Haruki Murakami Sahilde Kafka
Haruki Murakamı

 
Anasayfaya
Eleştiri sayfasına

29.06.2016

  Editörün Notu: "Yerine göre kader dediğimiz şey, dar bir yerde sürekli yönünü değiştirerek dönüp duran bir kum fırtınasına benzer. Sen de ondan kurtulmak için bastığın yeri değiştirirsin. Bunun üzerine kum fırtınası da sana ayak uydurmak için yönünü değiştirir. Bir kez daha bastığın yeri değiştirirsin. Tekrar tekrar sanki şafaktan hemen önce ölüm tanrısıyla yapılan uğursuz bir dans gibi aynı şey tekrarlanıp gider. Neden dersen fırtına uzaklardan çıkıp gelmiş herhangi bir şeyden farklıdır da ondan. O fırtına aslında sensindir. O yüzden yapabileceğin tek şey ayağını fırtınanın içine daldırarak, gözlerini sımsıkı kapatıp fırtınanın içinden geçmektir. Orada muhtemelen ne güneş, ne de ay, hatta ne yön ne de zaman vardır. Orada, kemikleri bile parçalayacak kadar keskin kum tanecikleri gökyüzünde dans eder!İ
     Sonra sen gerçekten de onun içinden geçip gideceksin. Sonra o kum fırtınası bittiğinde nasıl olup ta onun içinden geçebildiğini, nasıl hayatta kalabildiğini tam olarak anlayamayacaksın. Hayır, o fırtına gerçekten bitti mi bunun bile farkına varamayacaksın. Yalnız tek bir şeyden emin olacaksın. O fırtınanın içinden geçtikten sonra. fırtınanın içine ayak attığındaki kişi olmayacaksın, artık aynı kişi olmayacaksın. Evet işte kum fırtınasının anlamı bu. (Sahilde Kafka s10-11)
 

 

Haruki Murakami "Sahilde Kafka"
Asuman Kafaoğlu-Büke
http://edebiyatelestiri.blogspot.com.tr
12 Nisan 2010
Sahilde Kafka Çöl
Karanlık Tüneller

Son birkaç yıldır Nobel edebiyat ödülü sahibini bulmadan önce, Haruki Murakami’nin adı ortalarda dolaşmaya başlar. Bazılarına göre Japonya’nın yaşayan en iyi yazarı, bazılarına göre de günümüzün en iyi yazarlarından biridir; ama hiç kuşkusuz Batının en sevdiği Japon yazardır. “Zemberekkuşu’nun Güncesi”yle Türkiye’de de tutkulu bir okur kitlesi edindi kendine. Yeni romanı “Sahilde Kafka” ile okur sayısının artacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

“Sahilde Kafka” iki kahramanın öyküsünü paralel anlatıyor. Romanda tek sayılı bölümlerde anlatılan birinci öykü, Kafka Tamura’nın on beşinci yaş gününde evden kaçmasıyla başlıyor. Dünyaca ünlü bir heykeltıraş olan babasının kehanetine göre, büyüdüğünde hem babasını öldürecek hem de annesi ve ablasıyla yatacaktır. Annesi evi terk ettiğinde dört yaşında olduğu için, ikisini de hiç hatırlamaz, elinde sadece ablasının bir çocukluk resmi vardır. Bu durumda çaresiz, Sofokles’in kahramanı Oedipus gibi evden kaçmak tek çözümdür. Çift sayılı bölümlerde ise, altmışlık Nakata’nın öyküsü anlatılır: İkinci Dünya Savaşı sırasında, henüz dokuz yaşındayken, Nakata ve sınıfındaki diğer öğrenciler, mantar toplamaya gittikleri tepede ne olduğu bilinmez bir saldırı sonucunda bayılırlar. Yetişkinleri etkilemeyen “şey” on altı çocuğun birkaç saat boyunca bilinçlerini yitirmelerine neden olur. Aralarında sadece Nakata, birkaç hafta süren garip bir koma halinde kalır. Askeri hastanede uyandığında, ne ailesini hatırlar ne de okuma yazmayı, oysa bu tuhaf olaydan önce sınıfın en akıllı öğrencisidir. Nakata’nın zihnindeki her şey silinmiş, yavaş anlayan, soyut düşünme yeteneğini kaybetmiş biri haline gelmiştir. Kaybettiği düşünme yetileri yerine, kedilerle konuşabilme ve gökten yağacak balıkları önceden söyleme yeteneği geliştirmiştir. Genç Kafka ile yaşlı Nakata’nın önceleri bağlantısız görünen ama sarmal ilerleyen hikâyeleri ortak bir buluşma noktasına doğru ilerler. Roman boyunca hiç karşılaşmazlar ama birinin rüyasının diğerinin gerçekliği olduğu, bilinçdışında tanıştıkları izlenimi verir.

İki kahraman Japonya’nın Şikoku adasına doğru yol alırlar. Farklı nedenlerle, birkaç hafta arayla, kendileri dışında bir gücün etkisiyle bu adaya yönelirler. İkisi için de buraya gelmelerini gerektirecek bir neden yoktur, burada tanıdıkları da yoktur (Kafka’ya bu yönü cazip gelir) ancak bilinmez bir duygu onları Şikoku adasında Takamatsu’ya getirir. Yolculuklarında karşılarına yardımsever insanlar çıkar. Kafka’nın yol göstericisi, iş ve yatacak yer bulduğu kütüphanede çalışan androjen, eşcinsel ve hemofil Oşima’dır. Kadın bedenine sahip, erkek ruhu taşıyan bir eşcinsel olarak tanımlar kendini. Karmaşık ruhsal ve fiziksel yapısı aynı zamanda hastalığı yüzünden çok narindir. Eğitim görmediğini, okuldan erken ayrıldığını söylese de, Japon ve dünya klasiklerini çok yakından bilir Oşima. Nakata’nın yol göstericisi ve yol arkadaşı ise yoksul çevrede büyümüş bir kamyon şoförüdür. Çok sevdiği dedesine benzettiği Nakata’ya yardım etmek, onunla yolculuğa çıkmak hayatının geldiği noktasında önem kazanır. Uzun öyküleri sevmediğini, karmaşık düşüncelere alışık olmadığını sık sık söyler zaten Nakata da ancak basit sözcüklerle anlatabilir kendini.

Kafka’ya yardım eden bir de Karga adlı iç sesi var. Romanın daha başlarında uyarır alt benliği “...bundan sonra olacakların üstesinden gelebilirsin. Ne de olsa sen, dünyanın en sert on beşlik delikanlısısın. Kendine güven. Soluklarını düzenle, kafanı düzgün çalıştır. Bunu yapabilirsen sorun kalmaz. Ama çok temkinli olmalısın. Bir yerlerde, birilerinin kanı üstüne bulaşmış. Gerçek kan. Hem de bol miktarda. Şu an birileri, ciddi ciddi seni arıyor olabilir.” Romanın başlarında daha sık duyduğu alt benliği, dışarıdan yardım aldıkça az duyulur.

“Sahilde Kafka”yı okurken bir sonraki satırda nelerin beklediğini asla hayal edemez okur: bilincini yitiren on altı çocuk, gökten yağan balıklar, rüyada sevişilen hayaletler, ölü kedilerin ruhundan kaval yapmaya çalışan bir heykeltıraş, Kentucky Fried Chicken’ın ambleminde yer alan beyaz sakallı Albay Sanders’ın fahişe pazarlaması, vb... bütün bu gerçeküstü öğeler peş peşe dile getirildiğinde deli saçması gibi gelebilir fakat bunları Sofokles’in tragedyası, Platon ve Hegel’in felsefeleri ile birleştirdiğinde ve günlük yaşamın bir parçası gibi sunduğunda simgesel anlam kazanır. Murakami’nin anlatısının başarısı bence üç farklı kurgu tipinde eşit derecede başarılı olmasında yatıyor. Birincisi eşsiz sürükleyici anlatımı: her sayfada heyecan yaratmayı başaran bilinmezlerle donanmış kurgu. İkincisi tamamen Murakami’ye özgü (tahminim, ilerde Kafkaesk gibi Murakamesk sözcüğünün yerleşeceği yönünde) gerçeküstü olaylar ve bu olayların olağan bir dille anlatılıyor olması. Sonuncu olarak da kurgunun felsefeden beslenmesi ve ontolojiyi günlük yaşamın bir parçası gibi olağan hale getirmesi.

Murakami karakterleri karanlık deliklerde ya da suyu kurumuş kuyunun içinde (Zemberekkuşu’nun Güncesi) ya da ormanın acımasız karanlığında kaybolup yapayalnız kaldığında, farklı bir bilinç boyutuna geçerler. Bazen farklı bir zaman boyutu da olur bu. Kafka da bilinçdışı karanlık deliklerde yolculuklar yapar. Rüyasında baba katili olabilir, annesiyle sevişebilir; bunların hepsinin eğretileme olduğu düşüncesi onu rahatlatmaz, yine de Kafka örneklerini kurgudan alır. Aklı karıştığında, hayalete âşık olduğunu sandığında yol göstericisi Oşima onu gerçekliğe değil, antik kitaplara yönlendirir, on birinci yüzyıl Japon klasiği Genji Öyküsü’nü (romanda Genci olarak yazılmış) okumasını tavsiye eder. Böylece roman, klasiklerden, şiirlerden, resimden ve en çok da müzikten beslenir, öyle ki, roman kahramanları, kahraman oldukları bilinciyle kurguda yer alırlar.

Murakami’nin kalemi trajik olduğu kadar komik de olabilir. Romanda beni güldüren bölümlerden biri, şapşal bir sokak kedisiyle diyalog kurmaya çalışan Nakata’nın anlamsız konuşmaları ve bunun üzerine yanlarına gelen iyi beslenmiş, zeki siyam kedisi Mimi’nin zavallı sokak kedisini azarlayışı oldu. Komik unsur kadar şiddet öğeleri de vardır Murakami’nin eserlerinde. Bu romanında da canlı kedilerin kalbini yiyen karakter gibi tiksindirici ve korkunç çok fazla sahne var. Kediler hemen her romanında önemli rol oynar, “Sahilde Kafka”da durum aynı. Yazarın bir özelliği de erotizmi çok yerinde kullanmasıdır. Kahramanları, özellikle kadın kahramanları, erotik anlamda açık sözlüdür. İsteklerini kolayca dile getirirler. Hoş olmayan bir cinsel deneyim sonrasında “(ö)yle özür dilemeye kalkarsan, ben de kendimi kötü bir şey yapmış gibi hissederim. Bu vücudunun bir hali sadece. O kadar aklına takmana gerek yok” diyecek kadar rahatlardır. Ergenlik çağındaki Kafka için doğal olarak her şey cinsellikle bağlantılıdır ancak çevresindeki kadınların bu denli rahat ve hoşgörülü olmaları romanı da başka boyutlara sürükler: sapkın cinsellik yoktur, doğa gereğini yerini getirir.

Daha önce dört romanını okuduğum yazarın, altı yüz elli sayfalık “Sahilde Kafka”sı bence en güzel romanı. Özellikle görsel detaylar açısından yine çok etkileyici. Benzersiz mekân yaratma gücüyle, günlük hayatın ayrıntılarını netleştiren (her öğün yemek, günlük beden temizliği, vb.) çok renkli imgeler yaratan bir yazar Murakami. Yayınlandığı her ülkede yılın kitabı seçilmiş bir roman ayrıca. Bir de çok prestijli Kafka edebiyat ödülünün sahibi.


Sahilde Kafka, Uçurumda Murakami!
Merve Fergökçe
29-01-2010

http://www.sabitfikir.com

Öncelikle söze bu “doğaüstü” romanın anlattığı doğaüstü hayvanlardan biri olan karga ile başlayalım. ‘Kafka’, Çek dilinde ‘karga’ demek. Kitabın kapağında; muhtemelen romanın kahramanı olan genç erkeğin – Kafka Tamura’nın – kafasında durup “Kafka” kelimesini gagalayan kırmızı karganın, Murakami’nin kafasında tasarlamış olduğu binlerce tuhaf hikaye ve diyalogdan sadece çok ufak bir kısmının ipucunu verebilecek ya da imgeleyebilecek bir imaj olduğu aşikar. Bu, daha kitaba fiziksel olarak ilk dokunuşlarımızda bizi karşılayan ve zamanla tuhaf tesadüfler gibi karşımıza dikilip, tebessüm ederken dudaklarımızı koca bir soru işareti haline getirecek olan ilk unsur.

Daha kapakta başlayan hayal gücü eziyeti, 650 sayfada ne hale gelecek siz düşünün yani! Kafka adı, günümüz yazınında bir yalnızlık, kara bir hayal gücünün yanında katışıksız gerçekçilik arayışı ve herkesçe kabul edilmiş bir “Ne oldum değil ne olacağım demeli! (Dönüşüm)” tedirginliğinin temsilcisi, şüphesiz. Fakat Haruki Murakami, ölüyü diriltecek cinsten yoğun imajinasyonunun içine bir de alışılmamış türde diyaloglar ekleyince, tam da Japon işi bir kitap çıkmış ortaya. Tadının daha önce yediğiniz hiçbir şeye benzemeyecek kadar olağanüstü olduğunu bildiğiniz ama yine de yemeye çekindiğiniz bir böcek kızartması gibi; temkinli - hatta ürkek ama heyecanla, ufak ufak yaklaştığınız bir Murakami şaheseri.

İlerleyen sayfalarda düşünsel şemamızın taşıyıcı elemanlarını yerinden oynatacak diyaloglardan biri, kitabın ilk bölümlerinde bize tüm sadeliğiyle hoş geldin diyor ve önümüzdeki yolculuğun iskeletinden haber veriyor: “Yolculuk yol arkadaşıyla, dünya duyguyla.” diyor genç bir kız, genç bir çocuğa. Ve çocuk yanıtlıyor: “Sanırım bu rastlantı ve arkadaşlıkların, insanın duyguları için önemli olduğu anlamında bir söz.” Belki çok da önemsemeden okuyup geçiverdiğimiz bu Japon atasözü, kitabın tüm kahramanlarının birbirlerinden elma ve armut gibi tamamen farklı karakterlerde olmasına rağmen, hepsinin birden nasıl yolunun kesiştiğinin, hatta bunun sıradan bir ‘yol kesişmesi’ olmasından ötede, toplu bir ‘boyut atlama’ haline gelişinin konu başlığı. Belki de buna, mevzu bahis kehanetin gerçekleşmesi için sırasını bekleyen oyuncuların bir bir sahneye çıkması için gerekli olan parola da diyebiliriz. Ne dersek diyelim, sonuç değişmeyecek: Eğer kitabı kamuya açık bir alanda okuyorsanız, surat ifadelerinize dikkat edin.

Az önce “rastlantıların önemi” üzerine yazmış olduğu paragrafa Murakami yine kendi kendine başka bir paragrafla yanıt veriyor: “İki insanın kol ağzı sürtmüşse, bir nedeni vardır.” Ve bunu söyleyen kahraman tam da size dönüp gözlerinizin içine bakarak açıklıyor bu atasözünü: “Bu, bir önceki yaşamdan kalma bağları anlatır. Dünyada hiçbir şeyin tesadüfen ol-a-mayacağı anlamında kullanılır.”

Gerçekten de hiçbir durumun ve olayın tesadüf mantığıyla geçiştirilemeyecek kadar ince oya işiyle işlendiği roman, kimi zaman size kocaman “Neden?!” çığlıkları attırıyor. Her şey o kadar olağanüstü ki, bunu söylemek bile anlamsızlaşıyor sanırım. Her şey bu multi-olağanüstü döngü içerisinde devinip dururken, anlatılan şimdiki zaman ve önceki zaman arasında bağ kurmaya çalışmaktan yorgun düşebilir insan. Örneğin bölümlerden birinde anlatılan bir “gök cismi” konusunda – eğer sorun benim anlayış kabiliyetimde değilse – oldukça kararsız kalabilir, büyük bir beklenti içerisine girebilirsiniz. Ve geri kalan pek çok hayal ürünü içerikli anlatımda da bu sorun devam edebilir. Hikâyeyi açık etmeyen bağımsız bir örnek vermek gerekirse; tam ‘kırmızı kar yağışının’ sırrına erişmişken, bu sefer de ‘kırmızı’nın sırrına takılıp kalmak gibi, hiç bitmeyen bir hayal diyarı labirenti...

Hikâyeye bağlı kalıp yoldan ayrılmamanın tek yolu, olaylar ve kavramlar arası bağ kurmanız konusunda ısrarcı tavrı olan anlatıma karşı koymak. Murakami’nin 650 sayfa boyunca anlatmış olduğu tüm o hikâyeler – kimi absürd, kimi bu dünyaya ait değil, kimi belki gözlerinizi dolduracak kadar gerçek – aslında bir zamanlar üst üste gördüğünüz ama sizin bile anlatırken güçlük çektiğiniz garip bir rüya gibi. Rüyanın ne anlatmak istediğini bildiğiniz halde, sonu hep bu dünyaya ait bir gerçeklikle bittiği halde, arada olan o tuhaf ve bazen saçma şeylerin ne anlatmak istediğini bir türlü anlayamamanız gibi. Belki başınızı her gece o rüyayı görmek arzusuyla koyarsınız yastığa, ama sabah kalktığınızda yine de tatminsizliğin verdiği ince bir hüsran kalıntısı olduğu yerde durur. Rüyayı bu kadar müthiş kılan da zaten barındırdığı bu gelişigüzel olmayan türdeki tuhaflık ve alışılmamışlıktır, yine de bunu biliriz.

Hikâye, kendi kahramanlarına kavramlar arası bağın gerekliliğini savunurken ve bunu onlara tecrübe ettirirken, bize aynı cömertlikte davranmıyor. Hikâyenin kahramanlarının kendi aralarındaki münasebetlerde çözümlenemeyen hiçbir durum, anlaşılamayan hiçbir ifade ve sonuçlandırılmayan hiçbir olay yok – gibi duruyor. Kahramanlar, birbirinden tuhaf ve imkânsız gibi görünen onlarca olay karşısında öyle metanetliler ki, hikâyeden alınması gereken daha bir sürü vitamin varmış da sindirilemiyormuş hissi yaratıyor okuyucuda. Bunların yanı sıra Kentucky Fried Chicken’ın yaratıcısı Albay Harland D. Sanders ya da çizmeleri, şapkası ve bastonuyla birlikte Johnnie Walker birer karakter olarak hikayeye dahil olunca, durum masalsı bir anlatımdan uzaklaşıp ezoterik bir içeriğe doğru ilerlemiş oluyor. Bu iki karakter de bildiğimiz markalaşmış halleriyle etten kemikten birer insan olarak çıkmıyorlar elbette karşımıza. Hikâyede durmaksızın tekrarlanan “metafor” kavramının ne şekilde vücut bulacağı, olayın gidişatına dahil olan kahramanın kişiliğiyle ilgili olsa da bu tür imgelemlerin Murakami tarafından komik hatta absürd bir dille yansıtılması, her kahramana daha fazla tuhaflıkla birlikte daha fazla anlam yükleyen bir ayrıntı olmuş.

Kitabı alırken muhtemelen ilk bakacağımız yerlerden biri olan arka kapakta sözü geçen uğursuz kehanet, beklediğimiz kadar yoğun biçimde ön planda durmaktansa, satır aralarında ve alt metinlerde usul usul ilerleyerek bizi bambaşka bir olay akışına yönlendiriyor. İlk defa Murakami okuyacakların, entrikalarla bezenmiş kovalamacalı bir hikâye bekleyebilecek olma ihtimalleri çok yüksek. Fakat Murakami tam da kendisinden beklendiği gibi, insanların yaşadığı yeryüzü kuralları çerçevesinde gelişen bir kurgu kullanmak yerine başka bir dünyada geçermiş gibi görünen ürkütücü gerçeklikte bir masal anlatıyor.

Her şeye rağmen, hayal ya da gerçek tüm kahramanları ve olaylarıyla birlikte Sahilde Kafka, tarifini arayıp da bulamadığınız lezzetli bir yemek kadar uzak ve bir o kadar da çekici. Muhteşem betimlemeleriyle zihninizdeki beyaz perdeye yansıyan Murakami anlatımı, ne olursa olsun okunmaya değer. Ayrıca fantastik olarak nitelendirilemeyecek kadar olağan bir hayal gücü, gerçek denilemeyecek kadar da sıra dışı bir kurgu, herhalde sadece Murakami’nin kaleminde hayat bulabilirdi. Ancak bunun dozunu sorgulamak geçiyorsa da insanın aklından, devreye hemen Murakami’nin tükenmesi güç ‘hayal kredisi’ giriyor.

Sonuç olarak, Ezop bizimle yaşamış olsaydı, tahtını Murakami’ye bıraktığını düşünebilirdik...

Sahilde Kafka
http://derdestfikirler.blogspot.com.tr
5 Şubat 2016 Cuma

Bugüne kadar Japon edebiyatı hiç okumamıştım. Japonlarla ilgili okuduğum tek kitap Bir Geyşanın Anıları adlı kitaptı. Bu kitapta Amerikalı bir yazar tarafından yazılmıştı. Japon bir yazara ait bir kitabı ilk kez okuyorum.

Kitap fantastik türde yazılan bir roman. Ben fantastik kitapları sevdiğim için bu kitabı da çok severek okudum. Bu roman 2005 yılında, New York Times tarafından yılın en iyi on romanından biri seçilmiş. 2006 yılında ise hem World Fantasy Ödülü hem de Franz Kafka Ödülü'nü almış.

Gelelim kitabımızın konusuna: Kitapta iki ana kahraman var. Biri Kafka Tamura diğeri ise Nakata'dır. Kafka Tamura'nın babası bir heykeltraştır ve oğluna neredeyse hiç ilgi göstermez. İlgisiz ve sevgisiz büyüyen Kafka Tamura babasının kendisiyle ilgili kehanetinden etkilenir ve evden kaçar. Kehanet ise şudur: Kafka Tamura annesiyle ve kız kardeşiyle yatacaktır ve babasını öldürecektir. Yazar, klasik bir Kral Oidipus konusuyla başlamış ( Yakın zamanda Kral Oidipus'u okumama da güzel bir tesadüf oldu). Kafka Tamura'nın annesi çocuğunu dört yaşındayken bırakır ve kızını da yanına alarak kaçar. Bu nedenle çocuk annesini ve ablasını hiç hatırlamaz. Her yattığı kadının annesi veya ablası olmasından şüphelenir.

Nakata ise 60'lı yaşlarını yaşayan, okuma yazması olmayan, saf, kedilerle konuşan ve türlü kehanetler söyleyen ve doğa üstü olaylar yaratan bir kişidir. Bunları nasıl yaptığını kendisi de hiçbir zaman anlamaz ve açıklayamaz. Nakata'nın en güzel yanı ( bence tabi) sadece şimdiki zamanı yaşamasıdır. Saf ve akılsız olduğu için yaşadıklarının çoğunu unutur bundan dolayı geçmiş pek yoktur ( burada istisnalar var çünkü işlediği cinayeti hatırlar), gelecekle ilgili de hiçbir beklentisi olmadığı için gelecek kaygısı veya düşüncesi de yoktur. İki kahraman arasındaki bağlantı ise Nakata'nın işlediği cinayettir. Çünkü Nakata, Kafka Tamura'nın babasını öldürmüştür ve çok ilginç kanı Nakata'ya değil Tamura'ya bulaşmıştır. Çünkü babasını ölümünü isteyen kişi Kafka'dır. Bundan dolayı babasının kanı da Tamura'ya bulaşmıştır. Sanırım yazar, Franz Kafka'nın babasıyla yaşadığı sorunları da bu şekilde kitabına dahil etmiş.

Ben kitabı okurken özellikle Nakata'yla ilgili kısımları daha büyük bir zevkle okudum. Nakata'nın karakterini de çok sevdim. Kitap fantastik türünde olduğu için doğa üstü pek çok olayı da barındırıyor. Örneğin; ölülerin yaşadığı bir orman içi, İkinci Dünya Savaşı'nda durup dururken bayılan onbeş küçük çocuk ( Nakata'da bunlardan biridir. Hepsi tek tek ayılır ama Nakata'nın ayılması haftalar sonra olur. Uyandığında da artık bambaşka bir çocuktur. Hem okuma yazmayı unutmuştur, hem de saf bir akılsız durumuna düşmüştür. Bu çocukları neyin bayılttığını çok merak etmeme rağmen ne yazık ki kitapta cevabını bulamadım), kedilerle konuşan bir adam, savaştan kaçan iki asker, gökyüzünden balık yağması, yine gökyüzünden sülük yağması, Tamura'yla konuşan "Karga" adlı delikanlı... gibi. Bu arada bir bilgi Çekce'de Kafka, karga anlamına geliyormuş.

Kitapta metforlara, sembolik anlatımlara ve müzisyenlere çok ağırlık verilmiş. Bunlar kitabın konusunu zenginleştirmiş ve kahramanların sıradan insanlar olmaktan kurtarmış.

Birazda yazardan bahsederek yazımı tamamlamak istiyorum. Yazar 1949 yılında Japonaya'nın Kyoto kentinde dünyaya gelmiş, gençliğini ise Kobe'de geçirmiş. Yazdığı kitaplarla pek çok ödül almış. Ülkesinde ise Amerikan edebiyatının etkisi altında kaldığı söylenerek eleştirilmiş. Şu an Japonya'nın en önemli yazarlarından biri olarak değerlendiriliyor. Kitabın Türkçeye çevirisini Hüseyin Can Erkin yapmış. Buradan kendisine teşekkür etmek istiyorum. O'nun sayesinde akıcı ve güzel bir kitap okudum.

Fantastik edebiyatı seviyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız. Şunu da ekleyeyim; kitabın sonunda benim gibi cevaplanmamış sorularla karşı karşıya kalabilirsiniz. Dediğim gibi merak ettiğim ama cevap bulamadığım sorularla kitap bitti. Bazı internet sayfalarında yazarın bu konuları, okuyucunun hayal gücüne bıraktığı yazıyor. Keşke öyle yapmasaydı da cevapları vererek kendi hayal gücüyle okuyucuyu bir kez daha şaşırtsaydı.

 

 

 

Aykar Sönmez
http://blog.milliyet.com.tr

Sahilde Kafka

Sahilde Kafka, Kobe doğumlu yazar Haruki Murakami’nin 2005 yılında New York Times tarafından Yılın En İyi 10 Romanı arasına seçilmiş, 2006 yılında World Fantasy Ödülünü ve Franz Kafka Ödülünü almış olan romanı.

Roman 15 yaşında bir ergenin kendini gerçekleştirebilme sevdasını konu edinmiş. Annesi ve ablası tarafından daha çok küçükken terk edilmiş olan Kafka Tamura heykeltıraş olan babasıyla Tokyo’da yaşamaktadır. Babasının kendisine söylediği korkunç bir kehanet yüzünden onu terke etmeye çok küçük yaşta karar verir ve 15 yaşında planını uygulamaya koyar. Bu kehanet Yunan mitolojisinde geçen Ödip’in kehanetiyle aynıdır. Babasına göre Kafka Tamura, tıpkı o mitolojik kahraman gibi babasını öldürecek ve annesiyle hatta ablasıyla cinsel ilişkiye girecektir.

Tamura, başına er ya da geç geleceğine inandığı bu lanetli durumu bir an evvel yaşayıp ruhunu özgürlüğüne kavuşturmak ister. Bunu açıkça dile getirir: “…Eğer gerçekten bir lanet varsa kaçmak yerine üstüne gitmek istiyordum. Bir an önce son bulsun diye. Bir an önce o ağırlığı omuzlarımdan atmak. Ondan sonra da başka birinin arzularının çerçevesi içinde hapsolmuş biri olarak değil kendim olarak yaşamak. İstediğim yalnızca buydu.” (sf.539) Bu düşünceler, ablasına tecavüz ettiği anda aklından geçmektedir.

Onun bu sözlerinden önce, ruhunu özgürlüğüne kavuşturma arzusunu fark eden ve 100 sayfa önce onu bu konuda uyaran Oşima şunları söyler: “Bak Kafka Tamura, belki de dünyadaki hiç kimse özgürlüğü arzulamıyordur. Arzuladıklarını sanıyorlar sadece. Her şey bir ütopya. Eğer ellerine özgürlük gerçekten geçecek olsa, çoğu insan ne yapacağını şaşırır. Bunu aklında tut. İnsanlar aslında özgürlüklerinin kısıtlanmasından hoşlanırlar.” der ve sözlerini J. J. Rousseau’nun “Medeniyet, insanoğlunun çit yapmaya başlamasıyla doğmuştur.” fikriyle destekler.

Bunları ona söyleyen Oşima kentin özel kütüphanesinin hem dişilik hem erkeklik vasıflarına sahip görevlisidir, yani o da kitaptaki bazı kişiler gibi, farklı bir kategoride de olsa araftadır ve Tamura ile dost olmuşlardır.

Ödip, kitabın bütününe yayılmış bir metafor. Bunun dışında pek çok ilginç metafor var. Örneğin Tamura’nın zaman zaman bir üst benlik/süperego gibi konuştuğu “karga” adlı bir genç var. Ona akıl hocalığı yapıyor. Bildiğiniz gibi Kafka kelimesi Çekçe de karga anlamına gelmekte. Kitaba adını veren başkişi ve bu karga şüphesiz bizi Franz Kafka’ya onun bunalımlı, kendini bulma ve ifade etme güçlüğü çeken Gregor gibi kişilerine götürüyor

Karga adlı delikanlı da ona sayfa 540’ta şunları söyler: “İyi de lanet bozuldu mu dersin! Sen babanı öldürdün, annenle yattın ve ablana tecavüz ettin… Niyetin laneti üzerinden atabilmekti. Fakat gerçekte hiçbir şey bitmedi….O lanet eskisinden daha koyu bir şekilde benliğine kazınmış durumda….”

Kütüphanenin müdürü olan Saeki hanım tıpkı Nakata gibi iki boyut arasında yaşayan, gölgesi bile diğer insanlarınkinden daha açık renk olan fakat akli melekelerinde bir kaybı olmayan alımlı bir kadındır. Ve kaderin tuhaf bir şekilde kurbanı olan ve ona olan aşkını “Sahilde Kafka “adlı bir besteyle ölümsüzleştirdiği sevgilisine kavuşabilmek arzusundadır.

Kitap kaderini gerçekleştirirken ya da onun cilvesine uğrayarak “yarım kalmış” insanların hikâyesinin üzerinden ulaşır okura.

Tamura kaderinin ağlarına, kendi evinden çok uzakta, ablası ve annesi olması kuvvetle muhtemel kadınlarla yatarak ve babasını aynı anda iki yerde olmayı başararak öldürmesiyle takılmıştır.

Kitap bu gencin ve herhangi bir insanoğlunun yaşayabileceği en kötü lanetlerden biri olan kaderinin (!) üzerinden insanın yaşamla, kaderle mücadele ederek kendi benliğini oluşturabilme arzusunu anlatmakta, dersek yanlış olmaz.

Kitapta benlik, benlik oluşturma, kişilik konularını destekleyen bir durum da sıkça tekrarlanan “insanın içindeki boşluk hissi” sözleri. Farklı kişilerin ağzından ara ara duyuyoruz bu yakınmayı. Ayrıca benlik konusu ünlü besteciler üzerinden de örneklemelerle anlatılır. Benliği egoyu sergilemenin toplumdaki algısından bahsedilir. Beethoven, Haydn vs.

Tamura’dan sonra başı çeken karakter Nakata. Çocukken zeki ve akıllı olmasına rağmen, II. Dünya Savaşı sırasında bir savaş deneyi olması muhtemel bir durum yüzünden okuma yetisi de dahil birçok yeteneğini, zekâsını yitirir. Kardeşleri okur ve önemli meslekler edinirler fakat o yardımlarla geçinir haldedir. Bu adeta içi boşalmış, safdil ve mütevazı karakter romanın belki de en baskın, en sempatik karakteridir. Romanın fantastik havasının anahtarını çözecek olan odur. Adeta paralel bir dünyaya, başka bir boyuta hatta arafa geçişin –tıpkı o kaza/deney sırasında komada kalışı gibi- anahtarı, bu tüm yetileri elinden kazayla (?) alınmış ama yerine bu dünyaya ait olmayan yetiler verilmiş kişinin elindedir. Bu, sürekli “Bendeniz Nakata çok akıllı değilimdir.” diyen 60’lı yaşlardaki adam, yeni yetileri sayesinde kedilerle konuşan, havadan sülük, balık yağdıran iyi niyetli bir insandır ve tahminimce okurlar tarafından en sevilen kişisi olmuştur kitabın.

Onun gibi arafta kalan iki asker de Tamura’yı ve isteyen kimi insanları alıp diğer boyuta taşıyan belki de“astral” yolculuk yapan, diyebileceğimiz kişilerdir. Bu durum romanın başında bir yerde de Japon masallarında da çok geçen ruh göçü fikriyle hatırlatılır. Bu farklı boyuta geçilen yer ormanın derinliklerinde bir yerdir; tıpkı Nakata’nın çocukluğunda yaşadığı o kazanın yaşandığı yer gibi.

Diğer metaforlar ise belki da daha ilginç Örneğin Johnnie Walker, Albay Sanders. Bunların temsil ettikleri fikirler. Kapitalist sistemin, insanı yozlaştıran yanına bir gönderme olabileceği gibi, bu kişilerin işaret ettikleri yozluklar da olabilir. J. W. öldürdüğünü sanan Nakata, gerçekte Tamura’nın heykeltıraş babasını öldürmüştür. Tamura babasından bahsederken onun çevresinin ne kadar yoz olduğunu söyler romanın bir yerinde. Bu yozluğu belki de yazar bir içki markasıyla özdeşleştirmeyi uygun görmüş olabilir. Albay Sanders, malum Kentucky tavukçusudur. Ve romanda, gerçekte bir kütlesi, maddi varlığı olmayan bir varlık onun görünümünde karşımıza çıkar. Kadın pazarlayan bir tiptir. Bu kadın üniversitede okumaktadır ve işini yaparken bir yandan da Bergson’un bellek-nesne ve benlik algısı üzerine felsefesinden bahseder. Belleğe ve benliğe yapılan bu vurgu, yozluk dışında insanın var oluş amacında temel taşlardan biri olan cinsel ihtiyaçlarıyla, üreme arzusuyla hem roman kişisine hem de okura aktarılmak istenmiş, böylece yazarın Bergson’a hak verişi bu çok sağlam örnek ve delille ispat edilmeye çalışılmış.

Çatışma, kaderin er ya da geç kaza edecek olmasına karşın insanın özgür bir varlık ve ruh olarak tüm bağlayıcı unsurlardan uzak yaşama isteği üzerine kurulu. Tüm metaforlar bir yana, romandan konu ve ana düşünce çıkartma merakında olanlar için diyebiliriz ki roman insanın benlik ve ruhi özgürlük arayışını anlatan, insanın kendisini bulması için gerekirse uzun ve zorlu yolculuklar yapması –içsel ya da gerçek- gerektiğini söyleyen bir roman. Tüm anlatılanlar belki bir rüya ama yapılması gereken yine de bu.

Romanın, ilk sayfalarında Karga’nın Tamura’ya söylediği “Mesafenin uzaklığına pek güvenmesen iyi olur.” sözleri yer alırken, son sayfaya yakın “Zamanın göreceli ağırlığı, çok anlamlı kadim bir rüya gibi üzerine çöküyor. O zamandan kurtulabilmek için hareket etmeye devam ediyorsun. Dünyanın öteki ucuna gitsen bile, o zamandan kaçamayabilirsin. Fakat öyle bile olsa, dünyanın öteki ucuna gitmek zorundasın. Dünyanın öteki ucuna gitmedikçe yapamayacağın şeyler de var çünkü.” sözleri yer alıyor. Bu iki söz arasında insan bir an “Ha Sahilde Kafka Tamura ha Nakata” demekten kendini alamıyor.

Murakami, romanında fantastik kurmaca ve göndermelerle aksiyonu genel olarak sağlam tutuyor. Hüseyin Can Erkin’in çevirisiyle okuduğum romanın dili insanı yormuyor. Akıcı. Fakat çözüm bölümüne doğru romanın kurmaca olarak başarısı irtifa kaybediyor. Sonu okuyucuya bırakma fikri bir yana, atılan düğümlerin, kullanılan metaforların tam olarak netleştiğini söylemek zor. Son 100-150 sayfayı bunu hissederek okuyorsunuz. Tam olarak karşılığını bulmamış, ancak bir şiirde olsa ya da tamamen fantastik bir eserde olsa tam olarak anlamlandırabileceğiniz metaforların orada öylece duruyor olması kitabı buruk kapatmanıza sebep oluyor. Ancak etkileyici olduğu su götürmez.- 03 Ocak 2015


The complete review's Review:
http://www.complete-review.com/

Kafka on the Shore is many things: the title of a song, for one, a painting for another. And the novel's central character is Kafka Tamura -- though he doesn't actually spend much time on any shore. Not any real one, anyway. But this is a Murakami novel and, as in all Murakami novels, as one of the characters observes: "The world is a metaphor, Kafka Tamura". No doubt: the kid is practically drowning in that metaphor -- but then aren't we all ?

The novel is presented in alternating chapters, plot-lines that inevitably converge and cross (but without completely merging). The odd-numbered chapters are narrated by disaffected youth Kafka Tamura, who decides that his fifteenth birthday "is the ideal time to run away from home". He doesn't get along with his father, a famous artist, and there's a deep emptiness left by the absence of his mother and sister, whom he has not seen since he was a small child. Dad doesn't help matters by burdening him with one hell of a prophecy -- "More like a curse than a prophecy" -- foreseeing an Oedipal fate for Kafka, patricide and all. It's understandable, then, that Kafka wants to get out of there -- though, as one of the characters reminds him, running away may not be the ideal solution: "Distance might not solve anything." It didn't work for Oedipus, after all, and it will come as no surprise that Murakami doesn't allow (physical) distance to be much of an issue here either.

The other story-line begins with earlier events, a mysterious occurrence from World War II. A class expedition into the woods ended with all the schoolchildren (but not the teacher) falling into coma-like states. Except for one, they snap out of it quickly, and seem to have suffered no ill effects (though they also have no memory of what happened to them). The exception is Nakata, who only comes out of this state weeks later and has been changed: he is completely empty. Whatever happened to him appears also to have affected his mind: he used to be a bright boy, but now seems a bit slow, and he never learns to read, for example. In the present day Nakata is retired, living pretty much without friends (and ignored by his family) but getting along well and happily enough.

Destiny has something in mind for both Kafka and Nakata. They're not clear about it, almost drifting along, but they always seem to know which way to turn, compelled to act in a certain way. They can't express it in words (a common problem in Murakami books, and certainly afflicting many of the characters in this one), but they just seem to know what to do. This device is by far the most annoying aspect of the book, and never adequately explained: absolutely everything seems predestined in the book and the characters seem unable to do anything wrong (in the sense of what they're not supposed to), and, while that is the way novels work (the ending is printed and fixed before you start, and nothing is going to change it, or anything that happens along the way) it takes away some of the suspense. The fact that Murakami also resorts to occurrences that make the ancient Greek device of deus ex machina look tame by comparison doesn't help either.

Kafka heads south, for Shikoku. Typically:

That's where I'll go. There's no particular reason it has to be Shikoku, only that studying the map I got the feeling that's where I should head.

Feeling -- of this sort (and Murakami-characters have them all the time) -- always trumps reason. Needless, to say, Shikoku is the place he has to be. For a fifteen year-old runaway, things also work out remarkably well for him. Indeed: things constantly seem to work out -- but then since he seems to be guided by the Fates and nothing else, it's not that surprising (though it does get a bit boring, since Murakami allows for almost no suspense whatsoever).

Eventually, Kafka is drawn to a library, the Komura Memorial Library, which turns out to be just the place for him. He finds a helpful friend in one of the workers, Oshima, and is also drawn to the head of the library, old Miss Saeki -- both if not quite outcasts at least very much on the periphery of society. There are a few problems -- Kafka wakes up in the middle of nowhere one night, his T-shirt all bloody, with no memory of what happened the past few hours -- but no matter, things just seem to work out.

Nakata's adventures run parallel to Kafka's. Among his talents is his ability to talk to cats, which he has parlayed into a small business, helping locals find their lost cats. This, however, now leads him to an unsavoury character who also has a project involving cats -- one which Nakata puts an end to. And once that is done he too feels compelled to head south. Towards Shikoku, as it will turn out -- not that he understands much about geography or the like (but that's the way things work in Murakami novels: you don't have to know anything about geography -- in fact, it almost seems better not to concern yourself with it: you'll still be guided on your way).

Like Kafka, Nakata pretty much always finds what he needs. No one takes advantage of him (except, in a way, the cat-man that sets this in motion), and somehow or other he manages to make his way south, eventually in the company of Hoshino, who doesn't know why he's going along with all this crazy stuff this old man leads him into but understands that it's the right thing to do. Needless to say, they'll eventually make their way to the Komura Memorial Library .....

Besides the talking cats there are other touches of the unusual: from the semi-plausible (a Bergson-quoting prostitute) to the far-fetched (leeches and fish raining down from the skies) to the outrageous (an all-powerful being -- though it claims: "I'm neither God nor Buddha" -- dressed up as Colonel Sanders working as a pimp). There's also that boy called Crow that Kafka occasionally converses with (and there's also the matter of his name -- not his real one, and taken not so much because of what the Czech writer wrote ...), an unwieldy but important stone, the one-time hit-single, "Kafka on the Shore", considerable sexual confusion (with the Oedipus-story overshadowing much), and even some soldiers that got lost in the woods decades earlier. And then there's the whole other-worldly aspect of the novel. Much of it feels otherworldy anyway, what with the almost dreamlike state of these many characters, largely cut off from what might be considered normal life. Needless to say, dreams and visions also figure prominently -- and several of the characters literally aren't all there: memory-less Nakata understands only the present, Miss Saeki has only the past.

In the novel the characters are allowed to become, in some way, whole. Murakami isn't entirely predictable in how he goes about this -- 'whole' may not be what the reader always expected -- but again, there is a lack of suspense in how this unfolds. Only Kafka appears to have a choice between worlds and futures, and he explores the alternative more deeply than most Murakami characters have. But in the end it doesn't really feel like he had much of a choice: the brief glimpse of free will more like a flash in the pan, barely convincing.

Chapter by chapter Kafka on the Shore is an entertaining read: Murakami tells his stories well, and what happens is, at the very least, unusual. (It also bubbles over -- as Kafka occasionally threatens to -- into some strong violence, gruesome but effective stuff.) The characters' uncertainty can be a bit trying, especially since there is no cost to the uncertainty -- just sitting around, doing whatever they feel like is enough to eventually find them going the right way again -- but there's enough here to hold one's interest.

The novel is meant to be a modern Greek tragedy -- not just because of the curse on Kafka, but in its whole world-view. But Murakami fails on this count in large part because he's not fully committed to tragedy: his characters are all properly tied to their inescapable fates, but Murakami is just too nice about these. The world is an uglier place than he is willing to describe.

The failing of the novel can also be summed up in the fact that no one in it really gets lost. There is simply no doubt that everything will work out for these characters, as Murakami makes it much too easy for them. He starts out promisingly enough: some cats do get lost, and there's a strong fear that the one Nakata has been hired to find won't be found; as it turns out some of the cats do, in a way, remain lost, but after that it's all ... well, if not sunshine-endings, so at least very predictable. The book would have been much stronger if the reader might have been at least led to believe that one of these characters might not wind up as they should.

Kafka is also not an entirely satisfying protagonist; surprisingly the empty Nakata is in many ways the more interesting character. Kafka has a lot on his shoulders, but perhaps he's the wrong age (just fifteen), and certainly his family difficulties should have been developed more fully. Dad's curse may be horrific, but by itself isn't compelling enough in this setting (and, after all, even Oedipus had more of a backstory). A lot happens in Kafka on the Shore but it is a disturbingly passive book. The world it describes -- be it metaphor or real -- is one in which fate rules all and free will seems non-existent. As such, Kafka on the Shore reads much like a religious fiction, willing an artificial world that works according to a simple (if peculiar) design, the end always the same (and like a religious fiction, the ending is not necessarily something one would describe as 'happy', but rather the way things ought to be). The characters are essentially robotic, going through the motions without appearing to be able to influence them. Murakami does quite a bit with them, but ultimately not enough: a wolf in sheep's clothing here could have done wonders for the story.

Odd and philosophically certainly unsatisfying, Kafka on the Shore is still fairly enjoyable; Murakami-fans likely won't be disappointed. As far as the episodes and the quirky details go, Murakami offers as much as usual, and does it as well. However, unlike his best novels, it is too far (and, more significantly: too unconvincingly far) from the world we know to be a true success.

 
  Valid CSS! Valid CSS!