![]() | Orlando Virginia Woolf | Anasayfaya Eleştiri sayfasına 05.10.2016 |
Editörün Notu: Virginia Woolf "uydurma bir biyografi" olarak yazdığı Orlando adlı eserinde 400 yıl yaşayan bir roman kahramanını anlatır. Woolf bu dörtyüz yıllık zaman diliminde at koştururken İngiliz edebiyat tarihine de tatlı bir alaycılıkla ayna tutar. Değişen yanlız devirler değil Orlando'nun erkekten kadına dönen cinsiyetidir de. Yazar Orlando'nun kadınlık dönemini anlatırken dört asırdan beri ikinci sınıf insan olarak kabul edilen kadınların ezikliklerini sergiler. Woolf her zaman kadınların bağımsızlığının savunucusu olmuştur. Eser aynı zamanda yazarın durmadan metne dahil olduğu, açıklamalar yaptığı, eğlenceli bir üstkurmacadır da. Tabii bütün bunları anlatırken Virginia Woolf'un o harikulade şiirselliği metne eşlik eder. | |||
Bir Yazarı Tanımak lknur Özdemir yazdı… Kitapları çevirirken bir yandan da 20. yüzyılın ve İngiliz edebiyatının bu özgün yazarının hayatının ayrıntılarını, yazarlığını besleyen durumları, olayları, düşünceleri merak ediyor, araştırıyordum. Onu intihara sürükleyen nedenleri bilmek istiyordum. Bir yazarın birden fazla yapıtını çeviriyorsam onu yakından tanımak isterim. Tanıyayım ki daha doğru yorumlayayım yazdıklarını. Bu kez de öyle oldu, çeviriye ara verip Woolf’un hayatına daldım. Virginia Woolf ile yıllar önce Mrs. Dalloway’i okuyarak tanıştım. İlk okuduğumda çarpmıştı bu roman beni, hâlâ da öyledir; yirminci yüzyılın en önemli romanlarından sayılan ve bilinç akışı yönteminin çarpıcı örneklerinden birini oluşturan bu roman bence yazarın yapıtları arasında başköşeyi alır. Kitabı bitirdikten hemen sonra başa dönüp bir kez daha okuduğumu, ölüm ve yaşam, sevgi, intihar ve akıl sağlığı konusunda uzun uzun düşündüğümü hatırlıyorum. Çevremdeki insanlara daha farklı bir gözle bakmaya başladığımı da, çünkü bu kitap bana insana dair o güne kadar düşünmediğim şeyleri göstermişti. Arkasından Kendine Ait Bir Oda’yı okudum, sonra da en zor ama en çarpıcı romanı olduğunu düşündüğüm Dalgalar’ı. Dalgalar, okuması da çevirmesi de zor bir kitap olarak kalmış belleğimde. Yıllar sonra Mrs.Dalloway’i çevirmem gündeme gelince önce ürktüm. Tomris Uyar gibi bir kalem ustasının çevirdiği bir kitabı yeniden çevirmek bana tuhaf gelmişti. Öte yandan onun çevirisinin üzerinden 40 yıl geçmişti, farklı bir anlayışla yaklaşacağımı biliyordum. Bu kitabı çevirmek istememin bir başka nedeni de vardı. 2000 yılında Michael Cunningham’ın yazdığı Saatler adlı romanı çevirmiştim. Saatler, Mrs Dalloway üzerine kurulmuş, oradaki karakterlerle ve olaylarla dokunmuş bir romandı ve ben de çok severek çevirmiş, hatta Dünya Kitap’ın Çeviri Ödülü’nü almıştım. O sırada Mrs Dalloway’i tekrar okumuştum. Dolayısıyla önüme bu kitabı çevirme fırsatı çıkınca tereddütlerimi bir kenara bıraktım ve işe koyuldum; sonuçta çekincem boşa çıktı, benim çevirimle Tomris Uyar’ın çevirisi benzeşmiyordu, yaklaşımlarımız farklıydı. Mrs Dalloway’i Kendine Ait Bir Oda, Dışa Yolculuk, Dalgalar ve Orlando izledi. Her kitabında farklı bir dünyayla karşılaştım, farklı bir üslupla, insana dair farklı yaklaşımlarla. Kitapları çevirirken bir yandan da 20. yüzyılın ve İngiliz edebiyatının bu özgün yazarının hayatının ayrıntılarını, yazarlığını besleyen durumları, olayları, düşünceleri merak ediyor, araştırıyordum. Onu intihara sürükleyen nedenleri bilmek istiyordum. Bir yazarın birden fazla yapıtını çeviriyorsam onu yakından tanımak isterim. Tanıyayım ki daha doğru yorumlayayım yazdıklarını. Bu kez de öyle oldu, çeviriye ara verip Woolf’un hayatına daldım. Lytton Strachey ve Virginia Woolf Adeline Virginia Stephen, ya da bildiğimiz adıyla Virginia Woolf, 25 Ocak 1882’de Londra’da dünyaya geldi. 28 Mart 1941’de, İkinci Dünya Savaşı’nın bütün hızıyla sürdüğü günlerde, Sussex’teki evinin yakınındaki Ouse Nehri’ne gitti, ceplerine taş doldurduktan sonra kendini sulara bıraktı, ilkgençlik yıllarında başlayan ve ‘manik depresif’ olarak adlandırılan hastalıkla yoğrulan yaşamına son verdi. Edebiyatla uğraşan babası Leslie Stephen de annesi Julia da daha önce birer kere evlenmişler, bu evlilikten ikişer çocukları olmuştu. Dolayısıyla Virginia kalabalık bir aileye doğdu. Ana-baba bir, üç kardeşi daha vardı: Vanessa, Thoby ve Adrian. 1995 yılında, 13 yaşındayken annesini kaybetti ve yaşamının sonuna kadar kendisini rahat bırakmayacak ruhsal çöküntülerin ilkini o zaman yaşadı. Virginia erken yaşlardan itibaren yazar olmaya karar vermişti. Ama okula gönderilmedi, evde özel öğretmenlerden ders aldı. Bu eksikliğin acısını daha sonra Kendine Ait Bir Oda’da uzun uzun anlatacak ve bu konuda babasını kınayacaktı. Babasının 1904 yılındaki ölümüyle Virginia tekrar ruhsal çöküntüye düştü. Virginia oldukça geleneksel bir yapıya ve içeriğe sahip olan ilk romanı Dışa Yolculuk’u yazmaya 1908’de başlamıştı. Bu roman, ancak 1915’te yayımlanabildi. Dışa Yolculuk’ta, sonraki yapıtlarında işlediği konuların izleri görülür, kadın-erkek eşitsizliği, toplum eleştirisi, kadının toplumdaki kısıtlı ve eve dönük rolü, daha bu ilk kitapta açıkça vurgulanır. Bu romanda aynı zamanda cinsellik, insan ruhunun irdelenmesi, İngiliz toplumunun ve hiyerarşisinin eleştirisi gibi sonradan hep işleyeceği konuların tohumları da atılmıştır. İkinci romanı Gece ve Gündüz, ilkinden de gelenekseldi. Yine Edward dönemi toplumunu, toplumsal sınıfları, aşkı, evliliği, duygu ve arzuların kararsızlığını işleyen temalar bu uzun romanda yer aldı. Oysa Woolf sonraları, ‘kadınların kitapları erkeklerinkinden daha kısa, daha yoğun olmalıdır’ da diyecekti. The Hours, Nicole Kidman Virginia Woolf, hem günün kalıplaşmış roman anlayışına hem de el atılmamış, tabu sayılan konulara yer vermesiyle de döneminin yazarları ve düşünürleri arasında farklı bir yere oturmaktadır. Yaşadığı dönemde, akıl ve ruh sağlığı açıkça konuşulmaz, anlayışla yaklaşılmaz, edebiyata girmezdi. Woolf, bu tür hastalara toplumun anlayış göstermemesine çok öfkeliydi. Özellikle Mrs Dalloway’de Virginia Woolf akıl hastalığını ve hasta-doktor ilişkisi hakkındaki düşüncelerine yer vermiştir. Yazarın yeğeni Quentin Bell’in hazırladığı biyografide, Virginia Woolf’ ruhsal çöküntüsü bütün ayrıntılarıyla anlatılır. Woolf’taki bütün bu belirtilerin Mrs. Dalloway’deki Septimus karakterine yansıtıldığını görürüz. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra, evinde vereceği bir partiye hazırlanan Clarissa Dalloway’in bir gününü anlatan ve zamanda geriye ve ileriye gidişlerle işlenen romandaki Septimus gibi Woolf da hayaller görür, sesler duyardı; Mrs. Dalloway’i kullanan yazar, romanın sonunda Septimus’un intihar etmesini anlayışla, neredeyse sempatiyle karşılar. İkinci ruhsal çöküntüsünün sonunda ilk intihar girişimini görüyoruz. Kliniğe yatırılır. Sevdiği ağabeyi Thoby tifodan ölünce Virginia yine depresyona girer; Thoby’ye daha sonra Jacob’ın Odası’ndaki Jacob’da ve Dalgalar’daki Percival’de hayat vermiştir. Aslında Woolf, hastalığı olan sağlıklı bir kadındı. Onun deliliğini körükleyen insanın yaşamında değişiklik yapan olaylardı, örneğin aile bireylerinin ölümü, evliliği ya da bir romanının yayımlanması. Mrs Dalloway’in ardından, kadınların edebiyat dünyasındaki mücadelelerini işleyen ve değişim isteyen bir konferansının yer aldığı kitabı Kendine Ait Bir Oda geldi. Woolf kadın yazarlara edebiyat dünyasında bir ses ve yer sağlamak istiyordu. Bugün bile feminist manifesto özelliğini koruyan bu çalışma Woolf’un kurmaca dışı en tanınmış yapıtıdır. Virginia Woolf 1928’de yayımladığı Orlando, Virginia Woolf’un hayatında önemli yeri olan Vita Sackville-West’in portresini sunarken gülünçlü bir biyografi olarak çıkar karşımıza. Ve Woolf’un en eğlenceli romanıdır. Çevirirken zaman zaman güldüğüm, bu kadarı da olmaz dediğim oldu. Romanın bir kısmının Osmanlı topraklarında geçmesi de okuru bekleyen sürprizlerden biri. Bütün bunları yaratan nasıl bir yazardır dediğimizde, manik depresif, diğer adıyla bipolar bozukluğun etkisinde bir insan diyebiliyoruz; bu hastalık zaman zaman Woolf’un uzun süreli krizlere girmesine yol açıyordu, toplum hayatından çekiliyor, ne okurken ne de yazarken dikkatini toplayamadığı için üzülüyordu. Tedavi için kliniğe yatıyordu; ‘deli’yim diyor, sesler duyuyor, hayaller görüyordu. Yapıtlarında zaman zaman yer alan intiharı ise korkaklık ve günah saymıyordu. Depresyonda olmadığı zamanlarda saatlerce çalışıyordu. Bütün bunların yanında Woolf çok da neşeli, esprili biriydi. Mutlu bir doğası vardı, neşesi bulaşıcıydı, herkes onunla olmak isterdi, o geliyor diye sevinirdi. Hem eğlendirir hem eğlenirdi. Ama Kendine Ait bir Oda’da dediği gibi ‘dünyanın az sonra kaybolacak güzelliğinin iki ucu olduğu zamandı, biri kahkaha, biri ıstırap, insanın yüreğini ikiye bölen.’ Orlando’nun yazılış öyküsü Virginia ile Vita, Virginia Woolf’un bir kadına duyduğu aşkın, onun cinsellik ve cinsel kimlik konusundaki düşüncelerini nasıl biçimlendirdiğini izlememize olanak veriyor. GÖKÇEN EZBER gokcenezber@gmail.com http://kitap.radikal.com.tr/ Christine Orban’ın kısa romanı Virgina ile Vita, İngiliz edebiyatında modernizmin en güçlü kalemlerinden olan Virginia Woolf’un yazarlığı ve cinselliği etrafında gelişen bir kurguya sahip. Woolf’un 1928 yılında tamamladığı Orlando adlı romanı, tarihsel anlatıyı, kurmacayı ve biyografiyi nasıl harmanlıyorsa, Orban’ın bu kısa romanında da, Virginia Woolf’un kendi hayatının, kurmacasının ve cinselliğinin yansımalarını görüyoruz. Orlando, yazıldığı tarihten ancak elli yıl sonrasında gelişmeye başlayan toplumsal cinsiyet ve edime dayalı gelişen (performatif) cinsel kimlik gibi kavramları büyük bir öngörüyle tartışmaya açıyor. Christine Orban’ın romanı, zamanı, tarihselliği, kurmacadaki alışılmış karakter yapısını altüst eden Orlando’nun bir yazılış öyküsü olarak okunabileceği gibi, Virginia Woolf’un Vita Sackville-West’e duyduğu eşcinsel aşkın tetiklediği bir esinlenme öyküsü olarak da yorumlanabilir. Virginia ile Vita, bir roman hakkında yazılan bir roman olmasının ötesinde, Virginia Woolf’un bir kadına duyduğu aşkın, onun cinsellik ve cinsel kimlik konusundaki düşüncelerini nasıl biçimlendirdiğini izlememize de olanak veriyor. Christine Orban, romanının başında Monk’s House’ta kalabalıktan uzak dingin bir hayat süren Virginia Woolf ve kocası Leonard’ın yaşamlarına uzanıyor. Virginia’nın sık sık tutsağı olduğu anksiyete atakları ve depresif ruh hali ile sabırla ilgilenen Leonard, eşinin yaratıcılığını canlı tutmak ve desteklemek için elinden geleni yapmaktadır. Ancak bu kadın ve erkek arasında alışılmış bir eş ilişkisi yoktur. Virginia Woolf, ancak aristokrat Vita Sackville-West’e âşık olduğunda kendi cinsel arzularını yaşamaya başlar ve kendini kendi bedeninde bir bütün hisseder. Virginia’nın Vita Sackville-West’e duyduğu aşk, Christine Orban’ın romanında göstermeye çalıştığı gibi Woolf’un yalnızca yazarlığını ve yaratıcılığını etkilemekle kalmaz. Virgina Woolf’un Vita Sackville-West’e olan hayranlığı, bir anlamda kadın olma durumunu, her insanın kendi içinde barındırdığı kadınsı ve erkeksi özelliklerin yan yanalığını keşfetmesini de sağlar. Bu bağlamda, yüzyıllardır ailesine ait olan gösterişli bir evde yaşayan Vita Sackville-West’in kişiliğinde, tıpkı onun gibi kadın ve erkek olma durumunu içinde barındıran, ölümsüzlüğü ile değişmeden yüzyılları deneyimleyen Orlando karakteri ortaya çıkar. Orlando, Virgina Woolf ve Vita Sackville-West arasındaki eşcinsel aşkın ortaya çıkardığı, kadını ve erkeği eşzamanlı olarak içinde barındıran ve cinsiyetlerin muğlaklığını vurgulayan bir karakter olarak yazın tarihine damgasını vurmuştur. Virginia Woolf, İngiltere’de katı bir ahlakçılığın egemen olduğu Viktorya döneminde doğmuş ve yetiştirilmiş bir yazar. Erkeğin ve kadının ayrı dünyalarda yaşadığı, dünyanın bilgi ve deney yoluyla gözlemlenip açıklandığı ve sınıflandırıldığı, kadın ve erkek rollerinin geçirgenlikten ve örtüşmeden uzak bir kesinlikle tanımlandığı bir dünyadır bu. Fakat Orban’ın biyografik romanında da gördüğümüz gibi, Virginia Woolf, yazarlık kariyerini, Bloomsbury adı verilen, içine doğdukları bu ikiyüzlü ve katı ahlakçılığa karşı modernizmi savunan bir grup yazar ve aydının oluşturduğu çevrede geliştirmiştir. Kendisi gibi yazar olan kadın sevgilisi Vita Sackville-West, sık sık erkek kılığına giriyor ve kendisini “Julian” olarak tanıtarak kadınlara kur yapıyordu. Vita Sackville-West’in kocası Harold ise, erkeklerle eşcinsel ilişkilere girmekteydi. Bu kadar katı bir ahlakçılığın içine doğan kuşağın, cinsiyetlerin akışkanlığını kabul eden bir ortam içinde, cinselliklerini alışılmışın dışındaki kalıplarla yaşamaları ilginçtir. Christine Orban, yazdığı bu kısa biyografik romanda, Orlando’nın yazılış öyküsünün izini sürerken, Virginia Woolf ve çevresinin cinselliğe bakış açısını da anekdotlarla aktarmaya çalışıyor. Virginia ile Vita, Orlando gibi bir başyapıtın ardındaki öyküyle beslenmeye çalışan bir kısa roman. | ![]() Virginia Woolf http://nasilolduler.blogspot.com.tr/" 25 Ocak 1882'de Londra'da doğdu. Anne ve babasının ikinci evliliklerinden dünyaya geldi. Daha küçük yaşlarda kardeşi Vanessa Bell ressam olmaya, Virginia'da yazar olmaya karar vermiştir. Daha 13 yaşındayken annesini kaybettiğinde ilk sinir krizini yaşamıştı. Bundan dokuz yıl sonra babasını kaybettiğinde yaşadıkları bundan daha hafif değildi. Babası öldükten sonra Londra'nın Bloomsbury bölgesine taşınması Bloomsbury Grubu'yla biraraya gelmesine vesile olmuştur. Bu entelektüellerden oluşan bir gruptu. Dönemin aksine cinsellik ve cinsel tercihler onlar için bir tabu değildi. Yazım hayatına bir gazetede öyküler yazarak başladı. Victoria döneminin katı ahlaki kurallarına karşı olduğu yazılarından da anlaşılabilir. Mrs. Dalloway en ünlü romanıdır, ve bilinç akışı tekniğiyle yazılmıştır. 1912 yılında Leonard Woolf ile evlendi. Ayrıca Herold Nicholson'ın karısı Vita Sackwille-West (şair) ile 1920'de tanıştı ve hemen ardından ilişkileri başladı. Orlando adlı romanını daha sonralarda edebiyat tarihinin en uzun ve etkileyici aşk mektuplarından biri kabul edilen metniyle birlikte Vita'ya adamıştır. Woolf son yazdığı roman olan Between The Acts'ın elyazmalarını bitirdikten sonra kocasına bir not bırakır. Ölümünü kocası Leonard Woolf'a yazdığı veda mektubundan daha iyi anlatan bir metin olamaz: "Canım, yeniden delirmek üzere olduğumdan eminim. o korkunç dönemlerden birine daha göğüs gerebileceğimizi sanmıyorum. ve bu sefer toparlanamayacağım da. sesler duymaya başladım.dikkatimi bir şey üzerinde toplayamıyorum. ben de yapılabileceklerin en iyisi gibi görünen şeyi yapıyorum. sen bana mümkün olan en büyük mutluluğu verdin. birisi başkası için ne yapabilirse, hepsini yaptın. sanmam ki başka iki kişi bizden mutlu olmuş olsun, bu korkunç hastalık gelene kadar. artık onunla mücadele edemiyorum, hayatını zehir ettiğimi biliyorum, ben olmasam çalışabilirdin. ve biliyorum ki çalışacaksın. görüyorsun ya, bunu bile doğru dürüst yazamıyorum. okuyamıyorum. söylemek istediğim şu, hayatımın bütün mutluluğunu sana borçluyum. bana karşı hep sabır gösterdin ve inanılmayacak kadar iyiydin. bunu söylemek istiyorum-bunu herkes biliyor. biri beni kurtarabilseydi eğer, o sen olurdun. senin iyiliğinin kesinliği dışında her şey benden gitti artık. hayatını daha fazla zehir edemem. sanmam ki başka iki kişi bizim olduğumuz kadar mutlu olsun." Virginia Woolf bu mektubu yazdıktan sonra ceplerini taşla doldurup kendini Ouse Nehri'ne bırakır. GÖNDEREN SID DORSETT ZAMAN: 17:18 Modernizm Akımı Özellikleri ve Temsilcileri Yazar Albatrosmmx 26/09/2015 | Geleneksel-gerçekçi roman, 19. yüzyılda tepe noktasına ulaşıp 20. yüzyılda egemenliğini sürdürürken bu yüzyılın ilk çeyreğinde yeni bir roman anlayışı baş gösterir ki buna modemizm diyoruz. I. Dünya Savaşı’nın yarattığı karamsar, ümitsiz, bunalımlı psikoloji, insanın dünya karşısındaki tedirginliğini artırmış; onu içinde yaşadığı topluma yabancılaştırmıştır, işte modemizm böyle bir ortamda doğmuştur ve modemist roman, gerçeklik karşısında tedirgin olan, iç dünyasına çekilen, ona yabancılaşan ve bunalıma giren “birey”i işlemiştir. 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar yazarlar, genelde dış dünyayla örtüşen, neden-sonuç ilişkisine dayalı, gayet anlaşılır romanlar yazdılar. Ancak 20. yüzyılda siyasi ve sosyal şartların hızlı değişimi ile yazarların o zamana dek sağlam bir temele oturttuğu yapı kırılmaya başlandı. I ve II. Dünya Savaşı gibi tüm insanlığı derinden sarsan ve olumsuz etkilerini yıllarca yitirmeyen, insanları karamsarlığa sürükleyen savaşlar yaşandı. Bilim ve teknolojinin gelişimi, inanılmaz bir ivme kazandı. Televizyon, bilgisayar gibi araçların kullanımının artmasıyla insanlar arasında yüz yüze iletişim kopma noktasına geldi. Para, insan yaşamında en önemli öge hâline geldi ve çıkarcılık ön plana geçti. Dolayısıyla insanlar birbirlerine güvenlerini yitirdiler ve “yabancılaşma” başladı. Kişiler anlamlandıramadıkları dış dünyada kendilerine ait yeri bulamayınca, bunu edebiyat dünyasına taşıyarak bir kurgu tekniği hâline getirdiler. Böylece insanların kendilerine, birbirlerine ve gerçeğe yabancılaşması 20. yüzyıl edebiyatının temel noktası hâline geldi. William Faulkner, Franz Kafka gibi yazarlar bu anlayışla eserler verdiler. Bu yazarların temsil ettiği modernizm akımının temel özellikleri aşağıdaki gibi belirtilebilir. Modernizm Akımının Özellikleri "Şüphesiz, Virginia Woolf'un en yoğun ve çağımızın en eşsiz eserlerinden biri"-Jorge Luis Borges- (Tanıtım Bülteninden) |