimleri: Memleket”te okuyoruz bu cümleleri. Marcel’in bir trende, bir köken bilimcinin söylemini aktardığı bölümler, şehirlerin, kasabaların, köprülerin, katedrallerin, yolların, aristokrasi ünvanlarının, gerdanlıkların, değerli eşyaların, tarih olarak biçimlendirilmiş söylencelerin kökenleri ve akışlarını sayfalar boyunca yaratırken, imgesel, sembolik ve ‘le rÈel’ arasında gidip gelen çocuğun şizofrenisini de yansıtıyor. Sözcükler ve şeyler, Albertine, Robert de Saint-Loup, Baron de Charlus, Charles Swann, Odette de Crecy, Guermentes Düşesi, Elstir, Bergotte -anlatıcı Marcel’in ilgisini çeken ve izlerini ve gerçek hallerini ve öykülerini ve yansımalarını kovaladığı şeyler, öncelikle sözcükler, sembollerdir. Ama zaten kim bir sembolün peşinden giderek yollara düşmez ki?
Bizim de Lahey’de Mauritshuis müzesine düştüydü yolumuz, Vermeer’in Delft Manzarası tablosundaki ufak sarı lekeyi görmek isteyen Kayıp Zamanın İzinde‘nin romancı kahramanı Bergotte vardı aklımızda, evde patates yiyip müzenin yolunu tutmuştu kendisi, burada ‘yapay sanat’ olarak gördüğü eserlerin yanından geçip Vermeer’lere ulaşmıştı, ‘onun resim yaptığı gibi’ yazmalıydı, ancak midesi bulanıyor, başı dönüyordu, yediği patatesleri hazmedemediğini düşünüyordu (iyi pişirmemiş olsa gerekti), Delft Manzarası tablosunun önünde, resimdeki duvara bakarken öldüğü haliyle kalmıştı aklımızda, ne zaman bir müzeye gitsek aklımıza o gelir. Ne zaman boş bir evde düşüncelere dalsak, âşık olsak, yeni bir şehre, bir çevreye girsek, bir sahil kasabasında, söylenceler ve sözcükler ve şeyler arasında gezsek Proust’un romanının aklımıza geldiği gibi.
Bugün bize dayatılan yeni sembolik düzenlerin karşısında ağında bekleyen bir örümcek, şizofren Marcel gibiyiz ve sembollerden ve isimlerden hakikatler üretmeye ve tren camından görülen manzarayla şeyleri bağdaştırmaya çalışırken ürettiğimiz akışlar bizi biz yapıyor: Çıldırdık ve bunda hiçbir sorun yok. Marcel gibi çıldırdık biz de ve onun gibi bizim de tedaviye ihtiyacımız yok.
Kayıp Zamanın İzinde: Girizgah Yazar: Önder Kurt Kasım 20, 2008 Tıklar: 682 0
http://www.e-hayalet.net
İnsanın, rüyalarına mütemadiyen musallat olacak kadar yapışkan kendi bireysel yaşamındaki küçük küçük önemsiz enstanteleri anlatmasının, başkaları için ne gibi bir ilginçliği olabileceği kuşkusu ile, bu bayağı uzun olacak diziye başlayıp başlamama konusunda oldukça uzun bir süre tereddüt ettim. Derken, sağolsun Emrah'ın da teşvikiyle aradığım bahaneyi buldum ve taze gelin nazımı biraz da küçük bir numara ile aştım.
Hadi bu son derece bireysel küçük odise'mi, işin içine biraz da politik rasyonalizasyon katarak iyice meşrulaştırayım; sizleri bilmem ama üniversite yıllarından beridir ben hayattan koptum; büyük bir anlamsızlık denizi içinde debelenip duruyorum. Bulunduğum mekanlara aidiyet duygusunu yaklaşık 15 yıldır kaybetmiş bulunuyorum. Ev evim, sokak sokağım değil. Hergün Mecidiyeköy'den Şişli'ye "evime" dönerken, YKM'in arkasındaki açık otoparkın bekçisi, bastı bacak dişi köpekten medet umuyorum yapmacık olmayan, spontan bir iletişim adına; ama o kaltağın bile umrunda değilim. Bütün o koca koca plazaların, alışveriş merkezlerinin, özel hastanelerin resmi sahipleri yanılıyorlar, kendilerinin sanıyorlar o mülkleri. Ama yanılıyorlar, şu ciddi, havalı dişi köpek izin verdiği için ordalar hepsi. Bunca mal mülk sahibi Şişli köpeği bana yüz verir mi? Daha geçen gün farketti varlığımı, şöyle bir baktı "Gördüm seni, çok geçiyorsun buralardan" dercesine.
Adeta başkasına ait bir yaşamı vekaleten yaşıyorum. Bu vekaleten yaşam da bir türlü asaletene dönüşemiyor. Kendimi ait hissettiğim, çevremdeki nesneler ve insanlarla etkileşimde olduğum en son mekan ODTÜ kampüsü ve Ankara 100.Yıl Sitesiydi, tabii bununla bağlantılı olarak en son benim olan şehir de Ankara'ydı. Eskiden, hani şu iğrenç alışveriş merkezlerinin olmadığı zamanlarda, İstanbul da benimdi. Lise yıllarında Ortaköy'den Beşiktaş'a o ağaçlı yolda yürürken, Salacak sahilde çekirdek çinterek volta atarken, o çok sevdiğim Moda çay bahçelerinde kahvemi yudumlarken babacan, tatlı sert Hulusi Kentmen tadında yakın davranıyordu bu şehir, taşralı bir yatılı okul öğrencisi olmama rağmen. Ama şimdi "siktir git, buraya ait değilsin" diye çemkiriyor sokağa adımımı attığım her defasında. Hulusi Kentmen gitti, Kenan Pars geldi. Erol Taş değil özellikle Kenan Pars ya da daha güzeli Nuri Alço.Bu ceberrut şehir "Hadi artık ! Ne zaman son vereceksin bu uzun misafirliğe" imalarıyla dolu jestlerle kovmaya çalışan kötü bir ev sahibi gibi davranıyor bana artık; "Ankara'nın en güzel tarafı İstanbul'a dönüşüdür" diyen muhterem zatın şimdiki tavrı ne olurdu diye de merak ediyorum.
İşte böylesi bir çevrede geçmişin o küçük enstantelerini hatırlamak, şu Proust sendromunu yaşamak, bir kaçış olduğunu bilsem de, kuyruk sokumundan başlayıp yukarılara doğru çıkan o sızıntıyı yaratıyor. Ziyaretlerinden hoşlanıyor muyum yoksa ürkütüyorlar mı bilmiyorum. Ama zaten istemesem de, simgesel düzlemden çıkıp imgeselin eşiğinden adım attığım hemen her kısa akşam üstü kestirmelerimde hemen sökün ediyorlar. Ve bazen dehşetle kaldırıyorlar uykumdan. Neden bu kadar ısrarcılar, neden özellikle bu kadar sıradan olanları sürekli yoklayıp duruyorlar bilmiyorum. Bazen Nietzsche'nin "bengi döngü" dediği şey bu mu diye soruyorum. Bengi bengi dönüp geliyorlar çünkü, tekrar tekrar yaşanıyor aynı anlar; "Fark Ve Tekrar" Deleuze'un, Turgut Özben hırsıyla "Birgün hepsini okuyacağım bunların" diye huşuyla baktığım kitaplığımda duran kazık kitaplarından birinin adı. Kastettiği "tekrar" bu mu acaba, ölmeden vakıf olabilecek miyim? "Okudum lan işte bütün kütük kitapları; Ulysess,Finnegan's Wake, Kapital 1-2-3, Moğolların İçtimai Tarihi, Gibbons Roma Tarihi, Braudel Maddi Uygarlık, Varlık Ve Zaman, Varlık ve Hiçlik, Etika, Tinin Görüngübilim,Retorik, Bin Yayla,Of Grammatology, Güç İstenci.Hepsini sıraya dizdim diyebilecek miyim? Ne önemi var ki? Özgün bir duygulanım değil, Oğuz abi yaşamıştı. "Tekrar"a gerek yok. Peki "Mühürlenmiş Zaman" desem? Onu da Tarkovsky kapmış; böyle birşey miydi acaba onun mühürlendiğini söylediği kendi zamanı? "Sayın Tarkovsky, filmlerinizde ne anlatıyorsunuz, mesajınız ne hiçbir fikrim yok; ama hepsini de tuhaf bir şekilde çok seviyorum, beni alıp çocukluğuma götürüyorlar. Rüzgar aynen böyle esmişti, otlar tam da böyle eğilmişti" diyen hayranın hissetiklerini ben de yaşadığım ve çok tanıdık geldiği için, herhalde "mühürlenmiş zaman işte bu" demem çok abes olmayacak.
Peki politik rasyonalizasyon neresinde bunun? Belki vajinayı-popoyu dağıttığımız şu yaşadığımız zamanların kafkaesk yalnızlığı, tam da bizi insan yapan şu küçük anlatılarımızı paylaşacak kimsenin kalmamasından çevremizde. "Karpuzla kurduğum ilişki kimsenin umrunda değil" demişti bir arkadaş; benim de çocukluğumda, korku ve saygıyla "birgün bir tanesini avlayacağım" dediğim bizim yörenin taşşakkapan denen bir tür kertenkelesiyle, karatavuk ya da cuppalak kuşlarıyla ilgili anılarım kimsenin umrunda değil.
Yağmurun ince ince ciselediği ve bacalardan çıkıp genizlerimize kaçan isin havayı kapladığı, o herşeyiyle sonbahar olan günlerde, inşaat halindeki binaların -özellikle bodrum katlarında- toplanır, 10kg'lık zeytinyağı tenekesinden yaptığımız sobanın ateşi etrafında, birbirimize cin, hayalet öyküleri anlatırdık. Etrafta soğan kabuğu da varsa, öyküler iyice heyacanlı olurdu. Rivayete göre paralel evrende yaşayan cinler için soğan kabuğu nakit paraymış, dolayısıyla soğan kabuğu varsa etrafta, bu tarafa geçerlermiş. İşte adına sanına layık o sonbahar günü ve o ateş, bengi bengi dönüp geliyorlar. Gelmeyin birader, 40 yaşımda bu kadar hüzün yaratıyorsanız, 70 yaşımda nasıl katlanacağım ben size.?
İşte bu küçük bengi döngülerimi anlatacağım; beğenseniz de beğenmeseniz de. Ardından sizleri de davet edeceğim; hadi piste!. Canım biz biliyoz da mı oynuyoz.
Yakalım teneke sobamızı, İnternet aleminin bodrum katında yeralan şu sitemizde, anlatalım "bizi biz yapan öykülerimizi". Hayalet ve cin öykülerini hala çok severim. Bu kodumun dünyasında Perili Ev de kalmadı; en büyük yabancılaşma, en büyük şeyleşme budur kanaatimce.
Kayıp Zamanın İzinde'nin el yazmalarından bir bölüm
Vikipedi 1895'den başlayarak Proust uzun yıllar Carlyle, Emerson ve John Ruskin okuyarak geçirdi. Okumaları devam ederke Proust kendi edebiyat kuramlarını geliştirmeye ve sanatçının toplumdaki yeri hakkında kendi fikirlerini geliştirmeye başladı. Aynı zamanda Kazanılan Zaman'da Prous'un evrensel kahramanı Ruskin'in "Susam ve Zambak"'ını çevirdiğinden bahsediyor. Sanatçının sorumluluğu doğayla yüzleşmek, onu gözlemek, özünü kavramak, ardından da bunu bir sanat eserinde baştan anlatmak ya da dışavurmaktır. Ruskin'in bakışaçısında sanatsal üretim çok belirleyiciydi, Proust için ise Ruskin o kadar önemliydi ki, aralarında "Mimarininin Yedi Lambası," "Amienlerin İncil'i" ve "Praeterita" da dahil olmak üzere, birçok kitabını "ezbere bildiğini" söylemiştir[8]
Proust daha sonra Ruskin'in iki çalışmasını Fransızca'ya çevirmeye başladı ama İngilizce bilgisindeki yetersizliği buna engel oldu. Bunun üstesinden gelebilmek için çeviri çalışmasını bir grup çalışmasına çevirdi ve kabataslak çeviriyi annesine yaptırdı, ardından kendisi yazıları gözden geçirdi, son olarak da bir arkadaşının İngiliz kuzeni (ve dönem dönem sevgilisi) Marie Nordlinger tarafından son kez gözden geçirdi. Bir editörü yöntemleri konusunda onu sorgulayınca, Proust "İngilizce bildiğimi iddia etmiyorum; Ruskin'i bildiğimi iddia ediyorum" diye yanıtlamıştı.[9] "Amienlerin İncil'i" Proust'un geniş önsözüyle birlikte, 1904'de Fransızca'da yayınlandı Hem çeviri, hem önsöz iyi eleştiriler aldı; Henri Bergson Proust'un girişini "Ruskin'in psikolojisine iyi bir katkı" olarak değerlendirdi; çevirinin kendisini de aynı şekilde olumlu sözlerle karşıladı.[2] Bu kitap yayınladığı sıralarda Proust Ruskin'in Susam ve Zambaklar eserini çevirmeye başlamıştı bile. Bu eser de 1906'da yayınlandı. Edebiyat tarihçilerine göre, Ruskin'in dışında Proust'u en çok etkileyen sanatçılardan bazıları Saint-Simon, Montaigne, Stendhal, Flaubert, George Eliot, Fyodor Dostoevsky, ve Leo Tolstoy'dur.
1908 yılı Proust'un bir yazar olarak kariyeri açısından önemli bir yıldı. Yılın ilk yarısında, farklı dergilerde başka yazarların pastişlerini yayınladı. Bu 'öykünme' çalışmaları, Proust'a kendi tarzını oturtma konusunda yardımcı olmuş olabilir. Buna ek olarak, aynı yılın ilkbaharı ve yazında Proust, daha sonra Contre Saint-Beuve adı altında toplanacak bir dizi yazı parçacığı üzerinde çalışmaya başladı. Proust çalışmasının neyle ilgili olduğunu bir arkadaşına yazdığı bir mektupta dile getirmiştir: "Şu anda üzerinde çalıştıklarım şunlardır: asilzadeler üzerine bir Paris romanı, Sainte-Beuve ve Flaubert üzerine bir deneme, kadınlar üzerine bir deneme, kulamparalık üzerine bir deneme (yayınlanması pek kolay olmayacak), mozaik cam üzerine bir çalışma, mezar taşları üzerine bir çalışma ve romancılık üzerine bir deneme."[2] |