| Arenayla opera arasında bir hayat benimkis 08/04/2011
Cem Erciyeş http://www.radikal.com.tr Yeni romanıyla sessizliğini bozan Murathan Mungan: İkinci bir 50 yaşım olduğundan şüpheliyim, çünkü romandaki gezegende yaşamıyoruz... Bir telaşım var, ama telaşa kurban etmemem gereken yeteneğim ve malzemelerim de var. Şairin Romanı’, şiir üzerine bir roman mı yoksa şair Murathan Mungan’ın romanı mı? İkisi ve hatta daha fazlası diyelim. Şiirin öldüğü, romanın öldüğü, edebiyatın öldüğü, giderek yazılı kültürün bile tükenmekte olduğu her şeyin görselliğe indirdendiği bir çağda belki dilin en eski en kadim sanatı olan şiire, roman aracılığıyla bir saygı duruşu. Ölenlerin ve öldürmek istenenlerin, ölmemeye direnenlerin bir hesaplaşması diyebilirim. Şiirin öldüğü ya da ölmekte olduğundan hareket eden bir yaklaşım mı bu? Hayır; bu söylentiden hareket eden bir yaklaşım. Şiirin sadece insanların zayıf anlarında, âşık olduklarında ya da marazi zamanlarında sığındıkları bir sanat değil düpedüz varoluşun bir parçası olduğunu hatırlatmak isteği diyelim. Öte yandan ironik anlamda, bölüm adları Şairin Kanı, Şairin Toprağı, Şairin vesairesi diye giderken ‘Şairin Romanı’ diyerek bütün bu kendi emek sürecime gönderme yapıyorum. Kitabın bütün bir ciddiyetine rağmen ironik, göndermelerle kurulu bir yanı da var. Bu senin uzun edebiyat yolculuğunu, birikimini de değerlendirdiğin epey hacimli bir kitap gibi görünüyor. Evet baktığın zaman bu kitap, ‘Geyikler Lanetler’e çok benziyor. Tuhaftır, o da 14 yılda oluşmuştu... ‘Şairin Romanı’ Murathan Mungan kitaplarındaki temel temaları tekrar etmekle birlikte daha başka bir kitap. Hem kurgusal anlamda farklı bir fantezi, hem farklı bir metin. Bu kurguyu nasıl oluşturdun, bu dünyayı nasıl kurdun? Ben bu kitabı bir yanımla bir şaman olarak yazdım, tıpkı kahramanım Ümma gibi; rüyalarımla, çağrılarımla, görülerimle… Görünen ve görünmeyen bütün esin perilerimi ve cinlerimi çağırarak yazdım. Diğer taraftan hem Türk edebiyatını hem dünya edebiyatını yakından izleyen biri olarak kuramsal donanımımı, entelektüel birikimimi kullanarak da yazdım. Yani şaman yanımla teknisyen yanımı sanırım iyi birleştirdiğim bir kitap oldu.
Aslında doğusunun batısının kalmadığı bir dünyada yazı yazıyoruz. Ama kendi topraklarımızın malzemesini kendi hayal hanemize taşıyarak... ‘Şairin Romanı’ bütün o hayal gücüyle beraber okumalar, yılların içinde biriktirmeler, araştırmalarla ortaya çıktı. Çok ciddi bir araştırma, salların ilmeklerinden doğanın ayrıntılarına, çekirdekten fidelere kadar pek çok şey hakkında çok ciddi bir okuma süreci var bu romanın arkasında. Bu bir yansıma dünya. Hiçbir zamana ait olmayan bir fantezi. Neden bir fantezi dünya? Neden olmasın? Seni böyle bir roman yazmaya iten sadece bu muydu, ‘neden olmasın?’ sorusu... Tabii şöyle bir şey var. Sanatın kendisi bir fantezi. İhtiyacımız olan şey hayal gücümüzü geliştirmek, görülerimizi vizyonlarımızı geliştirmek, duygularımızı geliştirmek. Ben bir anlamda tekamüle inanan bir insanım. Aynı zamanda oyun oynamayı da seven bir insanım. Mekân ile zaman birçok sanatçının olduğu gibi benim de meselem. Bu zaman mekan meselesine yeni bir uzay yaratmak çok heyecan verici bir şey. İkincisi, Binbir Gece Masaları’ndan süzülüp gelen bir anlatı geleneğinden geliyorum. Hem de son yirmi otuz yıldır dünya edebiyatının fantezi romanları, yeni üretilmiş dünyalar, distopyalar, ütopyalar… Bunlarla da besleniyoruz. Bütün bu okumalar seni kışkırtıyor; sen de kendi gezenini yaratmak istiyorsun. Ama ben bu gezegeni yaratırken metni bir hayal gücü gösterisine dönüştürmedim. Okumaya başladığımız anda bizde hemen bir Ursula Le Guin etkisi yaratıyor. Bunu sana söyleyen başkaları da olmuştur eminim. Le Guin sevdiğin bir yazar mıdır? Çok sevdiğim bir yazardır. ‘Kadınlar Rüyalar Ejderhalar’ kitabına çok özel bir övgüm de olmuştu. Dünyaya yaklaşımı, dünya dışılığımız birbirine çok benziyor. Bir de benden önce zaten ‘Yerdeniz Üçlemesi’ni yazmıştı. Büyük bir yazar, birçok kitabını çok seviyorum. Mülksüzler’in bende ayrı bir yeri var. Ama ben daha çok bu coğrafyanın malzemesini de taşıdım romana. Mesela Künt kapıları anlatırken Moottah, bilenler aslında onun bir Selçuklu mimari geleneği olduğunu anlarlar, ya da ağaç kesme törenlerini Tahtacıları ve Alevi geleneklerini bilenler anlarlar. Kagemusha’da sinemasal anlamda esinlenmeler vardır, ne bileyim Italo Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’i de beni kışkırtmıştır. Yani çeşitli metin içi gödermeler var burada. Dingin başlayan roman sona doğru büyük bir hız kazanıyor. Bunun okuru sıkmamak için tasarlanmış bir kurgu olduğunu söyleyebilir miyiz? Kitap aynı zamanda zevk veren bir şey olmalı. Ağır olmak, iyi edebiyat yapmak, sıkıcı boğucu öldürücü olmak değildir. Bazı okurlar var kendi iç dünyasının ve zekasının derinliğini vehim üstüne kuruyor. Dolayısıyla vehmini besleyecek kapalı metinler karşısında kapıldığı büyüyü edebiyat zannediyor. Bu da tehlikeli bir şey. Bir çok yazarın kolay düşebildiği bir tuzak. Bir duyguyu, bir durumu bir sahneyi meseleyi gerektiği kapalılıkla anlatmak bir doz, ölçü meselesidir.
Tabii ki sıkmamaya çalışıyorum, çünkü zaten başka bir gezegeni anlatıyorum. Öte yandan tabii ki bir kitap elbette gazete okur gibi okunmaz. Edebiyat metinlerini bir dil zevki almak için okuruz. Çok sevdiğimiz bir şarkıcının sesini duymak gibidir bir yazarın sesini duymak. Defalarca okuduğum halde neden bir kez daha Tanpınar’ı okumak isterim? Abdülhak Şinasi’yi sırf zevkine, Türkçe zevki duymak için okuduğum olur. Ama romanlar şiir gibi değildir. Aynı zamanda orada bir hikâyeyi de okumak isteriz. Evet. Bu kitapta biraz o dengeyi kurdum. Ama şuna da dikat etmek gerekiyor çağımızda günümüzde insanlar hikaye ihtiyaçlarının çoğunu artık televizyonlardan ve dizilerden karşılıyorlar. ‘Şairin Romanı’nda daha önce bazı kitaplarımda yaptığım bir şeyi yaptım. Sinemanın dil anlamında, görüntü anlamında kazandırdığından hayli yararlanan bir malzeme var. Filme almak isterseniz ama her şeyi baştan söylemiş olmak gibi temel bir sorun olur. Oysa dilin görünmezliğiyle kitabın bir çok sırrını kitabın sonuna kadar saklamış oldum. Yani teknik olarak görsellikten ne kadar yararlanmış olursam olayım sürprizlerini, katilin kimliğini edebiyatın asli sahası olan dil üstüne kurdum. Bu anlamda kitap biraz da Murathan Mungan’ın edebiyat sahasını savunma gösterisi oldu. Bu bir roman ve hep söylediğim gibi romanın gereklerini yerine getirmeye çalıştım. Nedir o ‘gerekler’, bunu biraz açar mısın? Bir, iyi bir romandan hayatının sonuna kadar aklında en az üç tane sahne kalmalı. Kitabı kapattığında çok güzel dili vardı, ne anlatıyordu? Yok. Olmaz. İkincisi, her roman karakter sunmalı. Bence roman tahkiye etme sanatının gereklerini yerine getirirken, olay kurgusuna da dikkat etmeli. Bu okurun zekasına bir saygıdır aynı zamanda. Ruh çözümlemesinin güçlü olması, anların parlatılması, saptanmış olan durumların iyi ifade edilmesi... Okura adını koyamadığı duygulara ad koyma imkanı tanımak, bir de yeni duygular keşfetmesini sağlamak... Bence edebiyatın da sanatın da temel özelliklerinden biri bu. Okurun içini zenginleştirmek, inceltmek ve ona yeni şeyler hissetme imkanı açmak. Bütün iyi sanat eserleri bunu yapmalı. Çok emek vererek yazdığın bu roman okurdan da emek talep ediyor. Yavaş yavaş içindeki anların tadını çıkararak okumalarını bekliyorsun. Ama şöyle bir sorunumuz var, bugün insanlar çok az zaman ayırıyor okumaya ve bu kitap 592 sayfa... Bu kitap için bir 100 sayfa sabretsinler. Hala devam etmiyorlarsa artık benim de yapacağım bir şey yok... Ben bunu okurlardan talep ederken ‘Bakın ben 592 sayfalık roman yazdım ama bunu okumanızı bir 30 yılın hatırı uğruna talep ediyorum, ikincisi de beş yüz sayfa okuyorsunuz ama boş şeyler okumuyorsunuz. Arkasında 15 senelik yaratım süreci olan bir kitabın her sayfası size dolu dolu bir şey yaşatacak. Ha senin buna niyetli olup olmaman senin bileceğin şey.’ diyorum. Peki Murathan Mungan sesini dünyaya yeterince duyurabilmiş bir yazar ve şair mi? Ben Türkiye’ye yeterince duyuramadım ne diyorsun sen... Oralara girmeyelim, ben mağdur dili, kurban dili kullanmayı sevmem. Belki biraz bu konuda olgunlaştım diyelim. Hayatın sana verdiği kadarıyla yetiniyorum.
Daha önce de söyledim sadece roman yazıyor olsaydım bu belki daha kolay olacaktı. Ama şiir, roman, öykü yazmaya başladığın anda zaten etiketler ve sloganlarla herşeyi öğrenen dünyada işin zorlaşıyor, sadece isim olarak kalıyorsun. Mesela sadece tarihi roman yazıyor olsan, tamam. Artık senle raf ilişkilerini çözmüş oluyorlar. Edebiyat ‘süpermarketinde’ seni nerede bulabileceğinin güveniyle davranıyor. Oysa ben başından beri sadece farklı türlerde yazıyor olmakla değil, aynı zamanda o türler içinde farklı sesler, teknikler arayışlarla da bu tür etiketlemelerin hep altını dinamitledim. Hep söylediğim şey, bütün bunların altında seni yazar yapan asli temalarına olan sadakatindir. Edebiyat aynı zamanda insanın kendine sadakat sanatıdır. Yoksa çoğaltmacı olursun, ‘Abi postmodern roman çok modaymış, bir de ben yazayım.’ dersin. Şunu söyleyeyim, o tür yazarlığa da karşı değilim. İnsan macerası çok yolludur, kimi onu seçer, kimi bunu seçer. Ben sadece kendi seçimimi anlatmaya çalışıyorum. Sen, kendi yürüdüğün yolun neresindesin? Daha yeni başlıyorum. Öyle hissediyorum, bunu laf patlatayım diye söylemedim. Asla yaptıklarımı azımsama sonucu çıkartmayın ama yazı öyle bir şey ki kendi kendini keşfediyorsun. ‘Daha yeni başlıyorum’ sözü bütün maceranı da gözden geçirmeni sağlayan bir şey. Benim en büyük ölçüm kendi yetiştirdiğim okur oldu. Türkiye’de de sesimi sadece belli bir okur duydu. ‘Adınızı çok duyuyorum ama sizi ilk defa okuyorum’ diyen okurun sayısı maalesef çokmuş. Hadi beni geç, benden sonraki kuşaklar için de büyük bir tehlike var. Sesini duyurman çıkarttığın gürültüye bağlı. Ne kadar gürültü çıkartıyorsan o kadar varlığından haberdar olunuyor.
Bu kitap eski bilgelik metinleri gibi biraz da. Romandaki Serhenas der ya, ‘mağaralara kapanıyorum, kitapları okuyorum sonra dışarı çıkıyorum’. Tam da öyle galiba, arenayla opera arasında bir hayat benimkisi de. Kendi mağarama kapanıyorum, yıllarca biriktiriyorum sonra meydana çıktığında da herşeye hazır olman gerekiyor. Murathan Mungan çok projen var, 2005’te Radikal Kitap’ta Pınar Öğünç’ün röportajıydı, ‘Klonlanmak istiyorum’ demiştin. Peki bu sende bir telaş yaratmıyor mu? Yaratmaz mı, yaratıyor. Ama bunun için yapacak bir şey yok. Ölümlü olduğunu biliyorsun. 15 yıl bekletmeyeceğim. Bunu biliyorum artık. İkinci bir 50 yaşım olduğundan şüphem var, çünkü benim romandaki gezegende yaşamıyoruz orada insanlar 120-130 yıl yaşıyorlar... Bir telaşım var. Ama telaşa kurban etmemem gereken bir yeteneğim ve malzemelerim var. Medyanın yazarları şairleri fazla öne çıkartması ve onları bir takım tuzaklara çekmesinden söz ettin NTV’deki röportajında. Bu ne kadar büyük bir tehlikedir? Benim gibi artık durmuş oturmuş kişiler için çok mesele değil ama genç kuşakların dikkatli olması gerekiyor. Kendi malzemenden çok çalarsın. Erken tükenme tehlikesi var. Eğer o kadar malzemen yoksa çok yazıyor olmak da bir erken tükenme tehlikesidir. Kendi malzemeni itinayla koruman gerekir. Yazarın lafını en iyi söyleyebileceği mecra yazıdır. Belli bir dönem kendini bu tuzaklara düşmüş hissettiğin oldu mu? Hayır ‘Yüksek Topuklar’ zamanında çok medyatik olduğun eleştirileri vardı... Ben o zaman da gülüp geçiyordum şimdi de gülüp geçiyorum. Ayrıca onları diyenlerin daha sonra bilmem ne şovlarda ne hallerini gördük. Bazı şeyleri fazla yapmış olabilir herkes, bazı hatalar yapmış olabilir. Önemli olan günah işlemedim. Hata, kusur, bunlar insanlar için. Aksine geride durduğumu düşünüyorum. Ama ben günün takvimiyle dengesiz bir hayat yaşamanın insanın yazarlığından çok şey götürdüğü kanaatindeyim. Yazarlar geniş zamanlarla konuşur; yoksa gazetecilik yapardım. ‘O sözcüğü bulup bütün kitaptan tek tek ayıkladık’ Kitap şiirden çok bahsediyor ama içinde hiç şiir yok! Şimdi şöyle bir şey var, şiirin çok kutsandığı neredeyse din yerine geçtiği bir yerde okurun hayal gücünü çok kışkırtmak gerekiyor. Ne yaparsan yap ne yazarsan yaz o kışkırtılmış hayal gücünü asla karşılamaz. Bu tuzağa asla düşmemek gerek. Başka sinemacıların, yazarların da yaptığı bir şey, çok bahsedilen bir şeyi göstermemek okuru daha çok kışkırtmak daha doğrusu okura bir alan bırakmaktır ben bunu önemserim.
Bunu fark etmeniz çok hoşuma gitti. Peki ben bir şey sorayım. George Perec’in ‘Kayboluş’ adlı romanında hiç ‘e’ harfi yoktur. Şairin Romanı’nda da dilimizde çok kullandığmız, çok gezen bir sözcüğü hiç kullanmadım.
Redaktörlere de söyledim ‘ağzımdan kaçmışsa bulun çıkartın’ diye. 592 sayfalık romanda o sözcük sadece bir kere geçiyor. O sözcük hangisi? Bilmiyorum hangisi? Söylemeyeceğim, bunu bence okura bırakalım... Mungan’ın en iyi kitaplarından biri! ‘Şairin Romanı’, coğrafyası ve zamanı belirsiz bir polisiye/fantezi. Kitap büyük bir hayal gücü ve bilgelikle yazılmış
Murathan Mungan, Türk edebiyatında kalıcı olacağını inandığım az sayıda kalemden biri. Malum, sanatta kimin geleceğe ne kadar kalacağını önceden kestirmek epey zordur ve bu alanda söylenecek her söz zar atmak olur. Bu bilgiye rağmen Murathan Mungan’ın, edebiyatın her alanında sarfettiği emek ve bıraktığı etki, onun hakkında böyle iddialı sözler söylemeyi mümkün kılıyor. Oyun, şiir, öykü, roman deneme gibi neredeyse tüm türlerde ürün veren, sinema, müzik, tiyatro gibi diğer sanatlarla da ilgili, edebiyata kafa yoran, yeniliklere ve oyunlara meraklı bir yazar.
Bu yazar, yeni kitabıyla sadık okurlarını bile şaşırtacak. Bu kez bilinmeyen bir dünyada, bilinmeyen kadim bir zamanda geçen, fantezi bir romanla karşımızda. ‘Şairin Romanı’, ince ince işlenmiş, her sayfası büyük bir hayal gücü ve edebiyat bilgisiyle yüklü bir roman. Murathan Mungan’ın bu kitabı on beş yılda yazdığını öğrenmek sürpriz değil. Kitap, surlarına şiirler asılan, kentlerin şairleriyle övündükleri, en büyük bilgeliğin ve becerinin şiir olduğu bir dünyada geçiyor. Hikâye, Bilge Şair Bendag’ın 50 yıllık gönüllü sürgünden dönmesiyle başlıyor. Sıradan bir denizci gibi geçirdiği yılların ardından ülkesi Anakara’ya dönen Bendag, şöhretli ismini gizleyerek doğduğu topraklara doğru son bir yolculuğa çıkıyor. Bir başka kentte yirmi yıldır çekildiği inzivadan çıkan şiir filozofu Moottah da yanında iki çırağıyla konuşmalar yaparak ülkeyi gezmeye başlıyor. Romanın üçüncü ana karakteri atlı polis Gamenn ise, bütün ülkeye yayılan şair cinayetlerini aydınlatmak üzere harekete geçiyor. Hepsinin hedefi, Odragend şehrindeki On Üç Ay Şenlikleri’ne katılmak... Olaylar hızla gelişir Pek çok yan hikâye ve karakterin de yer aldığı roman, kahramanlarının doğaya, şiire, insanlara yönelik bilgece yaklaşımlarından ruhunu alan dingin bir atmosferde ilerliyor. Kendine özgü kuşların, yiyeceklerin, binaların, geleneklerin, kentlerin olduğu bu dünya tabii ki bizim kendi dünyamızın bir yansıması. Ama metaforlarla yüklü bir kitap değil bu; ya da metaforları ancak görmek isteyenlere görünür olan, kendini romana bırakmak isteyeni Anakara coğrafyasına tatlılıkla buyur eden bir roman. Romanın dinginliği kötülerin de kendini göstermeye başlamasıyla birlikte yerini ‘hızla gelişen’ olaylara bırakıyor. Paralel kurguyla ilerleyen hikayeler, polisiye maceranın içinde kesişirken olaylar bir düğümlenip bir çözülürek şaşırtıcı bir sona doğru akıyor.
‘Şairin Romanı’ için Murathan Mungan’ın başyapıtı demek mümkün, ama onun o büyük külliyatındaki onca başka kitaba da haksızlık etmemek gerek. Hayat, şiir ve her tür yaratıcı çaba, yaşlılık, kardeşlik, yolculuk, doğa gibi temalara uğrayan bilgece bir sesi, koyu bir roman lezzeti olan bu kitabın bir klasiğe dönüşmesi için çok beklemeyeceğiz, bu belli.
Şaİrİn Romanı Murathan Mungan Metis Yayınları, 2011, 592 sayfa, 30 TL | | Bu roman şiire saygı sunuyorMurathan Mungan’ın yeni romanı “Şairin Romanı”, dilin kadim sanatı şiire saygılarını sunuyor. Anakara’da en istenen şey, şair olmak. Başka işleri ancak şair olamayanlar yapıyor. Gelin görün ki, meçhul bir katil de şairleri öldürüyor.
12 Mayıs 2011 http://kitap.milliyet.com.tr/
SEVİN OKYAY Şiir insanı bir yakaladı mı, bırakmaz. Başka şeyler yazsan da, kaleminde, dilinde şiirin tadı kalır hep. Murathan Mungan da öyle. Yazdığı her şeyde, şiir dili hissedilir. Düzyazı yazan has şairlerin çoğunda olduğu gibi.
“Şairin Romanı” ise, onun artık başköşede oturtulmayan, hatta zaman zaman öldüğü öne sürülen şiire saygılarını sunduğu bir kitap. Fantastik bir evrende, şiiri olabildiğince makbul kılmış. İyi yaratılmış karakterleri, şair işi anlatımı, gittikçe heyecanlanan ve hızlanan olay akışıyla, Yerküre gezegeninin Anakara adlı en büyük kara parçasında, belirsiz bir zamanda, insanı içine alıp varlığına inandıran bir dünya yaratmış. 15 yıllık çaba Bilmiyorum, bu kitabı yazmam bir Mungan okuru olduğum için mi istendi benden, yoksa fantastik edebiyatla şöyle ya da böyle ilgili biri sayıldığım için mi? Aslında fark etmez, çünkü her iki sıfatla da “Şairin Romanı”nı okuduğumdan çok memnun kaldım. Bence fantezi, sıra dışı dünyaları inanılır kılmalı, okuruna orada yaşama arzusu vermeli, karakterlerini can dostu gibi sevdirebilmelidir. Yoksa birtakım kuru formüllere uyan birtakım sayfalar karalamış olursunuz sadece. Ama en önemlisi, sağlam kaynakları da olmalıdır. Murathan Mungan 15 yıllık bir çaba, besbelli pek çok araştırma sonucu tamamladığı “Şairin Romanı”nı yazarken hem bize açık olan kaynaklardan, hem de Batı’nın kadim kaynaklarından yararlanmış ki, zaten onlar da bize açık. Kitap için, “tabiata, emeğe ve şiire bir övgü” deniliyor. Kitap ise uyarıyor bizi: “Göz önünde olduklarına bakmayın, tabiat ve emek en büyük sırdır”.
Bilge Şair Bendag’ın, ani bir kararla şiiri bırakıp kendini gönüllü olarak Anakara’dan sürgün ettikten tam elli yıl sonra geriye dönüşüyle başlayan “Şairin Romanı”, onun ve başkalarının Odragend şehrine yaptıkları yolculuklarla devam ediyor.
Mungan, paralel kurgu içinde, Şiir Filozofu Moottah ile iki çırağı, biri zeytin dalı esmeri, diğeri başak sarışını olan Zeey ile Tagan’ın ve atlı soruşturma polisi Gamenn ile yardımcısı Pepqumok’un da aynı şehre yolculuklarını anlatıyor.
Gezerken insana varlığını unutturmayan cinsten bir şehir olan Odragend’in adı, “Ölü Yaşatan” ve “ortada duran” da olabiliyor, “açık şehir” anlamına da gelebiliyor. Sözcüklerin büyü gücüne inanan kadim bir geçmişi var. Şair katili Bendag ise, elli yılın ardından memleketine ölmeye yatmak niyetiyle gelmiş; ama Anakara sandığı gibi onu unutmamış, tersine adı efsaneye dönüşmüş. Hem şiirlerinin gücüne hayranlar, hem de her şeyi ardında bırakarak çekip gitme cesareti göstermesine.
Bendag adı, emanet edildiği belleklerde, efsanenin koruması altında. O, “Son Yolculuk” başlıklı kitabında son şiirlerini topladıktan sonra işinin biteceğini düşünmüş ama, Büyü Ormanı’nın eteğinde rastladığı otacı Sahremina, “Daha kanın susmamış senin” diyor ona. Kendini saklamaya alışkın olan Bendag, Anakara’ya döndüğünde bir tek kişiye, keçe işçisi Ulsangeyma’ya söylüyor kim olduğunu. Sonra da pişman oluyor, bu sırrı saklamasını istiyor ondan. Ve On Üç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’ni izlemek için Odragend yollarına düşüyor. Remzganan (işaretlerin arkadaşı), Tau’lu Tuseneaf, Shaunoarom takma adları ve kimlikleriyle...
Murathan Mungan, şiirin evrenin temeltaşı olduğu kitabında, şair kahramanlar, şair kurbanlar ve bir şair katili sunuyor bize. Düzensiz zamanlarda cinayet işleyen, bir şehri asla ikinci bir cinayete mekân etmeyen, ama mutlaka şairleri öldüren bir katil. Şairler safında Bilge Şair Bendag ve Şiir Filozofu Moottah’ın dışında, genç şair Dehamar, Agabu, Ethiyu, Novagan ile Anakara’nın en meşhur iki kadın şairi Ümma ve Lelalu yer alıyor. Ümma kâhin, Lelalu’nun posta güvercinleri var. İkisi de morun her tonundan gaveleana menekşesi yetiştiriyor. Hiç şiir yok Anakara’da şair olmak, olunabilecek en iyi şey. Ancak şair olamayanlar başka işler yapıyor. Onların bile şiirle ilişkisi var. Anakara’nın en önemli sözlükçüsü Dohanaralı Tarkusyu, “Yazdığım değil ama yaptığım, bir şiirdi” diyor. “Bunun zamanla herkese faydası dokundu belki, ama ben yalnızca kendim için yaptım”.
Mungan’ın kitabının bölümleri de şairli: Şairin Dönüşü, Şairin Toprağı, Şairin Levhaları, Şairin Gölgesi, Şairin Hayvanı, Şairin Kanı, Şairin Oyunu. Hepsi birden “Şairin Romanı”nın çatısı altında toplanmış. Ama kitapta hiç şiir yok. Yazar, bize hayal etme alanı bırakmış, örnek vermemeyi seçmiş.
Olsun varsın, her şey bir şiir zaten. Fantastik edebiyat ürünlerinin benim en hoşuma giden yanlarından biri sıra dışı, hayalhaneyi okşayan mekân isimleridir. Çeviri yaparken insana biraz dert olsalar da (çevirsem mi, çevirmesem mi?) farklı bir dünyaya adım attığımızı hatırlatırlar bize. Bir masal şemsiyesiyle örterler.
Bir de, bize malum olmayan âdetleri çok severim. “Şairin Romanı”nda hepsi var bunların: Uyku Hanı, Kış Samuru Meydanı, Hallaçların Sonbaharı Meydanı, Dargın Göller, Kandıran Kuyular Bölgesi, Unutma Kayaları, Büyü Ormanları, İşaretler Denizi, Tanık Tepeler, Kuytu Sarnıç Hanı... Rüya âlemlerinden şehir adları: Güney ışığıyla ünlü Makrakamash şehri, Odragend, Naburri, Micla, Aoi, Llasa, Eddnabari, Tronteg, Sued, Dragoman, Bahira, Zummorne, Janas, ikizi sayılan Pualajanas, Samarakad, DuuRa, Kırmızı Kent, Tau, Eksularek. Ama aynı zamanda Dragoman, sanki Semerkand, biraz “Binbir Gece Masalları”, biraz Ursula K. LeGuin. Yazar, Cem Erciyes’le söyleşisinde, “Mesela Moottah Künt kapıları anlatırken, bilenler aslında onun bir Selçuklu mimari geleneği olduğunu anlarlar ya da ağaç kesme törenlerini Tahtacıları ve Alevi geleneklerini bilenler anlarlar” diyor. Heyecanı yerli yerinde Italo Calvino’nun “Görünmez Kentler”i de kışkırtmış onu. Akira Kurasawa ise, “Kagemusha”sı ile “Şairin Romanı”na konuk olmuş. Hepsini kendi kazanında kaynatmış, şiirle iyice halletmiş. Yoksa yıllara böyle güzel adlar vermek kimin aklına gelirdi? Çağlayan Gümüşü Yılı, Ay Bükülmesi Yılı, Başak Dalgını Yılı, Uçsuz Akşam Solgunluğu Yılı gibi. Sonuncusu biraz hazin, çünkü bir karakter o yılda eşini yitirmiş.
“Şairin Romanı” 592 sayfa dedik. Mungan, bu kitap için bir 100 sayfa sabretmemizi istiyor ve “Hâlâ devam etmiyorlarsa artık benim de yapacağım bir şey yok” diyor. Ben şahsen kimsenin uzun diye kitabı yarıda bırakacağını sanmıyorum. Ardında 15 yıllık yaratım süreci olan roman bizi dünyasına ilk adımda dahil ediyor, orada tutuyor. Muamması sağlam, finali sürprizli, heyecanı yerli yerinde. Şiirsel anlatımı ve şiirin baştâcı edilmesi de cabası.
Bir de karakterleri var, tabii. Ana karakterler bir yana, nispeten gelip geçici olanları bile insanda iz bırakabiliyor: Haritacı Kaa, matematikçi Qkhanyus, ilk rüya terbiyecilerinin ustası DoXsa, adı ‘yılkı atı’ anlamına gelen sağır ve dilsiz dilbilimci Horad, fazla aceleci gözükara sağaltman Khora, Agabu’nun karısı Zeheyra, doğuştan kör bilici Chinhaya, Odragend sokak ressamı Woh-Zack, şehrin Güvenlik Sarayı yüksek yetkilisi Tauro ve Bendag’ın eski arkadaşı ihtiyar Ugroja. Keşke diyorum, bunca şehir ve karakter yaratan Murathan Mungan bir de yeni dil yaratsaymış. Ama, ağacın ölümüne şiir bağışlayan, ona kesilmekle ölmeyeceğini söyleyenler de yeter bize. Ya da, bir deri bir kemik suhuma kuşları ile güvercinin kaybolan kolyesi. İlle de ışık bükücüleri, zaman katlayıcıları, bahçe büyücüleri, yıl yenileyicileri, rüya terbiyecileri, ruh sağaltıcıları.
Mungan “Sıradanlık ürkütücüdür” diyor, “Büyük canavarlar orada saklanır”. “Şairin Romanı”nda her şey var, ama sıradanlık canavarı hak getire... Romanda tek bir kez geçen sözcük hangisi? Kitaba ilişkin yaptığı söyleşilerde Murathan Mungan, bir de bulmaca sözcükten bahsediyor. Tıpkı George Perec’in “Kayboluş” romanında hiç ‘e’ harfi olmayışı gibi, o da, çok kullanılan bir sözcüğü 592 sayfalık “Şairin Romanı”nda hiç kullanmamış. Bir yer hariç. Acaba diyorum ‘elbette’ ya da ‘tabii’ olabilir mi? Hiç böyle bir kelime okuduğumu hatırlamıyorum. Gene de şüphedeyim, çünkü yazar “Sözcük anlamı dışında, yan anlamlarını da çok kullandığımız bir sözcük” demiş. “Şiir ışıktan doğar” “Şiirin göğünde tesadüf kuşları uçuyor”. Ustası, Bendag’a öyle demiş. Murathan’ın, kitabı basılmadan önce okuttuğu birkaç dostundan biri olarak, basılı kitapta bu cümleyle karşılaşınca hayretler içinde kalmıştım. O kadar içimi kıpırdatan bir cümleydi ki, daha önce görmüş olsam mutlaka hatırlardım diye düşündüm. Ama hatırlayamazmışım, çünkü bizim okuduğumuz metinde yokmuş. Şair/ romancı, onu sonradan eklemiş demek.
“Şairin Romanı”nın şiir üzerine çok söyleyeceği var. “Herkesin uykuda olduğu saatleri kullanır şairler. Çünkü zaman hırsızıdırlar. Başkalarının zamanlarını çalarlar” gibi. Ya da, “Şiir, arada bir nöbeti tutan uykudaki hummaydı. O şiiri bıraktığı halde, şiir onun yakasını bırakmadı”.
Yirmi yıl evine kapanıp okuduktan sonra birden Odragend’e gitme kararı veren Moottah’ın ikizlerinden koparırcasına ayrılmış iki küçük çırağı, Zeey ile Tagan’dan biri uykusunda çok güzel yazılmış bir şiir gibi konuşur, öteki de bir şiirin adımları gibi uykuda yürürmüş.
“Şiirin göğünde tesadüf kuşları uçuyor” diyen ilk ustası olsa gerek, Bendag’a “Ölümü o kadar erken keşfetmişsin ki, korkuyorum senden” de demiş.
Bendag’ın şiirlerinin özelliklerine de vakıf oluyoruz. “Şiir ışıktan doğar” diyor yazarımız. “Bendag’ın şiirlerinde ışığın geçişlerini görmek mümkündür. Doğadaki kadar apaçıktır bu. An ertelenir. Bütün şiirlerinde an ertelenir. Böylelikle zaman sonsuzlaştırılır. Bunu yapan ışığın hızıdır. Işığı evcilleştirmeden kendinin kılmayı başarır”.
Sonra , Bendag şiirlerinde ham renkler kullanmaktan da korkmaz ve şiiri, hep evsizliğin şiiri olmuştur. “Bir şairi”, deniyor, “rüzgârından tanırsınız”. Ama ‘rüzgâr’ın aynı zamanda üslup anlamına geldiğini de unutmamak gerek. “Senin ruhunun şiiri var” ile “Bazı şiirler akşamla biter”i de seviyorum ama en unutamadığım şair, attan düşme sonucu geçirdiği beyin sarsıntısıyla küçük harflerin beyninden ve belleğinden boşaldığı şair. Sadece büyük harfleri okuyabiliyor, onlarla yazabiliyor. Bundan sonra yazdığı şiirlere Büyük Harf Dönemi deniyor, elbette.
MURATHAN MUNGAN 582 SAYFALIK YENİ KİTABI ŞAİRİN ROMANINDA HANGİ KELİMEYİ SADECE BİR KEZ KULLANDI?10.04.2011 11:58:00
Uzun bir aradan sonra suskunluğunu bozan Murathan Mungan yeni kitabı Şairin Romanıya ilgili soruları yanıtladı. AYŞE ARMAN / HÜRRİYET “Hayat yalan olduğunda güzel!” Alıştığımız bir şey değildi. Sesini çok sık duyardık. Ama bir süredir ortalıkta yoktu. Nerelerdeydi? Ve? İşte döndü, Murathan Mungan, ‘Şairin Romanı’yla döndü. 582 sayfalık bir baş yapıtla. Öyle böyle bir kitap değil. Müthiş kurgulu, sürprizli, oyuncaklı, bulmacalı. devamı için lütfen tıklayın
Şairin Romanı: Mungan’ın başyapıtı Oylum Yılmaz
http://www.sabitfikir.com Ülkenin en sevilen, en iyi şairlerinden biri, bir gün adı Yerküre olan fantastik bir dünya yaratırsa, orası nasıl bir dünya olur? Elbette şiirle dolu bir dünya… Şehirlerin surlarında bayrak yerine şiirlerin dalgalandığı, üzerinde yaşayan herkesin evvela şair olmak istediği, ancak şair olamayacaklarını anladıklarında başka işlere yöneldiği, efsanevi şairlerin, şiir filozoflarının kol gezdiği, evlerinde, sokaklarında, kahvelerinde şiirin konuşulduğu, şiirlerin okunduğu, geçmişi şiir, geleceği şiir, rüyaları, büyüleri, cümle kehanetleri ve hatta savaşları bile şiir olan, savaşçılarının bile şair olduğu bir dünya… Murathan Mungan, on beş yılını verdiği “Şairin Romanı”yla, yani hiç kuşkusuz başyapıtıyla karşımızda.
“Şairin Romanı”, başta da dediğim gibi fantastik bir roman. Ortalıkta pek fazla büyücü yok belki, hatta ejderhalar ve orklar gibi türlü çeşit yaratıklar da yok, ancak farklı türlerde ve isimlerde kuşlar, çiçekler, otlar ve ağaçlar var, on üç ayın birden gökyüzünde aynı anda belirdiği şehirler var… En mühimi, fantastik roman türünün belkemiği olan kahramanın yolculuğun bu romanın da temel izleği olması. Ancak, yine tek bir farkla, kahramanın değil, kahramanların yolculukları... Kahramanların fantastik yolculuğuİlk kahramanımız, gerçekten bir kahraman: Bilge şair Bendag. Hikaye onun elli yıl sonra yeniden Anakara’ya dönmesiyle başlıyor. Şairliğinin ve ününün doruğundayken her şeyi bırakıp sahte kimliklerle Yerküre’nin başka yerlerine giden, elli yıl tam anlamıyla ortadan kaybolan Bendag’ın niyeti sessiz sedasız evine dönmek ve ölmek. Ama hepsinden önce Anakara’nın en önemli şehri olan Odragend’teki On Üç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’ne katılmak istiyor. Belli ki bir şekilde kader onu bu şenliklere çekiyor. Yol boyu gerçek adını ve kimliğini saklamakta kararlı. Biraz bu niyetinden biraz da kaderin cilvesinden, ayak bastığı ilk handa karşısına çıkan yarı baygın, tekinsiz görünüşlü adamın sahte kimliklerinden ikisini alıveriyor; başına gelecekleri bilmeden, aklı ve gönlü şiirle, şiirin hayata ve ruhuna etkileriyle dopdolu, Anakara’daki son yolculuğuna başlıyor…
İkinci kahramanımız Moottah, bir şiir filozofu. 20 yıl boyunca kendini kapadığı evinden dışarı çıkıyor, yanında dokuz yaşında iki akıllı ve gizemli çırağı var. Niyeti yol boyu geçtiği şehirlerde şiir konuşmaları yapmak, hayata yeniden karışma hissini tatmak ve Odragend’teki şenliklere katılmak. Onun da aklı ve gönlü şiirle dopdolu, bir de yüreğinin derinliklerinde erken yaşta kaybettiği şair arkadaşı Serhenas’ın anısını sırrına eremediği bir emanet gibi taşıyor.
Ve Gamenn. Anakara’nın en zeki, en tanınmış atlı polisi Gamenn, her yerde şair cinayetlerini araştırıyor. Ancak kafasını ve gönlünü karıştıran şey, rüyaları. Rüyalarında sanki peşine düştüğü katilin içini görüyor, katilin kendisi oluyor. Ona bu arayışında iki kadın şair destek oluyor en çok. Çünkü bulacağı şeyin bu defa sıradan bir katil değil, sanki benliğinin derinliklerinde yatan başka birisi olduğunu için için hissediyor. Sürdüğü izlerse onu da tıpkı diğerleri gibi Odragend’e getiriyor. On Üç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’ne…
Hikaye bir yönüyle fantastik bir polisiye; yazar neredeyse beş yüz sayfa boyunca hiç renk vermeden katili aratıyor bizlere. Üstelik, renk verse hikayenin temposundan, içeriğinden hiçbir şey kaybetmeyecek olduğunun da bilincinde. Bütün bunlar ekseninde katili arama duygusunu, işin kolayına kaçıp hikayesini devam ettiren, okur ilgisini canlı tutan bir öğe olarak kullanmamış Mungan, romanının sonuna bunun yaratacağı boşluk duygusunu katmak istememiş belli ki. Ve belli ki okuduğumuz şeyin belli bir sonuca bağlanan bir romandan ziyade, bir an gibi, bir his gibi içimizden geçen bir şiir olduğu düşüncesini bütüne yayarak vermek istemiş. Şiir filozofu Moottah’ın da dediği gibi “ Her şiirde sözcüklerin dolduramadığı bir boşluk vardır. En kusursuz şiirde bile var olan bu boşluğu yalnızca şairin kendisi bilir. Boşluk denen bu gizden bir tane daha, bir tane daha şiir yazar, boşluğu dolduracak şey bir şiirdir sanır. Şiirler yalnızca birbirlerinin boşluklarını doldururlar oysa. Temel giz orada durur; onca tıraşlandığı halde hiç tıraşlanmamış bir elmas gibi durur. Bütün sükuneti, ele geçirilmezliği, vazgeçilmezliği, ışıltısı ve direnciyle durur…” Şairin cevabı;Bendag’ın, Moottah’ın, Gamenn’in Anakarası, hemen hiçbir okurun gözünden kaçmayacak biçimde Anadolu’yu, Anadolu’nun çok kültürlü yapısını anımsatıyor. Mungan bu yapının özellikle unutulan, unutturulmak istenen şamanist-animist özelliklerini, zenginliklerini kullanmış, hatırlatmış; bu özelliklerin öne çıktığı bir dünya nasıl olurdu sorusunu dünyaya sormuş gibi.
“Şairin Romanı”yla hem şiir hem roman yazma dersi veriyor Murathan Mungan, yazarlığının ve şairliğinin doruğunda, oturaklı, oturaklı olduğu kadar zarif bir ders bu... Romanın türleri içinde eriten yapısına da her şeye rağmen bir şair cevabı veriyor, şahane bir romanla, şahane bir cevap… |