![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
Editörün Notu: Eserlerinin kendilerini bize açan dolaysız ve somut varlığına yaklaşmayı; teke tek hesaplaşmayı göze alırsak ve kalıp düşüncelerden kurtulursak, bu "sağcılığın" ve "gericiliğin" altında, Türk toplumunun içine düştüğü bunalımı sonuna kadar yaşayan, düşünen, eşsiz bir tarzda dile getiren ve doğru çözüm yollarını sezen Tanpınar'ın güçlü sanatıyla ve akılcı iyimserliğiyle karşılaşırız. (bu özelliklerin, şiirlerinden çok romanlarında, denemelerinde ve incelemelerinde görüldüğünü belirtmek gerekir).(Sebahattin Hilav) | |||||
http://www.kitap.metu.edu.tr/2005/septimus.html Saatler sözkonusu olduğunda aklıma gelen ilk iki yapıttan biri ünlü İngiliz romancısı Virginia Woolf'un “Mrs. Dalloway” adlı romanı. Dahası Woolf bu kitabına önce “saatler” adını koymuş, sonra her nedense değiştirmiştir. Clarissa ve Septimus adlı iki karakterin, çeşitli nedenlerle topluma, o toplumun doğrularına ve dış dünyaya yabancılaşması ve kendi iç dünyalarında, olumlu/olumsuz hatıralarında yaşayan insanlara dönüşmesinin konu edildiği bu yapıtta, saatler ve saat sesleri en önemli motiflerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Ve saatler kahramanların yaşadıkları çatışma ve çelişkilerin merkezinde yer alıyor. *** Clarissa ve Septimus'un dünyalarındaki saatlerin tık tıkları ise rasyonel olana işaret etmekte ve adeta içsel zamanın akışına müdahalede bulunan can sıkıcı unsurlar olarak belirmektedir. Özellikle Londra'nın ünlü saati “Big Ben” her çalışında kahramanlarımız irkilmekte, sanki dış dünyanın katı ve disiplinli düzeninden tehdit almaktadırlar. Yazarın Big Ben'in sesini “uzaklara değin ulaşan ve sonra eriyip kaybolan kurşundan dalgalara” 3 benzetmesi bu nedenle anlamlıdır. Yine, Septimus'un psikiyatristinin sürekli olarak her şeyin orantılı olması gerekliliğinden bahsetmesi, insan ruhunun matematiksel olarak analiz edebileceğini düşünenlere ironik bir göndermede bulunmaktadır. Dolayısıyla Clarissa ve Septimus için saatler, dış dünyanın onların öznel alanlarına izinsiz giren ajanları gibidir ve sevimsizdirler. Virginia Woolf, kahramanlarının gözünden aktardığı saatleri otorite yanlısı, katı, rasyonel, şımarık ve ukala bir anlayışı yansıtmakla suçlarken, o dönemin, insanın iç dünyasının karmaşık öznelliğini yadsıyan katı gerçekçi, pozitivist, rasyonalist bakış açılarını da eleştirmektedir: “Harley caddesinin saatleri şu Temmuz gününde, zamanı parçalayarak, dilimleyerek, bölerek ve sonra böldüklerini de bölerek, kemiriyor, insanı itaata davet ediyor, otoriteyi savunuyor, ve adeta koro halinde oran ve orantının avantajlarını sıralıyordu. Bu saat gürültüsü yavaş yavaş azalmaktayken Oxford caddesinde bir saatçi dükkanında asılı duran dev gibi bir Messrs. Rigby ve Lowndes 4 , sanki saatin kaç olduğunu haber vermek büyük bir marifetmiş gibi, neşeli ve şımarık bir duyguyla saat 13:00'ü vurmaya başladı. Yukardaki saate bakıldığında, markasındaki her bir harfin günün oniki saatine denk gelecek şekilde yerleştirildiği görülüyordu; zamanı Greenwich'e uygun ve güvenilir olarak gösterdiğinden, Rigby ve Lowndes 5 için şuuraltında adeta bir minnettarlık duygusu uyanıyordu…” 6 Üsluptan çıkarıyoruz ki, içsel dünyayı dışlayan saatlerin (yani saat zamanının ve rasyonalitenin) insana o tepeden bakışında Woolf, rahatsız edici ve incitici bir yön bulmaktadır. *** Saatlerle ilgili aklıma gelen ikinci eser ise Ahmet Hamdi Tanpınar'ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” dür. Bu yapıtın saatleri daha farklı ele alan ve “saat zamanı”nın “içsel zaman”la çelişme halinde yansıtılmadığı Muvakkit Nuri Efendi ile ilgili kısımları özellikle dikkat çekici geliyor bana. *** Muvakkit Nuri Efendi karakterinin yukarıdaki karakterlerin aksine, ne Tanrı'yla, ne toplumla, ne de tabiatla (tabiattaki oran duygusuyla) bir yabancılaşma sorunu görülmemektedir. Ona göre saat sesi içsel zamanı örseleyen bir tehdit unsuru değil, “şadırvanlardaki su sesleri gibi” 7 iç aleme yolculuğun, büyük ve ebedi inançlara açılan kapıların sesidir. Tanpınar bu durumu kahramanın dilinden şöyle tasvir etmektedir:
“Herkes bilir ki eski hayatımız saat üzerine kurulmuştur. [ ]Her türlü ibadetler saatle idi. Saat Allah'ı bulmanın en sağlam çaresi idi. Adım başında muvakkithaneler vardı. En acele işi olanlar bile onların penceresi önünde durarak [ ] saatlerini besmeleyle çıkarırlar, zamanın kendileri ve çocukları için hayırlı olmasını dua ederek ayarlarlar, kurarlar, sonra kulaklarına götürerek sanki yakın ve uzak zaman için kendilerine verdikleri müjdeleri dinlerlerdi.” 8 *** Nuri Efendi bu eserde saatle olan ilişkisi yoluyla olgunlaşıp, erdem ve bilgeliğe ulaşmış birisi olarak çıkar karşımıza. Tanpınar'ın Nuri Efendi'sinde saate bakış anksiyete sebebi değil, bir nevi ahlaktır: “Bir kere hiddet ettiğini, bir kere bağırdığını gören olmamıştı. [ ] Beni adam eden saatlerdir derdi. [ ] Sık sık, Cenab-ı Hak insanı kendi suretinde yarattı; insan da saati kendine benzer icat etti” derdi. [ ] İnsan saatin arkasını bırakmamalıdır derdi.” 9 *** Yazının başında belirttiğimiz gibi saat adeta küçük bir gezegen sistemi, bir mekan; akrep ve yelkovan'ın hareketi ise zamandır. Bu durum Nuri efendi tarafından şöyle ifade edilir: “Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekan insanla mevcuttur!” 9 Bu ifadelerden Tanpınar için saat zamanının kesintisiz “varoluş”un duyumsanmasına engel teşkil etmeyen, hatta “oluş”a 10 aktif olarak katılmaya olanak sağlayan bir olgu olduğunu çıkarabiliriz. Köstekliden dijitale... Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” kitabında, Tanzimat öncesinden Meşrutiyet’e, oradan Cumhuriyet’e uzanan Doğu-Batı ikilemindeki toplumsal kimlik arayışlarımız irdelenir. Saatler, romanın kurulu olmayan, ibresi bozuk bir mekanizması gibi takır tukur sesler çıkararak işler. Bunu hissedersiniz. Zamana karşı kendini yenileyen saat, dün de bugün de, yaşadığımız mekanlar ve bizlerle bütünleşmiştir… Acaba evinde atadan kalma köstekli, kordonlu bir saati olmayan var mıdır? Ya da bu saatlerin deri kordonuyla, zinciriyle geçmişe yolculuk yapmayan? http://www.istegenc.com.tr/content/kitap/article.asp?lngArticleID=1216 Okula başladıktan kısa bir süre sonra sizin de farkettiğiniz gibi vücut saatinizle okul saati arasında garip bir uyumsuzluk vardır. Okul saati “Uyan” derken vücut saatiniz “Uyu” demekte, okul saati “Derse gir” derken vücut saatiniz “Açık hava ohh miss” demekte, okul saati “Tamam şimdi teneffüs” derken vücut saatiniz “Nasıl yani teneffüs, son ders zili değil mi bu?” demektedir. Saatler arası gereken uyum bir türlü sağlanamamakta iken size önereceğimiz süper bir kitap var, büyük Türk yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar’ dan Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Saatler bir tarafa bir kere bu kitap bir şaheserdir, baş yapıttır, unutulmazdır. İnanılmaz başarılı bir kurgusu ve enfes bir dili vardır, günümüzün pek çok tanıdık Türk yazarının beslene beslene tüketemediği bir deryadır. Hem çok iyi vakit geçirecek, hem de edebiyat derslerine sıkı bir hazırlık yapmış olacaksınız, kitabınız bittiğinde ise vücut saatinizle okul saatinizin sarmaşdolaş bir dersten diğer derse girdiğini göreceksiniz Neyse, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde saat üstadı Nuri Efendi der ki "Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı da insandır... Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur!". Huzur’, ‘Beş Şehir’, ‘Sahnenin Dışındakiler’, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’... Bu isimlerin zihinlerde bir tek karşılığı olsa gerek: Ahmet Hamdi Tanpınar. (İstanbul, 23 Haziran 1901–24 Ocak 1962). Bir dönem milletvekilliği de yapan (1942–1946), İstanbul Üniversitesi’nde Türk dili ve edebiyatı dersleri veren Tanpınar, yazarlığı ve şairliğinin yanı sıra, İstanbul’u ayraç içine aldığı kitaplarıyla da öne çıkan bir isimdi. “Bu şehr–i Stanbul ki bi mislü bahadır / Bir sengine yekpare acem mülkü fedadır” diyen Nedim’in; şiirleriyle elimizden tutup, İstanbul sokaklarında gezdiren Yahya Kemal’in ardından; İstanbul’u Huzur’da, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, Mahur Beste’de ve Beş Şehir’de geçmişiyle birlikte önümüze getiren Ahmet Hamdi Tanpınar, şüphesiz gönlünü İstanbul’a düşürmüş bir isimdi. Bu vefaya karşılık, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı da 20. yüzyıl Türk edebiyatına damgasını vurmuş bu edebiyatçımızın 100. doğum yıldönümüne bir dizi etkinlikle derinlik kazandırma çabası gösterdi. İstanbul’da, “Doğumunun 100. Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar” başlığı altında, 22–29 Aralık tarihleri arasında bir dizi etkinlik gerçekleştirilecek.22 Aralık 2001 Zaman Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde göründüğünden daha ironik ve derin bir bakışla, zamanı romanın odağına oturtuyor. Eski bir zamandan yeni bir zamana ve böylece aynı zamanda, eski hayattan yeni hayata geçişi; ince, mizahi, şaşırtıcı bir üslupla sorgularken, her iki hayatın kurumları arasındaki geçişe dikkat çekiyor.
| ![]() TANPINAR ÜZERİNE NOTLAR Kültürlerin Çatışması ve İdeoloji (1) "İstanbul ve vatanın her köşesi bir istihsal programı istiyor" Huzur, s. 155. Ahmet Hamdi Tanpınar, batı-doğu sorununu derinlemesine yaşayan ve düşünen bir yazar. Batı-doğu çatışması içinde, Türk toplumunun yüz elli yıldır yaşadığı bunalım, maddî-manevî değer kargaşası ve kültür kaybı, Tanpınar'ın biricik konusu. Ama işin ilgi çeken yanı, Tanpınar'ın, birçok Türk yazar ve düşünürden farklı olarak kolay bir çözüm yolunu benimsemeyişi. Tanpınar, kapitalizmin darbesi altında ufalanan geleneksel Asyavî-Osmanlı-Türk toplumunun maddî ve manveî parçalanışına, bir kültür yokluğuna mahkûm oluşuna çare ararken, yıllardır ileri sürülen ve genellikle kabul edilen ideolojik reçetelere kanmıyor. Tanpınar'ı bu reçeteler açısından değerlendirecek olursak, kaybolmuş bir dünyanın özlemini çeken, geçmişe dönük ve kötümser bir yazar olarak görmemiz mümkündür. Hattâ, anlamları üzerinde, ancak resmî ve ideolojik görüşün elverdiği ölçüde düşünmek şartıyla (yani eleştirici ve bilimsel düşünceyi bir yana atarak) "sağcı" ve "gerici" kelimelerine sarılıp, Tanpınar'ın "sağcı" ve "gerici" bir yazar olduğunu da söyleyebiliriz. Ama böyle bir iddia, yalınkat bir değerlendirme olmaktan kurtulamaz. Eserlerinin kendilerini bize açan dolaysız ve somut varlığına yaklaşmayı; teke tek hesaplaşmayı göze alırsak ve kalıp düşüncelerden kurtulursak, bu "sağcılığın" ve "gericiliğin" altında, Türk toplumunun içine düştüğü bunalımı sonuna kadar yaşayan, düşünen, eşsiz bir tarzda dile getiren ve doğru çözüm yollarını sezen Tanpınar'ın güçlü sanatıyla ve akılcı iyimserliğiyle karşılaşırız. (bu özelliklerin, şiirlerinden çok romanlarında, denemelerinde ve incelemelerinde görüldüğünü belirtmek gerekir).II Resmî ideolojik görüş, maddî şartlara yani ekonomik ve sosyal şartlara dokunmadan, Türk toplumunun doğu medeniyetinden batı medeniyetine kolayca geçeceğini ileri sürer. Bu amacı gerçekleştirmek için, emir vererek ve otoriteyi seferber ederek üstyapıda değişiklikler yapmaya kalkışmanın yeterli olduğunu sanır. Resmî ideolojik görüş açısından, insan, belli bir toplumda ve belli maddî şartlar içinde yaşayan, bu maddî şartların oluşturdugu manevî bir dünyaya organik olarak bağlı bulunan bir fert değildir; emir yoluyla veya taklit mekanizmasıyla dünyasını değiştirebilecek bir makine-insandır. Oysa iş bu kadar basit değil. Bizde görüldüğü gibi, büyük kültür ikilikleri ve yırtılışları söz konusu olduğu zaman, geçmişle, her açıdan hesaplaşmak gerek. Yani hem maddî (ekonomik) şartlar hem de manevî değerler bakımından bir hesaplaşmaya ve aşma hareketine girişmek zorunlu. "Desbussy'i, Wagner'i sevmek ve Mâhur Besteyi yaşamak, bu bizim talihimizdi," diyor Tanpınar. (H. s. 127) (2). Bu ikiliğin köklü bir atılışla ve bir sentezle aşılmadığı her yerde kültür yokluğuyla, taklitle, içi boşalmış bir dünyayla ve bu dünyanın insanlarıyla karşılaşmak kaçınılmaz bir şey. Tanpınar, kültür yokluğunun, yani sentez eksikliğinin; taklitten doğan zavallığın özünü yakalamış. Yakın tarihimizin Tanzimat ve İkinci Meşurtiyet gibi en önemli tarihi olaylarındaki bu eksikliği ve taklitçiliği, kişilerde ete kemiğe bürünmüş olarak, yani romancının gerçek ödevi olan somutlamalarla ve ayrıntılarla vererek eleştiriyor: "Tevfik Bey küçük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlayan Tanzimattı. "Onun rahatlığı, kayıtsızlığı, çalınmış, neşesiyle yaşıyordu. Yaşar Bey daha ziyade, ikinci Meşurtiyetti, onun huzursuzlukları ile doluydu. Garip idealizmleri, küçük aşagılık duyguları ve onların yerini bir dalganın yerini bir başkasının alışı gibi dolduran silkinişleri, hülâsa en çoşkun heyecanla hiç kımıldamaya imkân bırakmayacak bir yeis arasında gidiş gelişleri vardi."(H. s. 142) "Ebuzziya merhum, bizim gençligimizde bir takvim çıkarırdı. Bilmezsiniz ne acayip şeydi. Frenkçeden tercüme yemekler, Beyoğlu lokantalarından satın alınmış âriyet reçetelerle doluydu. İki üç nüshasını görünce hiddetimden çıldırdım."(H. s. 141). "Tanzimat mimarisinin zevksizliği." (B. s. 185). Ekonominin ve Üretimin Önemi "Senin dediklerini anlamıyor değilim; sen, içtimai (toplumsal) bir mücadelenin getireceği değişikliği istiyorsun. Bu, istediğin zaman olacak şey değildir. Ona varabilmek için aradan bir sürü perdenin, engelin kalkması lâzım. İmparatorluğun (Osmanlı İmparatorluğunun) dayandığı iktisat sistemi değişmeli. Sonra bu değişmenin getireceği halk tenevvürü (aydınlanması) senin istediğini yapar. Halktaki halk fikri değişir, mücadele başlar. Fakat bu zamanla, merhalelerle olacak şeydir." Mâhur Beste, Ülkü Mecmuası, (17.tefrika). I Tanpınar'a göre, kültür ikililiğin ve yırtılışının aşılması, yeni bir yaşama ve değer sisteminin getirilmesi, yani gerçek bir sentezin yapılması sadece fikir plânında ve manevî dünyada gerçekleşecek bir şey değil. Tanpınar, üstyapıyla ilişkili bu sorunların altında maddî şartların ve üretimin yattığını sezmiş. Ancak üretimin, yeni çalışma şartlarının ve bunlardan doğacak bir yaşama şeklinin, bu ikiliği, çatışmayı, yırtılışı ve taklidi aşabileceğini açıkça söylüyor: "Sonra senin iyi dispanserler, hastaneler dediğin şeyler kolay iş değil. Hepsi arkalarından tam bir istihsal, refaha yakın bir hayat, çalışma hızının, yanlız onun getirebileceği bir ahlâk ister. Benim şartların değişmesi dediğim de budur."(H. s. 173). "Bir şeyler yapmak, bu hasta insanları tedavi etmek bu işsizlere iş bulmak, mahzun yüzleri güldürmek, bir mazi artığı halinden çıkarmak."(H. s. 155). "İnsanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar.Yaratmanın hızı, onları içlerinden kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne güzel, ne temiz bir ahenkle işliyor... Hiç bir şey kendi alınteri kadar insanı tatmin edemez. Çalışan insan kendi varlığında hüküm süren bir ahengi bütün kâinata nakleder. Hayatın biricik nizamı, bu ahengin kendisi olmalıdır... Ona (milletimize), içinde kendisini gerçekleştirecek büyük, planlı bir iş hayatını açmak lâzım.(B. s. 65-66). II Üretim, emek ekonomik şartlar Tanpınar'ın gözünde manevî dünyanın yaratıcı ve aşıcı bir şekilde yenilenmesinin, senteze ulaşmasının temelinde bulunan gerçekler. Yazar ileriye dönük düşüncelerinde kullandığı bu kavramları, geçmiş olayları açıklarken de birer ilke olarak ele alıyor ve uyguluyor. Erzurum'dan söz ederken "servetin ve çalışmanın bulunduğu yerde içtimaî nizam kendiliğinden doğar" dedikten sonra, ahiliğin ve zanaatkâr zümresinin bu şehrin hayatında oynadığı önemli rol üzerinde duruyor. Tanpınar'ı şiirlerinden tanıyan, bu yazarı, "sağcıların" iddialarına ve "ilericiler"in suçlayıcı sükûtuna dayanarak değerlendirmek zorunda kalan okur bakımından bu açıklamaların şaşırtıcı olduğunu biliyorum. Ama yazarımızın romanlardaki ve fikir yazılarındaki hakikat gerçekten şaşırtıcı. Nitekim, Tanpınar, İstanbul'un eski hayatını ve bu hayatın değişikliğe uğrayışını da, üretim, zanaatkârlık, dünya ticareti, vb. gibi ekonomik ve sosyal kavramları kullanarak açıklıyor: "... İstanbul gerektiği gibi düzenlenmesi zaman isteyen bir istihsal hayatıyla geçinmeye başladı.Kısacası, büyük müstehliklerin şehri, küçük müstahsilin şehri oldu. Yarınki İstanbul, bu isthsalin şartlarına, şekillerine bağlıdır."(B.s.149). "Bu terkibin arkasında müslümanlık ve imparatorluk müessesesi bu iki mihveri de kendi zaruretlerinin çarkında döndüren bir iktisadî şartlar bütünü vardı."(B.s.150). "Bir yandan iktisadi şartların değişmesi, öbür yandan bu zevkin kalmaması, dışardan gelen bir yığın yeni modanın ve hasretin her gün bizi birbirimizden ayırması..."(B.s.157). Tanpınar'ın Osmanlı İmparatorluğunda servet birikiminin Batıda görüldüğü gibi gerçekleşmediğini açıklarken şunları söylemesi de ilgi çekici: "Ölen veya öldürülen devlet adamlarının mallarına el koyma usulü yüzünden servet bir türlü toplanamıyordu." (B.s.196). Bu açıklama, Engels'in şu sözlerine şaşılacak derecede uygun düşüyor:"Gerçekten de, tıpkı bütün öteki doğu egemenlikleri gibi, Türk egemenliği de, kapitalist toplumla uzlaşmayacak bir şeydir. Çünkü, elde edilen artık-değeri, zorba-valilerin ve gözü doymaz paşaların pençesinden kurtarmak imkânsızdır.Burada, burjuva mülkiyetinin ilk temel şartının, yani tüccarın ve malının emniyet altında bulunmasının söz konusu olmadığını görüyoruz."(Neue Zeit'de 1890'da yayınlanan "Das Auswartige Politik des russichen Zarentum" adlı makaleden). Bu arada, Osmanlı İmparatorluğun'da mal ve mülkün en sonunda, zorba- valiler ve gözü doymaz paşalar tarafından değil merkezi yönetim tarafından alındığını belitmek gerekir. Engels, temel bir olguya doğru olarak gözlediği halde ayrıntıda yanılmış. Batı İle Doğu'nun Temel FarkıI Tanpınar, Batı ile Doğu arasındaki farkın temellerine inmeye, bu farkın en genel belirlenimlerini (determinasyonlarını) bulmaya da çalışmış."Şark ile Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar" adlı yazısı bu açıdan ilgi çekici (M.s.132). Yazar iki medeniyet arasındaki genel ve temel farkı, bizde eskiden beri yapıldığı gibi zihniyetin özdeş olmayışına, doğunun tembelliğine ve boyun eğişine; batının çalışkanlığına ve atılganlığına bağlamıyor. Daha doğrusu, bunların birer sonuç olduğunu biliyor ve altlarındaki belirleyici nedenlere inmeye çalışıyor.Tanpınar'ın ana görüşlerini açıklaması ve eserinin anlaşılması bakımından bir çeşit anahtar ödevi gördüğü için bu yazı çok önemli. Yazar, Batı ile Doğu arasındaki farkı, insanın dış dünya karşısındaki tavrı ve faaliyeti; bu dünyayı değişikliğe uğratış tarzı açısından yani maddî (ekonomik) ilişkiler açısından ele alıyor. "Eşyaya tasarruf ediş"(bu sözü kullanan Tanpınar'dır) tarzının, bu iki medeniyet arasındaki farkı açıkladığını söylüyor. Tanpınar'a göre, "denebilir ki, Şark eşyaya ancak umumî şekilde tasarruf eder. Hattâ bazan onu tabiattan sanki ödünç alır." Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Tanpınar için, insan oğlunun, dünyayı kendinin malı haline getirmesi, ona tasarruf etmesi ve bu amacı sağlamak için gösterdiği etkinlik, yani ekonomik çaba harcadığı emek; kısacası, insanoğlunun "pratik"i, büyük önem taşıyor.Böylece, Tanpınar'ın, ünlü "praksis" kavramına ilkel ve bulanık bir şekilde de olsa yaklaştığını görüyoruz. Tanpınar, özne nesne arasında "tasarruf" ediş yani praksis açısından mevcut olan farkı, iki uygarlık (Batı ve Doğu arasındaki fark olarak görüyor. Doğu, bu praksis açısından geri kalmış, oysa Batı çok gelişmiş ve hem ayrıntılara giren, hem de derine inen bir tasarruf tarzına ulaşmış.Tanpınar, sosyal ve tarihi gelişimi, parksisin gelişme aşamalarına bağlı olarak açıklayan bilimsel görüşe yaklaşıyor. Edebiyat alanında, insanî dünyaya (insanın duygu ve düşünce dünyasına) tasarruf edişte, ayrıntıya ve derine inmeyişin sonucu olarak, Doğu ve Batı hikâyeciliği (ve genellikle roman) arasında köklü bir fark olduğunu söyleyerek iki medeniyet çeşidiyle ilgili genel düşüncelerini özel bir alana yani edebiyata da uyguluyor. Tanpınar'a göre insanî dünyaya derinlemesine tasarruf edemeyen Doğu, zaman ve mekândan sıyrılan; ayrıntıya ve somuta inemeyen bir hikâye (aynı zamanda roman-eğer Doğu'da roman söz konusuysa) ortaya koymakla yetinmiştir.(Bu görüşü, yüzyıllarca önce Japonya'da yazılmış ve roman türünün ilk örneği olarak kabul edilen "Prens Genji"; "Makamat";"Binbir Gece Masalları" gibi yakın-doğu ürünleri; "Satyricon" gibi lâtin klâsikleri ve çok daha yeni olmasına rağmen bizdeki "Hikâye-î Tayyarzâde" ya da "Muhayyelât" gibi eserlerle karşılaştırarak irdelemek gerekir). Batı ise tasarruf tarzının farklı oluşundan ötürü, somuta inen, ayrıntıya önem veren, tek tek varlıkların yani tikelin üzerinde duran, kişinin bilincinde ve içebakış yönetiminde kaynağını bulan hikâye türüne (ve tabii romana) ulaşmıştır.Tanpınar'ın ileri sürdüğü görüşün doğruluğu üzerinde tartışılsa bile(üstelik bu görüş, kapsayıcı ve eleştirici bir araştırma yapılmadıkça, ilk ağızda doğru görünmektedir), genel düşünceleri ile özel bir hakkındaki ileri-sürüşleri arasında, bizde pek rastlanmayan mantıki bir ilke-sonuç ilişkisi kurmuş olduğunu kabul etmek gerekir. Çatışma ve Aşama "Ne şarka, ne garba, ne falana feşmekâna bağlıyım; bize bağlıyım" Mâhur Beste, Ülkü Mecmuası (17, tefrika). Yeni Ortam, 31Mart-9Nisan 1973 - Yeni Dergi, Sayı:106,Temmuz 1973
|