|
Haruki Murakami "Sahilde Kafka"
Asuman Kafaoğlu-Büke
http://edebiyatelestiri.blogspot.com.tr
12 Nisan 2010

Karanlık Tüneller
Son birkaç yıldır Nobel edebiyat ödülü sahibini bulmadan
önce, Haruki Murakami’nin adı ortalarda dolaşmaya başlar. Bazılarına
göre Japonya’nın yaşayan en iyi yazarı, bazılarına göre de günümüzün
en iyi yazarlarından biridir; ama hiç kuşkusuz Batının en sevdiği Japon
yazardır. “Zemberekkuşu’nun Güncesi”yle Türkiye’de de tutkulu bir okur
kitlesi edindi kendine. Yeni romanı “Sahilde Kafka” ile okur sayısının
artacağına kesin gözüyle bakabiliriz.
“Sahilde Kafka” iki kahramanın öyküsünü paralel anlatıyor. Romanda tek
sayılı bölümlerde anlatılan birinci öykü, Kafka Tamura’nın on beşinci
yaş gününde evden kaçmasıyla başlıyor. Dünyaca ünlü bir heykeltıraş
olan babasının kehanetine göre, büyüdüğünde hem babasını öldürecek hem
de annesi ve ablasıyla yatacaktır. Annesi evi terk ettiğinde dört yaşında
olduğu için, ikisini de hiç hatırlamaz, elinde sadece ablasının bir
çocukluk resmi vardır. Bu durumda çaresiz, Sofokles’in kahramanı Oedipus
gibi evden kaçmak tek çözümdür. Çift sayılı bölümlerde ise, altmışlık
Nakata’nın öyküsü anlatılır: İkinci Dünya Savaşı sırasında, henüz dokuz
yaşındayken, Nakata ve sınıfındaki diğer öğrenciler, mantar toplamaya
gittikleri tepede ne olduğu bilinmez bir saldırı sonucunda bayılırlar.
Yetişkinleri etkilemeyen “şey” on altı çocuğun birkaç saat boyunca bilinçlerini
yitirmelerine neden olur. Aralarında sadece Nakata, birkaç hafta süren
garip bir koma halinde kalır. Askeri hastanede uyandığında, ne ailesini
hatırlar ne de okuma yazmayı, oysa bu tuhaf olaydan önce sınıfın en
akıllı öğrencisidir. Nakata’nın zihnindeki her şey silinmiş, yavaş anlayan,
soyut düşünme yeteneğini kaybetmiş biri haline gelmiştir. Kaybettiği
düşünme yetileri yerine, kedilerle konuşabilme ve gökten yağacak balıkları
önceden söyleme yeteneği geliştirmiştir. Genç Kafka ile yaşlı Nakata’nın
önceleri bağlantısız görünen ama sarmal ilerleyen hikâyeleri ortak bir
buluşma noktasına doğru ilerler. Roman boyunca hiç karşılaşmazlar ama
birinin rüyasının diğerinin gerçekliği olduğu, bilinçdışında tanıştıkları
izlenimi verir.
İki kahraman Japonya’nın Şikoku adasına doğru yol alırlar. Farklı nedenlerle,
birkaç hafta arayla, kendileri dışında bir gücün etkisiyle bu adaya
yönelirler. İkisi için de buraya gelmelerini gerektirecek bir neden
yoktur, burada tanıdıkları da yoktur (Kafka’ya bu yönü cazip gelir)
ancak bilinmez bir duygu onları Şikoku adasında Takamatsu’ya getirir.
Yolculuklarında karşılarına yardımsever insanlar çıkar. Kafka’nın yol
göstericisi, iş ve yatacak yer bulduğu kütüphanede çalışan androjen,
eşcinsel ve hemofil Oşima’dır. Kadın bedenine sahip, erkek ruhu taşıyan
bir eşcinsel olarak tanımlar kendini. Karmaşık ruhsal ve fiziksel yapısı
aynı zamanda hastalığı yüzünden çok narindir. Eğitim görmediğini, okuldan
erken ayrıldığını söylese de, Japon ve dünya klasiklerini çok yakından
bilir Oşima. Nakata’nın yol göstericisi ve yol arkadaşı ise yoksul çevrede
büyümüş bir kamyon şoförüdür. Çok sevdiği dedesine benzettiği Nakata’ya
yardım etmek, onunla yolculuğa çıkmak hayatının geldiği noktasında önem
kazanır. Uzun öyküleri sevmediğini, karmaşık düşüncelere alışık olmadığını
sık sık söyler zaten Nakata da ancak basit sözcüklerle anlatabilir kendini.
Kafka’ya yardım eden bir de Karga adlı iç sesi var. Romanın daha başlarında
uyarır alt benliği “...bundan sonra olacakların üstesinden gelebilirsin.
Ne de olsa sen, dünyanın en sert on beşlik delikanlısısın. Kendine güven.
Soluklarını düzenle, kafanı düzgün çalıştır. Bunu yapabilirsen sorun
kalmaz. Ama çok temkinli olmalısın. Bir yerlerde, birilerinin kanı üstüne
bulaşmış. Gerçek kan. Hem de bol miktarda. Şu an birileri, ciddi ciddi
seni arıyor olabilir.” Romanın başlarında daha sık duyduğu alt benliği,
dışarıdan yardım aldıkça az duyulur.
“Sahilde Kafka”yı okurken bir sonraki satırda nelerin beklediğini asla
hayal edemez okur: bilincini yitiren on altı çocuk, gökten yağan balıklar,
rüyada sevişilen hayaletler, ölü kedilerin ruhundan kaval yapmaya çalışan
bir heykeltıraş, Kentucky Fried Chicken’ın ambleminde yer alan beyaz
sakallı Albay Sanders’ın fahişe pazarlaması, vb... bütün bu gerçeküstü
öğeler peş peşe dile getirildiğinde deli saçması gibi gelebilir fakat
bunları Sofokles’in tragedyası, Platon ve Hegel’in felsefeleri ile birleştirdiğinde
ve günlük yaşamın bir parçası gibi sunduğunda simgesel anlam kazanır.
Murakami’nin anlatısının başarısı bence üç farklı kurgu tipinde eşit
derecede başarılı olmasında yatıyor. Birincisi eşsiz sürükleyici anlatımı:
her sayfada heyecan yaratmayı başaran bilinmezlerle donanmış kurgu.
İkincisi tamamen Murakami’ye özgü (tahminim, ilerde Kafkaesk gibi Murakamesk
sözcüğünün yerleşeceği yönünde) gerçeküstü olaylar ve bu olayların olağan
bir dille anlatılıyor olması. Sonuncu olarak da kurgunun felsefeden
beslenmesi ve ontolojiyi günlük yaşamın bir parçası gibi olağan hale
getirmesi.
Murakami karakterleri karanlık deliklerde ya da suyu kurumuş kuyunun
içinde (Zemberekkuşu’nun Güncesi) ya da ormanın acımasız karanlığında
kaybolup yapayalnız kaldığında, farklı bir bilinç boyutuna geçerler.
Bazen farklı bir zaman boyutu da olur bu. Kafka da bilinçdışı karanlık
deliklerde yolculuklar yapar. Rüyasında baba katili olabilir, annesiyle
sevişebilir; bunların hepsinin eğretileme olduğu düşüncesi onu rahatlatmaz,
yine de Kafka örneklerini kurgudan alır. Aklı karıştığında, hayalete
âşık olduğunu sandığında yol göstericisi Oşima onu gerçekliğe değil,
antik kitaplara yönlendirir, on birinci yüzyıl Japon klasiği Genji Öyküsü’nü
(romanda Genci olarak yazılmış) okumasını tavsiye eder. Böylece roman,
klasiklerden, şiirlerden, resimden ve en çok da müzikten beslenir, öyle
ki, roman kahramanları, kahraman oldukları bilinciyle kurguda yer alırlar.
Murakami’nin kalemi trajik olduğu kadar komik de olabilir. Romanda beni
güldüren bölümlerden biri, şapşal bir sokak kedisiyle diyalog kurmaya
çalışan Nakata’nın anlamsız konuşmaları ve bunun üzerine yanlarına gelen
iyi beslenmiş, zeki siyam kedisi Mimi’nin zavallı sokak kedisini azarlayışı
oldu. Komik unsur kadar şiddet öğeleri de vardır Murakami’nin eserlerinde.
Bu romanında da canlı kedilerin kalbini yiyen karakter gibi tiksindirici
ve korkunç çok fazla sahne var. Kediler hemen her romanında önemli rol
oynar, “Sahilde Kafka”da durum aynı. Yazarın bir özelliği de erotizmi
çok yerinde kullanmasıdır. Kahramanları, özellikle kadın kahramanları,
erotik anlamda açık sözlüdür. İsteklerini kolayca dile getirirler. Hoş
olmayan bir cinsel deneyim sonrasında “(ö)yle özür dilemeye kalkarsan,
ben de kendimi kötü bir şey yapmış gibi hissederim. Bu vücudunun bir
hali sadece. O kadar aklına takmana gerek yok” diyecek kadar rahatlardır.
Ergenlik çağındaki Kafka için doğal olarak her şey cinsellikle bağlantılıdır
ancak çevresindeki kadınların bu denli rahat ve hoşgörülü olmaları romanı
da başka boyutlara sürükler: sapkın cinsellik yoktur, doğa gereğini
yerini getirir.
Daha önce dört romanını okuduğum yazarın, altı yüz elli sayfalık “Sahilde
Kafka”sı bence en güzel romanı. Özellikle görsel detaylar açısından
yine çok etkileyici. Benzersiz mekân yaratma gücüyle, günlük hayatın
ayrıntılarını netleştiren (her öğün yemek, günlük beden temizliği, vb.)
çok renkli imgeler yaratan bir yazar Murakami. Yayınlandığı her ülkede
yılın kitabı seçilmiş bir roman ayrıca. Bir de çok prestijli Kafka edebiyat
ödülünün sahibi.
Sahilde Kafka, Uçurumda Murakami!
Merve Fergökçe
29-01-2010
http://www.sabitfikir.com
Öncelikle söze bu “doğaüstü” romanın anlattığı doğaüstü
hayvanlardan biri olan karga ile başlayalım. ‘Kafka’, Çek dilinde ‘karga’
demek. Kitabın kapağında; muhtemelen romanın kahramanı olan genç erkeğin
– Kafka Tamura’nın – kafasında durup “Kafka” kelimesini gagalayan kırmızı
karganın, Murakami’nin kafasında tasarlamış olduğu binlerce tuhaf hikaye
ve diyalogdan sadece çok ufak bir kısmının ipucunu verebilecek ya da
imgeleyebilecek bir imaj olduğu aşikar. Bu, daha kitaba fiziksel olarak
ilk dokunuşlarımızda bizi karşılayan ve zamanla tuhaf tesadüfler gibi
karşımıza dikilip, tebessüm ederken dudaklarımızı koca bir soru işareti
haline getirecek olan ilk unsur.
Daha kapakta başlayan hayal gücü eziyeti, 650 sayfada ne hale gelecek
siz düşünün yani! Kafka adı, günümüz yazınında bir yalnızlık, kara bir
hayal gücünün yanında katışıksız gerçekçilik arayışı ve herkesçe kabul
edilmiş bir “Ne oldum değil ne olacağım demeli! (Dönüşüm)” tedirginliğinin
temsilcisi, şüphesiz. Fakat Haruki Murakami, ölüyü diriltecek cinsten
yoğun imajinasyonunun içine bir de alışılmamış türde diyaloglar ekleyince,
tam da Japon işi bir kitap çıkmış ortaya. Tadının daha önce yediğiniz
hiçbir şeye benzemeyecek kadar olağanüstü olduğunu bildiğiniz ama yine
de yemeye çekindiğiniz bir böcek kızartması gibi; temkinli - hatta ürkek
ama heyecanla, ufak ufak yaklaştığınız bir Murakami şaheseri.
İlerleyen sayfalarda düşünsel şemamızın taşıyıcı elemanlarını yerinden
oynatacak diyaloglardan biri, kitabın ilk bölümlerinde bize tüm sadeliğiyle
hoş geldin diyor ve önümüzdeki yolculuğun iskeletinden haber veriyor:
“Yolculuk yol arkadaşıyla, dünya duyguyla.” diyor genç bir kız, genç
bir çocuğa. Ve çocuk yanıtlıyor: “Sanırım bu rastlantı ve arkadaşlıkların,
insanın duyguları için önemli olduğu anlamında bir söz.” Belki çok da
önemsemeden okuyup geçiverdiğimiz bu Japon atasözü, kitabın tüm kahramanlarının
birbirlerinden elma ve armut gibi tamamen farklı karakterlerde olmasına
rağmen, hepsinin birden nasıl yolunun kesiştiğinin, hatta bunun sıradan
bir ‘yol kesişmesi’ olmasından ötede, toplu bir ‘boyut atlama’ haline
gelişinin konu başlığı. Belki de buna, mevzu bahis kehanetin gerçekleşmesi
için sırasını bekleyen oyuncuların bir bir sahneye çıkması için gerekli
olan parola da diyebiliriz. Ne dersek diyelim, sonuç değişmeyecek: Eğer
kitabı kamuya açık bir alanda okuyorsanız, surat ifadelerinize dikkat
edin.
Az önce “rastlantıların önemi” üzerine yazmış olduğu paragrafa Murakami
yine kendi kendine başka bir paragrafla yanıt veriyor: “İki insanın
kol ağzı sürtmüşse, bir nedeni vardır.” Ve bunu söyleyen kahraman tam
da size dönüp gözlerinizin içine bakarak açıklıyor bu atasözünü: “Bu,
bir önceki yaşamdan kalma bağları anlatır. Dünyada hiçbir şeyin tesadüfen
ol-a-mayacağı anlamında kullanılır.”
Gerçekten de hiçbir durumun ve olayın tesadüf mantığıyla geçiştirilemeyecek
kadar ince oya işiyle işlendiği roman, kimi zaman size kocaman “Neden?!”
çığlıkları attırıyor. Her şey o kadar olağanüstü ki, bunu söylemek bile
anlamsızlaşıyor sanırım. Her şey bu multi-olağanüstü döngü içerisinde
devinip dururken, anlatılan şimdiki zaman ve önceki zaman arasında bağ
kurmaya çalışmaktan yorgun düşebilir insan. Örneğin bölümlerden birinde
anlatılan bir “gök cismi” konusunda – eğer sorun benim anlayış kabiliyetimde
değilse – oldukça kararsız kalabilir, büyük bir beklenti içerisine girebilirsiniz.
Ve geri kalan pek çok hayal ürünü içerikli anlatımda da bu sorun devam
edebilir. Hikâyeyi açık etmeyen bağımsız bir örnek vermek gerekirse;
tam ‘kırmızı kar yağışının’ sırrına erişmişken, bu sefer de ‘kırmızı’nın
sırrına takılıp kalmak gibi, hiç bitmeyen bir hayal diyarı labirenti...
Hikâyeye bağlı kalıp yoldan ayrılmamanın tek yolu, olaylar ve kavramlar
arası bağ kurmanız konusunda ısrarcı tavrı olan anlatıma karşı koymak.
Murakami’nin 650 sayfa boyunca anlatmış olduğu tüm o hikâyeler – kimi
absürd, kimi bu dünyaya ait değil, kimi belki gözlerinizi dolduracak
kadar gerçek – aslında bir zamanlar üst üste gördüğünüz ama sizin bile
anlatırken güçlük çektiğiniz garip bir rüya gibi. Rüyanın ne anlatmak
istediğini bildiğiniz halde, sonu hep bu dünyaya ait bir gerçeklikle
bittiği halde, arada olan o tuhaf ve bazen saçma şeylerin ne anlatmak
istediğini bir türlü anlayamamanız gibi. Belki başınızı her gece o rüyayı
görmek arzusuyla koyarsınız yastığa, ama sabah kalktığınızda yine de
tatminsizliğin verdiği ince bir hüsran kalıntısı olduğu yerde durur.
Rüyayı bu kadar müthiş kılan da zaten barındırdığı bu gelişigüzel olmayan
türdeki tuhaflık ve alışılmamışlıktır, yine de bunu biliriz.
Hikâye, kendi kahramanlarına kavramlar arası bağın gerekliliğini savunurken
ve bunu onlara tecrübe ettirirken, bize aynı cömertlikte davranmıyor.
Hikâyenin kahramanlarının kendi aralarındaki münasebetlerde çözümlenemeyen
hiçbir durum, anlaşılamayan hiçbir ifade ve sonuçlandırılmayan hiçbir
olay yok – gibi duruyor. Kahramanlar, birbirinden tuhaf ve imkânsız
gibi görünen onlarca olay karşısında öyle metanetliler ki, hikâyeden
alınması gereken daha bir sürü vitamin varmış da sindirilemiyormuş hissi
yaratıyor okuyucuda. Bunların yanı sıra Kentucky Fried Chicken’ın yaratıcısı
Albay Harland D. Sanders ya da çizmeleri, şapkası ve bastonuyla birlikte
Johnnie Walker birer karakter olarak hikayeye dahil olunca, durum masalsı
bir anlatımdan uzaklaşıp ezoterik bir içeriğe doğru ilerlemiş oluyor.
Bu iki karakter de bildiğimiz markalaşmış halleriyle etten kemikten
birer insan olarak çıkmıyorlar elbette karşımıza. Hikâyede durmaksızın
tekrarlanan “metafor” kavramının ne şekilde vücut bulacağı, olayın gidişatına
dahil olan kahramanın kişiliğiyle ilgili olsa da bu tür imgelemlerin
Murakami tarafından komik hatta absürd bir dille yansıtılması, her kahramana
daha fazla tuhaflıkla birlikte daha fazla anlam yükleyen bir ayrıntı
olmuş.
Kitabı alırken muhtemelen ilk bakacağımız yerlerden biri olan arka kapakta
sözü geçen uğursuz kehanet, beklediğimiz kadar yoğun biçimde ön planda
durmaktansa, satır aralarında ve alt metinlerde usul usul ilerleyerek
bizi bambaşka bir olay akışına yönlendiriyor. İlk defa Murakami okuyacakların,
entrikalarla bezenmiş kovalamacalı bir hikâye bekleyebilecek olma ihtimalleri
çok yüksek. Fakat Murakami tam da kendisinden beklendiği gibi, insanların
yaşadığı yeryüzü kuralları çerçevesinde gelişen bir kurgu kullanmak
yerine başka bir dünyada geçermiş gibi görünen ürkütücü gerçeklikte
bir masal anlatıyor.
Her şeye rağmen, hayal ya da gerçek tüm kahramanları ve olaylarıyla
birlikte Sahilde Kafka, tarifini arayıp da bulamadığınız lezzetli bir
yemek kadar uzak ve bir o kadar da çekici. Muhteşem betimlemeleriyle
zihninizdeki beyaz perdeye yansıyan Murakami anlatımı, ne olursa olsun
okunmaya değer. Ayrıca fantastik olarak nitelendirilemeyecek kadar olağan
bir hayal gücü, gerçek denilemeyecek kadar da sıra dışı bir kurgu, herhalde
sadece Murakami’nin kaleminde hayat bulabilirdi. Ancak bunun dozunu
sorgulamak geçiyorsa da insanın aklından, devreye hemen Murakami’nin
tükenmesi güç ‘hayal kredisi’ giriyor.
Sonuç olarak, Ezop bizimle yaşamış olsaydı, tahtını Murakami’ye bıraktığını
düşünebilirdik...
Sahilde Kafka
http://derdestfikirler.blogspot.com.tr
5 Şubat 2016 Cuma
Bugüne kadar Japon edebiyatı hiç okumamıştım. Japonlarla
ilgili okuduğum tek kitap Bir Geyşanın Anıları adlı kitaptı. Bu kitapta
Amerikalı bir yazar tarafından yazılmıştı. Japon bir yazara ait bir
kitabı ilk kez okuyorum.
Kitap fantastik türde yazılan bir roman. Ben fantastik kitapları sevdiğim
için bu kitabı da çok severek okudum. Bu roman 2005 yılında, New York
Times tarafından yılın en iyi on romanından biri seçilmiş. 2006 yılında
ise hem World Fantasy Ödülü hem de Franz Kafka Ödülü'nü almış.
Gelelim kitabımızın konusuna: Kitapta iki ana kahraman var. Biri Kafka
Tamura diğeri ise Nakata'dır. Kafka Tamura'nın babası bir heykeltraştır
ve oğluna neredeyse hiç ilgi göstermez. İlgisiz ve sevgisiz büyüyen
Kafka Tamura babasının kendisiyle ilgili kehanetinden etkilenir ve evden
kaçar. Kehanet ise şudur: Kafka Tamura annesiyle ve kız kardeşiyle yatacaktır
ve babasını öldürecektir. Yazar, klasik bir Kral Oidipus konusuyla başlamış
( Yakın zamanda Kral Oidipus'u okumama da güzel bir tesadüf oldu). Kafka
Tamura'nın annesi çocuğunu dört yaşındayken bırakır ve kızını da yanına
alarak kaçar. Bu nedenle çocuk annesini ve ablasını hiç hatırlamaz.
Her yattığı kadının annesi veya ablası olmasından şüphelenir.
Nakata ise 60'lı yaşlarını yaşayan, okuma yazması olmayan, saf, kedilerle
konuşan ve türlü kehanetler söyleyen ve doğa üstü olaylar yaratan bir
kişidir. Bunları nasıl yaptığını kendisi de hiçbir zaman anlamaz ve
açıklayamaz. Nakata'nın en güzel yanı ( bence tabi) sadece şimdiki zamanı
yaşamasıdır. Saf ve akılsız olduğu için yaşadıklarının çoğunu unutur
bundan dolayı geçmiş pek yoktur ( burada istisnalar var çünkü işlediği
cinayeti hatırlar), gelecekle ilgili de hiçbir beklentisi olmadığı için
gelecek kaygısı veya düşüncesi de yoktur. İki kahraman arasındaki bağlantı
ise Nakata'nın işlediği cinayettir. Çünkü Nakata, Kafka Tamura'nın babasını
öldürmüştür ve çok ilginç kanı Nakata'ya değil Tamura'ya bulaşmıştır.
Çünkü babasını ölümünü isteyen kişi Kafka'dır. Bundan dolayı babasının
kanı da Tamura'ya bulaşmıştır. Sanırım yazar, Franz Kafka'nın babasıyla
yaşadığı sorunları da bu şekilde kitabına dahil etmiş.
Ben kitabı okurken özellikle Nakata'yla ilgili kısımları daha büyük
bir zevkle okudum. Nakata'nın karakterini de çok sevdim. Kitap fantastik
türünde olduğu için doğa üstü pek çok olayı da barındırıyor. Örneğin;
ölülerin yaşadığı bir orman içi, İkinci Dünya Savaşı'nda durup dururken
bayılan onbeş küçük çocuk ( Nakata'da bunlardan biridir. Hepsi tek tek
ayılır ama Nakata'nın ayılması haftalar sonra olur. Uyandığında da artık
bambaşka bir çocuktur. Hem okuma yazmayı unutmuştur, hem de saf bir
akılsız durumuna düşmüştür. Bu çocukları neyin bayılttığını çok merak
etmeme rağmen ne yazık ki kitapta cevabını bulamadım), kedilerle konuşan
bir adam, savaştan kaçan iki asker, gökyüzünden balık yağması, yine
gökyüzünden sülük yağması, Tamura'yla konuşan "Karga" adlı delikanlı...
gibi. Bu arada bir bilgi Çekce'de Kafka, karga anlamına geliyormuş.
Kitapta metforlara, sembolik anlatımlara ve müzisyenlere çok ağırlık
verilmiş. Bunlar kitabın konusunu zenginleştirmiş ve kahramanların sıradan
insanlar olmaktan kurtarmış.
Birazda yazardan bahsederek yazımı tamamlamak istiyorum. Yazar 1949
yılında Japonaya'nın Kyoto kentinde dünyaya gelmiş, gençliğini ise Kobe'de
geçirmiş. Yazdığı kitaplarla pek çok ödül almış. Ülkesinde ise Amerikan
edebiyatının etkisi altında kaldığı söylenerek eleştirilmiş. Şu an Japonya'nın
en önemli yazarlarından biri olarak değerlendiriliyor. Kitabın Türkçeye
çevirisini Hüseyin Can Erkin yapmış. Buradan kendisine teşekkür etmek
istiyorum. O'nun sayesinde akıcı ve güzel bir kitap okudum.
Fantastik edebiyatı seviyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız. Şunu
da ekleyeyim; kitabın sonunda benim gibi cevaplanmamış sorularla karşı
karşıya kalabilirsiniz. Dediğim gibi merak ettiğim ama cevap bulamadığım
sorularla kitap bitti. Bazı internet sayfalarında yazarın bu konuları,
okuyucunun hayal gücüne bıraktığı yazıyor. Keşke öyle yapmasaydı da
cevapları vererek kendi hayal gücüyle okuyucuyu bir kez daha şaşırtsaydı.
|
|
Aykar Sönmez
http://blog.milliyet.com.tr
Sahilde KafkaSahilde
Kafka, Kobe doğumlu yazar Haruki Murakami’nin 2005 yılında New York
Times tarafından Yılın En İyi 10 Romanı arasına seçilmiş, 2006 yılında
World Fantasy Ödülünü ve Franz Kafka Ödülünü almış olan romanı.
Roman 15 yaşında bir ergenin kendini gerçekleştirebilme sevdasını konu
edinmiş. Annesi ve ablası tarafından daha çok küçükken terk edilmiş
olan Kafka Tamura heykeltıraş olan babasıyla Tokyo’da yaşamaktadır.
Babasının kendisine söylediği korkunç bir kehanet yüzünden onu terke
etmeye çok küçük yaşta karar verir ve 15 yaşında planını uygulamaya
koyar. Bu kehanet Yunan mitolojisinde geçen Ödip’in kehanetiyle aynıdır.
Babasına göre Kafka Tamura, tıpkı o mitolojik kahraman gibi babasını
öldürecek ve annesiyle hatta ablasıyla cinsel ilişkiye girecektir.
Tamura, başına er ya da geç geleceğine inandığı bu lanetli durumu bir
an evvel yaşayıp ruhunu özgürlüğüne kavuşturmak ister. Bunu açıkça dile
getirir: “…Eğer gerçekten bir lanet varsa kaçmak yerine üstüne gitmek
istiyordum. Bir an önce son bulsun diye. Bir an önce o ağırlığı omuzlarımdan
atmak. Ondan sonra da başka birinin arzularının çerçevesi içinde hapsolmuş
biri olarak değil kendim olarak yaşamak. İstediğim yalnızca buydu.”
(sf.539) Bu düşünceler, ablasına tecavüz ettiği anda aklından geçmektedir.
Onun bu sözlerinden önce, ruhunu özgürlüğüne kavuşturma arzusunu fark
eden ve 100 sayfa önce onu bu konuda uyaran Oşima şunları söyler: “Bak
Kafka Tamura, belki de dünyadaki hiç kimse özgürlüğü arzulamıyordur.
Arzuladıklarını sanıyorlar sadece. Her şey bir ütopya. Eğer ellerine
özgürlük gerçekten geçecek olsa, çoğu insan ne yapacağını şaşırır. Bunu
aklında tut. İnsanlar aslında özgürlüklerinin kısıtlanmasından hoşlanırlar.”
der ve sözlerini J. J. Rousseau’nun “Medeniyet, insanoğlunun çit yapmaya
başlamasıyla doğmuştur.” fikriyle destekler.
Bunları ona söyleyen Oşima kentin özel kütüphanesinin hem dişilik hem
erkeklik vasıflarına sahip görevlisidir, yani o da kitaptaki bazı kişiler
gibi, farklı bir kategoride de olsa araftadır ve Tamura ile dost olmuşlardır.
Ödip, kitabın bütününe yayılmış bir metafor. Bunun dışında pek çok ilginç
metafor var. Örneğin Tamura’nın zaman zaman bir üst benlik/süperego
gibi konuştuğu “karga” adlı bir genç var. Ona akıl hocalığı yapıyor.
Bildiğiniz gibi Kafka kelimesi Çekçe de karga anlamına gelmekte. Kitaba
adını veren başkişi ve bu karga şüphesiz bizi Franz Kafka’ya onun bunalımlı,
kendini bulma ve ifade etme güçlüğü çeken Gregor gibi kişilerine götürüyor
Karga adlı delikanlı da ona sayfa 540’ta şunları söyler: “İyi de lanet
bozuldu mu dersin! Sen babanı öldürdün, annenle yattın ve ablana tecavüz
ettin… Niyetin laneti üzerinden atabilmekti. Fakat gerçekte hiçbir şey
bitmedi….O lanet eskisinden daha koyu bir şekilde benliğine kazınmış
durumda….”
Kütüphanenin müdürü olan Saeki hanım tıpkı Nakata gibi iki boyut arasında
yaşayan, gölgesi bile diğer insanlarınkinden daha açık renk olan fakat
akli melekelerinde bir kaybı olmayan alımlı bir kadındır. Ve kaderin
tuhaf bir şekilde kurbanı olan ve ona olan aşkını “Sahilde Kafka “adlı
bir besteyle ölümsüzleştirdiği sevgilisine kavuşabilmek arzusundadır.
Kitap kaderini gerçekleştirirken ya da onun cilvesine uğrayarak “yarım
kalmış” insanların hikâyesinin üzerinden ulaşır okura.
Tamura kaderinin ağlarına, kendi evinden çok uzakta, ablası ve annesi
olması kuvvetle muhtemel kadınlarla yatarak ve babasını aynı anda iki
yerde olmayı başararak öldürmesiyle takılmıştır.
Kitap bu gencin ve herhangi bir insanoğlunun yaşayabileceği en kötü
lanetlerden biri olan kaderinin (!) üzerinden insanın yaşamla, kaderle
mücadele ederek kendi benliğini oluşturabilme arzusunu anlatmakta, dersek
yanlış olmaz.
Kitapta benlik, benlik oluşturma, kişilik konularını destekleyen bir
durum da sıkça tekrarlanan “insanın içindeki boşluk hissi” sözleri.
Farklı kişilerin ağzından ara ara duyuyoruz bu yakınmayı. Ayrıca benlik
konusu ünlü besteciler üzerinden de örneklemelerle anlatılır. Benliği
egoyu sergilemenin toplumdaki algısından bahsedilir. Beethoven, Haydn
vs.
Tamura’dan sonra başı çeken karakter Nakata. Çocukken zeki ve akıllı
olmasına rağmen, II. Dünya Savaşı sırasında bir savaş deneyi olması
muhtemel bir durum yüzünden okuma yetisi de dahil birçok yeteneğini,
zekâsını yitirir. Kardeşleri okur ve önemli meslekler edinirler fakat
o yardımlarla geçinir haldedir. Bu adeta içi boşalmış, safdil ve mütevazı
karakter romanın belki de en baskın, en sempatik karakteridir. Romanın
fantastik havasının anahtarını çözecek olan odur. Adeta paralel bir
dünyaya, başka bir boyuta hatta arafa geçişin –tıpkı o kaza/deney sırasında
komada kalışı gibi- anahtarı, bu tüm yetileri elinden kazayla (?) alınmış
ama yerine bu dünyaya ait olmayan yetiler verilmiş kişinin elindedir.
Bu, sürekli “Bendeniz Nakata çok akıllı değilimdir.” diyen 60’lı yaşlardaki
adam, yeni yetileri sayesinde kedilerle konuşan, havadan sülük, balık
yağdıran iyi niyetli bir insandır ve tahminimce okurlar tarafından en
sevilen kişisi olmuştur kitabın.
Onun gibi arafta kalan iki asker de Tamura’yı ve isteyen kimi insanları
alıp diğer boyuta taşıyan belki de“astral” yolculuk yapan, diyebileceğimiz
kişilerdir. Bu durum romanın başında bir yerde de Japon masallarında
da çok geçen ruh göçü fikriyle hatırlatılır. Bu farklı boyuta geçilen
yer ormanın derinliklerinde bir yerdir; tıpkı Nakata’nın çocukluğunda
yaşadığı o kazanın yaşandığı yer gibi.
Diğer metaforlar ise belki da daha ilginç Örneğin Johnnie Walker, Albay
Sanders. Bunların temsil ettikleri fikirler. Kapitalist sistemin, insanı
yozlaştıran yanına bir gönderme olabileceği gibi, bu kişilerin işaret
ettikleri yozluklar da olabilir. J. W. öldürdüğünü sanan Nakata, gerçekte
Tamura’nın heykeltıraş babasını öldürmüştür. Tamura babasından bahsederken
onun çevresinin ne kadar yoz olduğunu söyler romanın bir yerinde. Bu
yozluğu belki de yazar bir içki markasıyla özdeşleştirmeyi uygun görmüş
olabilir. Albay Sanders, malum Kentucky tavukçusudur. Ve romanda, gerçekte
bir kütlesi, maddi varlığı olmayan bir varlık onun görünümünde karşımıza
çıkar. Kadın pazarlayan bir tiptir. Bu kadın üniversitede okumaktadır
ve işini yaparken bir yandan da Bergson’un bellek-nesne ve benlik algısı
üzerine felsefesinden bahseder. Belleğe ve benliğe yapılan bu vurgu,
yozluk dışında insanın var oluş amacında temel taşlardan biri olan cinsel
ihtiyaçlarıyla, üreme arzusuyla hem roman kişisine hem de okura aktarılmak
istenmiş, böylece yazarın Bergson’a hak verişi bu çok sağlam örnek ve
delille ispat edilmeye çalışılmış.
Çatışma, kaderin er ya da geç kaza edecek olmasına karşın insanın özgür
bir varlık ve ruh olarak tüm bağlayıcı unsurlardan uzak yaşama isteği
üzerine kurulu. Tüm metaforlar bir yana, romandan konu ve ana düşünce
çıkartma merakında olanlar için diyebiliriz ki roman insanın benlik
ve ruhi özgürlük arayışını anlatan, insanın kendisini bulması için gerekirse
uzun ve zorlu yolculuklar yapması –içsel ya da gerçek- gerektiğini söyleyen
bir roman. Tüm anlatılanlar belki bir rüya ama yapılması gereken yine
de bu.
Romanın, ilk sayfalarında Karga’nın Tamura’ya söylediği “Mesafenin uzaklığına
pek güvenmesen iyi olur.” sözleri yer alırken, son sayfaya yakın “Zamanın
göreceli ağırlığı, çok anlamlı kadim bir rüya gibi üzerine çöküyor.
O zamandan kurtulabilmek için hareket etmeye devam ediyorsun. Dünyanın
öteki ucuna gitsen bile, o zamandan kaçamayabilirsin. Fakat öyle bile
olsa, dünyanın öteki ucuna gitmek zorundasın. Dünyanın öteki ucuna gitmedikçe
yapamayacağın şeyler de var çünkü.” sözleri yer alıyor. Bu iki söz arasında
insan bir an “Ha Sahilde Kafka Tamura ha Nakata” demekten kendini alamıyor.
Murakami, romanında fantastik kurmaca ve göndermelerle aksiyonu genel
olarak sağlam tutuyor. Hüseyin Can Erkin’in çevirisiyle okuduğum romanın
dili insanı yormuyor. Akıcı. Fakat çözüm bölümüne doğru romanın kurmaca
olarak başarısı irtifa kaybediyor. Sonu okuyucuya bırakma fikri bir
yana, atılan düğümlerin, kullanılan metaforların tam olarak netleştiğini
söylemek zor. Son 100-150 sayfayı bunu hissederek okuyorsunuz. Tam olarak
karşılığını bulmamış, ancak bir şiirde olsa ya da tamamen fantastik
bir eserde olsa tam olarak anlamlandırabileceğiniz metaforların orada
öylece duruyor olması kitabı buruk kapatmanıza sebep oluyor. Ancak etkileyici
olduğu su götürmez.- 03 Ocak 2015
The complete review's Review:
http://www.complete-review.com/
Kafka on the Shore is many things: the title of a song,
for one, a painting for another. And the novel's central character is
Kafka Tamura -- though he doesn't actually spend much time on any shore.
Not any real one, anyway. But this is a Murakami novel and, as in all
Murakami novels, as one of the characters observes: "The world is a
metaphor, Kafka Tamura". No doubt: the kid is practically drowning in
that metaphor -- but then aren't we all ?
The novel is presented in alternating chapters, plot-lines that inevitably
converge and cross (but without completely merging). The odd-numbered
chapters are narrated by disaffected youth Kafka Tamura, who decides
that his fifteenth birthday "is the ideal time to run away from home".
He doesn't get along with his father, a famous artist, and there's a
deep emptiness left by the absence of his mother and sister, whom he
has not seen since he was a small child. Dad doesn't help matters by
burdening him with one hell of a prophecy -- "More like a curse than
a prophecy" -- foreseeing an Oedipal fate for Kafka, patricide and all.
It's understandable, then, that Kafka wants to get out of there -- though,
as one of the characters reminds him, running away may not be the ideal
solution: "Distance might not solve anything." It didn't work for Oedipus,
after all, and it will come as no surprise that Murakami doesn't allow
(physical) distance to be much of an issue here either.
The other story-line begins with earlier events, a mysterious occurrence
from World War II. A class expedition into the woods ended with all
the schoolchildren (but not the teacher) falling into coma-like states.
Except for one, they snap out of it quickly, and seem to have suffered
no ill effects (though they also have no memory of what happened to
them). The exception is Nakata, who only comes out of this state weeks
later and has been changed: he is completely empty. Whatever happened
to him appears also to have affected his mind: he used to be a bright
boy, but now seems a bit slow, and he never learns to read, for example.
In the present day Nakata is retired, living pretty much without friends
(and ignored by his family) but getting along well and happily enough.
Destiny has something in mind for both Kafka and Nakata. They're not
clear about it, almost drifting along, but they always seem to know
which way to turn, compelled to act in a certain way. They can't express
it in words (a common problem in Murakami books, and certainly afflicting
many of the characters in this one), but they just seem to know what
to do. This device is by far the most annoying aspect of the book, and
never adequately explained: absolutely everything seems predestined
in the book and the characters seem unable to do anything wrong (in
the sense of what they're not supposed to), and, while that is the way
novels work (the ending is printed and fixed before you start, and nothing
is going to change it, or anything that happens along the way) it takes
away some of the suspense. The fact that Murakami also resorts to occurrences
that make the ancient Greek device of deus ex machina look tame by comparison
doesn't help either.
Kafka heads south, for Shikoku. Typically:
That's where I'll go. There's no particular reason it has to be Shikoku,
only that studying the map I got the feeling that's where I should head.
Feeling -- of this sort (and Murakami-characters have them all the time)
-- always trumps reason. Needless, to say, Shikoku is the place he has
to be. For a fifteen year-old runaway, things also work out remarkably
well for him. Indeed: things constantly seem to work out -- but then
since he seems to be guided by the Fates and nothing else, it's not
that surprising (though it does get a bit boring, since Murakami allows
for almost no suspense whatsoever).
Eventually, Kafka is drawn to a library, the Komura Memorial Library,
which turns out to be just the place for him. He finds a helpful friend
in one of the workers, Oshima, and is also drawn to the head of the
library, old Miss Saeki -- both if not quite outcasts at least very
much on the periphery of society. There are a few problems -- Kafka
wakes up in the middle of nowhere one night, his T-shirt all bloody,
with no memory of what happened the past few hours -- but no matter,
things just seem to work out.
Nakata's adventures run parallel to Kafka's. Among his talents is his
ability to talk to cats, which he has parlayed into a small business,
helping locals find their lost cats. This, however, now leads him to
an unsavoury character who also has a project involving cats -- one
which Nakata puts an end to. And once that is done he too feels compelled
to head south. Towards Shikoku, as it will turn out -- not that he understands
much about geography or the like (but that's the way things work in
Murakami novels: you don't have to know anything about geography --
in fact, it almost seems better not to concern yourself with it: you'll
still be guided on your way).
Like Kafka, Nakata pretty much always finds what he needs. No one takes
advantage of him (except, in a way, the cat-man that sets this in motion),
and somehow or other he manages to make his way south, eventually in
the company of Hoshino, who doesn't know why he's going along with all
this crazy stuff this old man leads him into but understands that it's
the right thing to do. Needless to say, they'll eventually make their
way to the Komura Memorial Library .....
Besides the talking cats there are other touches of the unusual: from
the semi-plausible (a Bergson-quoting prostitute) to the far-fetched
(leeches and fish raining down from the skies) to the outrageous (an
all-powerful being -- though it claims: "I'm neither God nor Buddha"
-- dressed up as Colonel Sanders working as a pimp). There's also that
boy called Crow that Kafka occasionally converses with (and there's
also the matter of his name -- not his real one, and taken not so much
because of what the Czech writer wrote ...), an unwieldy but important
stone, the one-time hit-single, "Kafka on the Shore", considerable sexual
confusion (with the Oedipus-story overshadowing much), and even some
soldiers that got lost in the woods decades earlier. And then there's
the whole other-worldly aspect of the novel. Much of it feels otherworldy
anyway, what with the almost dreamlike state of these many characters,
largely cut off from what might be considered normal life. Needless
to say, dreams and visions also figure prominently -- and several of
the characters literally aren't all there: memory-less Nakata understands
only the present, Miss Saeki has only the past.
In the novel the characters are allowed to become, in some way, whole.
Murakami isn't entirely predictable in how he goes about this -- 'whole'
may not be what the reader always expected -- but again, there is a
lack of suspense in how this unfolds. Only Kafka appears to have a choice
between worlds and futures, and he explores the alternative more deeply
than most Murakami characters have. But in the end it doesn't really
feel like he had much of a choice: the brief glimpse of free will more
like a flash in the pan, barely convincing.
Chapter by chapter Kafka on the Shore is an entertaining read: Murakami
tells his stories well, and what happens is, at the very least, unusual.
(It also bubbles over -- as Kafka occasionally threatens to -- into
some strong violence, gruesome but effective stuff.) The characters'
uncertainty can be a bit trying, especially since there is no cost to
the uncertainty -- just sitting around, doing whatever they feel like
is enough to eventually find them going the right way again -- but there's
enough here to hold one's interest.
The novel is meant to be a modern Greek tragedy -- not just because
of the curse on Kafka, but in its whole world-view. But Murakami fails
on this count in large part because he's not fully committed to tragedy:
his characters are all properly tied to their inescapable fates, but
Murakami is just too nice about these. The world is an uglier place
than he is willing to describe.
The failing of the novel can also be summed up in the fact that no one
in it really gets lost. There is simply no doubt that everything will
work out for these characters, as Murakami makes it much too easy for
them. He starts out promisingly enough: some cats do get lost, and there's
a strong fear that the one Nakata has been hired to find won't be found;
as it turns out some of the cats do, in a way, remain lost, but after
that it's all ... well, if not sunshine-endings, so at least very predictable.
The book would have been much stronger if the reader might have been
at least led to believe that one of these characters might not wind
up as they should.
Kafka is also not an entirely satisfying protagonist; surprisingly the
empty Nakata is in many ways the more interesting character. Kafka has
a lot on his shoulders, but perhaps he's the wrong age (just fifteen),
and certainly his family difficulties should have been developed more
fully. Dad's curse may be horrific, but by itself isn't compelling enough
in this setting (and, after all, even Oedipus had more of a backstory).
A lot happens in Kafka on the Shore but it is a disturbingly passive
book. The world it describes -- be it metaphor or real -- is one in
which fate rules all and free will seems non-existent. As such, Kafka
on the Shore reads much like a religious fiction, willing an artificial
world that works according to a simple (if peculiar) design, the end
always the same (and like a religious fiction, the ending is not necessarily
something one would describe as 'happy', but rather the way things ought
to be). The characters are essentially robotic, going through the motions
without appearing to be able to influence them. Murakami does quite
a bit with them, but ultimately not enough: a wolf in sheep's clothing
here could have done wonders for the story.
Odd and philosophically certainly unsatisfying, Kafka on the Shore is
still fairly enjoyable; Murakami-fans likely won't be disappointed.
As far as the episodes and the quirky details go, Murakami offers as
much as usual, and does it as well. However, unlike his best novels,
it is too far (and, more significantly: too unconvincingly far) from
the world we know to be a true success.
|
|