Manves City- Latife Tekin

bullet animation ANASAYFA bullet animation TÜMÜ bullet animation ROMAN bullet animation ÖYKÜ ve NOVELLA bullet animation BIYOGRAFİ bullet animation DENEME bullet animation ŞİİR bullet animation FELSEFE bullet animation TIYATRO

 


Editörün Notu Çalışan yoksullar, özellikle işçiler, fabrikalarda çalışan insanlar. Ben onlar arasında büyüdüm. Ve kalbim hep onlarda kaldı. Tabi ki yazı yazan biri artık kendine yoksul diyemez ama yoksulluk duygumu yazmak istiyorum. Hep öyle istedim. Yani kentleri nasıl yoksullardan arındırmak istiyorlarsa, edebiyatı da arındırmak istiyorlar yoksullardan. Uzun bir süredir bizim edebiyatımızı neredeyse halksız bir edebiyat. Ben elimden geldiğince, yapabildiğimce yoksulların o dilsizliğini de dile çevirmek yazmak istedim onların hikâyelerini. Tabi sadece yoksullar hakkında yazan bir edebiyatçı da değilim. İki yazı damarım var. Ama bundan sonra belki de iki elimle yazacağım. Bir elimle yoksullar hakkında yazıp, bir elimle de belki kavramlar üzerinde düşünerek başka beni çağıran çeken konular, imgeler üstüne ilerleyerek yoluma devam edeceğim.-  Latife Tekin
 

 
 

Proleter Deneyimi ve Roman
Orhan Koçak - Latife Tekin
ORHAN KOÇAK
ORHAN KOÇAK@e-posta
31 Ocak 2019 12:21

-Manves City’den bakarak izlemek fena olmayacak önümüzdeki yılları; ve tabii kitaba da oradan tekrar bakacağız.

Latife Tekin’in Manves City’de uzun bir kavisle Berci Kristin Çöp Masalları’nın ve başyapıtı Buzdan Kılıçlar’ın dünyasına (kadrosuna) geri döndüğünü söyleyebilir miyiz? Olabilir ama Enis Batur’un o dizesini de düşünerek: “Döndüm ki/ döndüğüm yerde değildim.” Kayıplı bir dönüş ya da kazançların, ilerlemelerin de olduğu ama bunların o kaybı telafi etmediği bir çevrim. Ayrılırken arkada bıraktığımız şeyler mi orada değildir artık, yoksa değişen bizim bakışımız mıdır? Ne olursa olsun, bir denksizlik belirmiştir.

Aslında iki dönüşten söz etmeliyiz. Biri romancınınki: Yaklaşık 30 yıllık bir yolculuktan sonra, yüklü bir bagajla tekrar “ülkesine” ayak basması. Kazançlar sadece bu dönüşe aittir. Ama sadece sanatçının kendi malzemesine ve tekniğine gittikçe daha çok hâkim olması anlamında bir ustalaşmaya indirgeyemiyoruz buradaki kazancı. Aslında bir “kazanç” mıdır, acısız ve bedelsiz bir edinim midir, tam bilmiyorum, belki şöyle diyebiliriz: İçerik (hem malzeme hem teknik) doğallığından, “kendiliğindenlik” görünümünden sıyrılmakta, o 30 yıllık tarihsel aralığın izlerini de hissettiren bir eleştirel bakışın nesnesi olmaktadır. Bedelsiz mi dedim? Otuz küsur yıl önce, kendinden emin olmaya bile gerek görmeden sorgusuzca köpüren bir coşkuyla patlak vermiş bir anlatı projesinin kendi üzerine kıvrılması, kendini düşünmeye başlaması genellikle acısız olmaz. Kayıplar da var burada. Tekin’in ilk üç kitabı tarihe (toplumsal ve siyasal tarihe) metelik vermez görünen karakterleriyle birlikte tarihsel dalganın üzerinde “sörf” yapıyor gibiydi, algılanan ya da hissedilen tarihle aynı yöne akıyorlardı hepsi, romancı, karakterler, üslup. Manves City’de ise tarihin istilasına uğramış, hatta “pençesine düşmüş” gibidir üçü de. Yaşanan, maruz kalınan tarih, bir kolaylaştırıcı, bir “motor yağı” değil, bir sürtünme ögesidir burada, sürekli bedel isteyen bir zorlaştırıcı. Önceki yapıtların kendiliğinden, külfetsiz, deyim uygunsa “şuursuz” fışkırmasına kıyasla bu bilinçlilik, bu kendi geçmişinin farkında oluş, o geçmişin yükünü hissetmek, hissettirmek -- bunlar bir romancı için tam olarak kazanç mıdır yoksa kayıp mı, karar veremeyiz.

Bir de romanın içinde anlatılan dönüş var, ama bu kez hiç kazançsız, aslında sürekli, tekrarlanan bir kayıp olarak dönüş. Baş karakter Himalaya Ersel’in “iftira” sonucu beş yıllık bir cezaevi aralığından sonra, şüpheler ve korkular içinde, “ülkesine,” Erice’ye, Pırasa ovasına, Yağderesi’nin oralara dönmesi. İkinci başkişi (bu kitabın malzemesinin büyük kısmının yazıcısı ve Ersel’in çocukluk arkadaşı) Nergis de orada “tükeneceğini hissederek ayrıldığı Erice’ye -birkaç yıl sonra- dönüş yapmış”tır. Daha ilk cümlede sunulur problem: “Şu Ersel’in Yağderesi’ni dolaşıp da, o işçi deryası sanayi dünyasında, beş yıl önce çalıştığı fabrikanın kapısını bulamayışını kim anlatabilir?” Şüphesiz Latife Tekin, ama o da izleyen cümlede ve bütün roman boyunca bu durumun artık kolay anlatılamayacak bir şey olduğunu anlatıyor bize. Ersel’in “daha Erice’ye çıkıp geldiği sabah, ona tren istasyonunda acıyla […] dili dudağı titreyerek geri dönüp gitmesini söyleyen Nergis’ten başka kim anlatabilir?” Çünkü Nergis’in de anlatamayacağı, gizlediği, belki bilmediği şeyler vardır ve kendisi de döndüğünde “Yağderesi’nde yolunu şaşırdığı için, hayatının karardığı yerde gelecek arayanların kaybolacağını biliyor[dur].” Ersel’in topyekûn yenilgiye doğru ilerleyen döngüsünü de kesintilerle, karakterin sık sık tekrarlanan bilinç sislenmeleri içinden izleriz. Karşımızda kurnaz bir Odysseus olmadığı gibi, Buzdan Kılıçlar’ın fütursuz Halilhan’ı da yoktur. Biz romanı okurken kahramanın arkalarda bir yerde kaybolduğunu bile geçerken öğreniriz, üzülmemize, hislenmemize fırsat tanınmadan.

“Değişen İstanbul,” üveyleşen dünya

Refik Halit’ten Ziya Osman’a, Adnan Özyalçıner’den Tomris Uyar’ın Otuzların Kadını’na ve Mario Levi’ye kadar, anlatının ana kulvarlarından biri olmuştur bu şehrin değişmesi: Kimi zaman olayların sadece sahnesi, dekoru olarak, bazen de konunun, hatta düğümün, olay örgüsünün kendisi. Hâkim ton sık sık nostaljidir; ama yazar (ve kişileri) şehrin geçmişinde kendi adına özlemle anacağı bir şey bulamadığında bile “kentsel dönüşümün” hızı ve yıkıcılığı karşısında en azından sıkıntı duyuyor gibidir. 2000’li yıllara kadar bu değişme anlatısının alanı bugün bazılarının “eski İstanbul” dediği semtlerle sınırlıydı: tarihî yarımada, Galata’dan Şişli’ye ve biraz ötesine uzanan hat, belki Kadıköy. Bunun yanı sıra, 1950’lerden itibaren, herhalde en parlak örneklerini Muzaffer Buyrukçu’nun verdiği ikincil bir şehir anlatısı daha belirir: Boş alanların, Sur-dışı arazinin iskân ve imara açılmasıyla birlikte “gecekondu” öyküleri. Burada konu, dönüşümden, yıkımdan çok, kuruluştur, yerleşme, tutunma.

İşte, Latife Tekin özellikle Çöp Masalları ve Buzdan Kılıçlar’la burada yeni, artık kendi adıyla anılacak özel bir anlatı bölgesi açmıştır: Bu kez kuruluşun kendi içindeki değişme, tahribat. Romanlar adlarıyla bile yerleşmenin çelimsizliğini, tutunma çabasının nihai beyhudeliğini duyururlar. (Nitekim, Berci Kristin’in yazımının bittiği günlerde, Ümraniye’de 39 insanın can verdiği bir çöplük patlaması olmuştu.) Ama o iki romanın da tonu şen, hatta “şakraktır”: Daha Sevgili Arsız Ölüm’de bile “büyülü gerçekçilik” etiketinin kondurulmasına yol açan latif ve enerjik bir anekdot bolluğu, Tekin’in kendi “Macondo”suna özgü acı-tatlı tuhaflıklar, karakterlerle birlikte bize de zamanın dalgaları üzerinde kaydığımız, her şeye rağmen kayabildiğimiz hissini verir. Başta Halilhan’ın kendisi, hepsi konuşkan kişilerdir bunlar: Hayatın, maddi hayatın saldırısına afili sözlerle, palavrayla karşı durmaya çalışıyor (çünkü aslında sahip oldukları tek şey odur, nâtıka) ve durabildiklerini de düşünüyorlardır. Bu sözel jestlerin sadece “buzdan kılıçlar” olduğunu biz de anlatıcıyla birlikte izlerken belki hafifçe içimiz ezilir, ama o kadar –çünkü henüz ciddi, “travmatik” bir kayıp yoktur.

Kayıp yoksa hatırlama da olmaz. İlk üç romanın kişilerinin şüphesiz anıları vardır, ama geçmişlerinden daha önemli, daha hayatî olan şey gelecekleridir, bekledikleri ve nerdeyse şimdiden “yaşamaya” başladıkları bir gelecek. 1980’den sonra ton ve tema olarak edebiyatta hızla yayılan yas, o dönemin Tekin’ine yabancıdır. Ama geri dönme motifiyle birlikte bellek ve ardından yas da nerdeyse otomatik olarak devreye girer: Acaba bıraktığım gibi midir her şey, uzaktayken hatırladığım gibi? Erice’nin toplumsal dokusunda, özellikle de işçilerin dünyasında yaşanan “değişimin şiddetini” hapisteki Ersel’e mektupla anlatmaya çalışmıştır Nergis: “Her şeyin nasıl temelden sarsıldığını göstermesi gerekiyordu ona, bildikleri esaret şekli bile geçmişte kalmıştı.” (a.b.ç.) Ersel de değişimin kaçınılmazlığını kabulleniyordur elbet: “Beş yılda dünya yıkılır yeniden kurulur, Erice değişmiş çok mu, onlar için ne fark ederdi ki, her durumda aynı çaresizliği yaşayacaklardı, iş kapısı yüzlerine kapanmazsa, üstlerine kilitlenecek. Zoru da kolayı da düşünerek çıkıp gelmişti Ersel, Yağderesi’nde bir tarihi vardı hiç olmazsa […] iftira kurbanı masum insan da haksızlığa uğradığı yere dönmek istiyordu.” Ama değişimin bu önsel, teorik bilgisiyle ve “yuvası dağılanın yurdu genişlermiş” gibi bilgeliklerle donanmış olarak geldiği yerde o yokken yaşanmış tahribatın izleri yine de afallatacak, mecalsiz bırakacaktır onu. “Gözüne ilk çarpan şey Nergis’in yüzündeki kesik oldu. Kulağının hizasından çenesine doğru uzayan sedefimsi iz. Dudağının kenarındaki ben, sönüp küçülmüş, yanaklarının çukurunda açan gamzeler solmuş.” Sonra, romanın sonlarına doğru, iş ve aşk meselelerinde peş peşe tıkanma ve yenilgilerden sonra, “adımları onu ilk zamanlar Zeynur’la çalıştıkları Üç Eller İplik Fabrikası’na doğru sürükle[r], ne üretildiğini anlayamadığı, kapısında TTJL yazan hangarlar çık[ar] karşısına, yüksek demir parmaklıkların ardında sessizce servis araçlarına binen işçileri görüp geri çekil[ir…], gördüğü şeyin ne anlama geldiğini düşünecek hali kalmamıştı[r], işçiler rüyada gibi sessizdi[r]ler, suyun altındaki balıklar gibi yavaş hareket ediyorlardı[r].” (a.b.ç.) Romanın en yüklü, en güçlü pasajlarından biridir bu. Ama bütün bu afallama içinde yine de bir deneyim yaşıyor, demek bazı sonuçlar çıkarıyordur Ersel:

Servislerin fabrikaya girip çıkışını izlemeye devam etti bir süre. Omuzlarında aradan yıllar geçmişçesine zamanın ağırlığını hissetti, beş yıl yatmıştı içerde oysa, Nergis’in sözünü ettiği değişim çok daha önce başlamıştı anlaşılan, annesiyle hapishaneye babasını görmeye gittiklerini hayal meyal hatırlıyordu, dipte yüzen balıkların suyun üstünde olup bitenleri kavrama şansı olmaması gibi, yaşananlardan habersiz kalmışlardı belli ki, iğneden geçen ipin ucunun nereye uzandığını, bıçağın kestiği kâğıttan ötesini bilmelerinin mümkün olmadığı bir hayat yaşamışlar.

Buruk, negatif öğrenim: Şimdi bildiği şey bilmediğidir, anladığı da belki hiç anlayamayacağı.

Manves City’nin iki başkişisinin de belleği esas olarak yoksunluktan yapılmıştır: korkular, sahipsizlikler, kısıtlanmalar ve bolca “üveylik,” topyekûn üveylik. Yoktur geçmişlerinde bugün de güvenle sahiplenecekleri bir şey, varsa bile gitmiş ya da sadece kaybın nişanesi olarak kalmıştır. (Mesela, Ersel’in çok sevdiği üvey amcası Serco, çocuğun hapse girişinin “haftasını beklemeden,” kendi nikâhsız karısı Nergis’i bırakıp Ersel’in sevgilisi Zeynur’la kaçarken geride akordeonunu bırakır, sigara kâğıdına yazdığı bir notla birlikte: “Sensiz çalmak ölüm olur bana, affet.” Adresine ulaşmayan, sahipsiz kalan bir yadigâr.) Ersel de Nergis de çocukluluklarını herkesin çalışmak mecburiyetinde olduğu evlerde geçirmişlerdir. “Tutunmak, ayakta kalmak üzerine bir hayattı onlarınki” diyor anlatıcı:

Pırasa Ovası’ndaki adıyla söylemek gerekirse, “Etekçi”ydi ikisi de, anneleriyle işe giden çocuklar, göçmen yurdu olarak bilinen Erice’ye aynı günlerde anneleriyle [babasız – O.K.] ayak basmışlar, ilkokulu Yemişlik’te beraber okumuşlardı […] Oyun çağından beri o fabrika senin, bu atölye benim çalışıp mücadele vermişler, tarla ekiminden toplamacılığa gezmedikleri işkolu kalmamıştı. Uykudan başlarını kaldırıp vardiyaya, nöbete koştuklarında yolda değilse minibüste yan yana düşerlerdi hep.

Manves City’nin karakterleri, dönüp geçmişe baktıklarında dört başı mamur bir mutluluk imgesi bulamıyor gibidirler; yine de anlık ürperişler vardır, bütün ezilmeye rağmen bir tensel kanırtılmayla hatırlanan anlar, tıkanmış başlangıçlar. Şu var ki hatırlama, özellikle erkek karakterde, bir bulanma olarak girer anlatıya, sislenme, dağılma, muhtemel kötülük. En azından asıl yoldan sapma.

Çünkü cezaevinden çıkmış genç adamın (artık orta yaşa dayanmış olduğunu saçının kırlığından anlarız) asıl amacı, bu kitabı da mümkün kılan romansal çatı, Ersel’in eski sevgilisi Zeynur’dan (Melih Cevdet olsa “üvey sevgili” derdi) kalma üvey kızı Eda’yı bulup sahiplenme tutkusudur. Kesintili, sık sık bulanan, sislenen arayış o çocukla ilgilidir (“yuvası dağılanın yurdu genişler” hikmeti burada kısmî, noktasal bir hakikat ediniyor). Eda romanın şimdi’sinde hiç karşımıza çıkmaz; sürekli evden eve, elden ele geçmiş, aslında sürekli yitirilmiş bir figürdür ve bu özelliğiyle romandaki bütün bir “üveylik” temasının da amblemi hâline gelir. Annesi Zeynur, Serco’yla kaçarken onu arkada bırakmış, “yaz gelince yanıma aldıracağım” diye mektup yazdıysa da sonradan hiç haber çıkmamıştır. Kızı önce Nergis yanına almış, kendi eski kocasından olma iki oğluyla birlikte büyütmek istemiş, ama Serco’nun kaçışıyla o da “uygunsuz tekliflere açık hale” gelmiş, “yatağı boş kalınca Erice’nin vatanperverleri onu daraltmış,” böylece Erice’nin fahri çöpçatanı Gülyaz Abla’nın onu “iyi bir insanla karşı karşıya getirme” çabasına razı olmuştur. Adama giderken oğullarıyla birlikte Eda’yı da götürmek istemiştir aslında, “devlet” ona annelik hakkı tanımadığı hâlde. İşte tam bu sırada, Eda’nın “o vakte kadar habersiz oldukları üvey teyzesi Vedanur ortaya çıkıp önlerine durmuş, Eda’yı kolundan çektiği gibi Stüdyo Gökçay’da işe koymuştu[r].”

Bu noktada “üveylik” teması mayalanmaya, köpürmeye başlar. Ve anlatıcı da artık kendisi bir gözlemle araya girme gereğini hisseder: “Güneş yükselirken Nergis, Ersel’i üvey ablası Çiğdem’le tuttukları eve buyur etti, Çiğdem’in üvey kaynanası [!] bir süredir yanlarında kalıyordu ama gidecekti üç-dört güne, -Erice’de herkes herkesin üveyidir- kendine bir düzen kurana kadar başlarının üstünde yeri vardı– bir mahalleye girseniz silme akraba, hepsi üvey.” Sadece üvey ana, üvey baba ve üvey kardeşlerle değil (ve aslında bunların da çoğu çekip gitmiştir), sadece üvey hala-teyze-dayı da değil, üvey yengelerle, üvey eniştelerle, üvey kayın, üvey komşu, üvey arkadaş ve üvey yabancıyla doludur ortalık. İlk bakışta sadece kalıntısal bir mizah öğesi olarak görülebilirdi bu köpürme, Tekin’in eski “Macondo”sundan buraya sarkmış rastlansal bir artık.[1] Ama kitabın çatısıyla sıkıca bağlantılı işlevsel bir ögedir. Çünkü Ersel tam da bu üveyliği aşma, zorlu bir sahiplenme ve “özleştirme” yapma niyetiyle dönmüştür Erice’ye, çocuğunu bulup bir “ev” kurmak için. Ama sonuçta Eda’yı romanın gerçek-zamanında ne biz görürüz ne de babası (sadece Foto Gökçay’ın vitrininde, Ersel’in yüreği dağlanarak baktığı bir resmi vardır). Tıpkı adamın sonunu da ancak dolaylı olarak, demek “üvey kanallardan” öğrendiğimiz gibi.

Ve Ersel’in özleştirme girişiminin yenilgisiyle birlikte “üveylik” de kısmî bir olay-örgüsü ögesi olmanın ötesine geçerek genelleşir, bir “yeni zamanın” alegorisi hâline gelir. Bu yeni zamanı, Ersel ile Nergis’in ait oldukları sınıfın deneyimleri içinde izleyeceğiz. Bir küçük aradan sonra.

“Tılsımlı Aralık”

En çok Sevgili Arsız Ölüm’ün ama sonra Berci Kristin’in de Latin Amerika kökenli “büyülü gerçekçilik akımıyla” hemen ilişkilendirilmesinin bir sebebi herhalde bu kitaplardan fışkıran hayret/hayranlık tonuydu. Oransızlıklardan, bağdaşmaz (sanılan) şeylerin bir araya getirilip aynı düzlem üzerinde sunulmasından türeyen bir parıltı duygusuydu bu. İlk romanın başını düşünelim: Huvat Aktaş (Huvat! ve Aktaş) “bu kez” de masmavi bir otobüsle döner köyüne (“otobüs yol boyunca epey toz yutmuştu ama yine de güneşin kızgın ışıkları altında ayna gibi parlıyordu”):

Köylüler, hayatlarında ilk kez gördükleri bu garip şey karşısında ilkin dehşetle irkildiler. Bu şaşkınlık anında dua okuyup sağa sola üfürenlerin, korkudan donuna kaçıranların yanı sıra, otobüsün sağını solunu elleme cesareti gösterenler de çıktı. Huvat Aktaş otobüsün köylüler üzerinde yarattığı etkiden öyle çocuksu bir sevinç duydu ki, sonunda duman rengi elbisesinin, foter şapkasının fark edilmemesine içerlemeyi bir yana bıraktı. Yanında getirdiği şoförün de yardımıyla otobüs ve yararları hakkında uzun açıklamalara girişti. (a.b.ç.)

Olumsuzdan olumluya giden kesintisiz bir sürey üzerinde farklı duygu tonlarının (ürkü, korku, şaşkınlık, inanmazlık, hayret, sevinç) bir araya geldiği ve sonunda hepsinin “çocuksu” bir hayranlığın yıldızı altında birbirini andırmaya başladığı bir parıltı ânı. Anlaşılan bu Huvat Aktaş dışardan getirdiği yeni şeylerle köylüsünü şaşırtmayı, büyülemeyi alışkanlık hâline getirmiş bir kişidir, kendi köyünün “çingenesi:” “Huvat’ın şehirden getirdiği kadın pek yaman çıktı. Az zamanda tandırda ekmek pişirmeyi, koyun kırkmayı, tezek yakmayı, kuzu emiştirmeyi, tavuk teleğiyle çocuk düşürmeyi öğrendi […] Derken, ağzı da çevrildi. Aynı köylüler gibi konuşmaya başladı.” Yabancı kadın yerlileşse bile Huvat’ın ortalığa saldığı yenilik kolayca hazmedilip aynılaşmaz; oransızlık, bağdaşmazlık sürer: “Alacüvekliler, uzun zaman Huvat’ın getirip getirip köyün başına bıraktıklarına, anlattıklarına akıl sır erdiremediler. Sonunda onun Kepse yakalandığını düşündüler. ‘Şu cinin yakasını nasıl tuttun hele bir anlat,’ diyerek ağzını aradılar, sırtını sıvazladılar.”

Burada eleştirmen Erkan Irmak’ın önemli bir gözlemini aktarmak yararlı olacak. “Köy romanı” olarak adlandırılmış türle ilgili çok başarılı kitabında bu metinleri Mihail Bahtin’in roman-içi söylem çeşitliğiyle ilgili “diyaloji” ve “heteroglossia” kavramlarıyla kurcalarken, çoğunluğu Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların ürünü olan “köy romanı” ile “köyü konu alan romanlar”ı birbirinden ayırıyor Irmak:

Köy romanları -temelde- tam da Bakhtin’in tarif ettiği gibi farklı dillerle/söylemlerle iletişime geçse dahi, bu diller/söylemler bilinç düzeyinde işlerlik kazanmaz […] Bunun başlıca sebebi köyün dışa kapalılığıdır. Oysa köy temalı romanlarda -genellikle- ya köye dışardan gelen ve bu sayede diyalojiyi sağlayan […] bireylere rastlarız (öğretmen, asker, siyasetçi, sürgün, vd.) ya da köylülerden bazıları, kendilerini zihinsel olarak değiştirecek bir süre “dışarda” kalıp yeniden köye dönmüş (iş, mahkûmiyet, askerlik, vd.) ve her ne kadar kökenleri oraya ait olsa da artık köye yeni bir gözle bakmaya başlamışlardır.[2]

Huvat Aktaş’ın yanında Berci Kristin’in “Lato”suna da bu gözle bakamaz mıyız? Öte yandan, Erice bir köy değildir (mekânsal farkın önemine değineceğim), ama Manves City’nin Ersel’iyle Nergis’i de görece sınırlı bir hayat alanından dışarı çıkıp döndükleri hâlde kendi “köylüleri” arasında Huvat’ınkine (hatta Lato’nunkine) benzer bir tatlı çalkalanma, bir “tılsımlanma” yaratamamışlardır. Ersel’in kasvetli bir yenilgiye dönüşü, belli bir hayat tarzının kapanışı kadar, belli bir edebî biçimin, bir anlatı türünün de sonuna gelindiğinin mi alegorisidir?

“Büyülü gerçekçiliğin” doğum yeri olarak hep Latin Amerika’ya işaret edilir: Alejo Carpentier, García Márquez, belki Juan Rulfo… Ama onlardan önce, 20. yüzyıl başında, bazı Doğu Avrupalı yazarlarda da buluruz o “masalsı” ürpermeyi, mesela Macar Gyula Krúdy veya İzak Babel (Odessa Öyküleri). Bu açıdan Bahtin’in kendi doğum yeri de önemsiz sayılmaz: Farklı, çelişik söylemlerin itişerek ve birbirini dölleyerek yan yana, iç içe varolması anlamında heteroglossia kavramının tam da o toplumsal ve kültürel coğrafyanın en doğu ucunda, Nikolay Leskov’un ülkesinde geliştirilmiş olması rastlantı değildir.

Bu yazarların metinlerinde parıldayarak, çıtırdayarak kendini sergileyen “estetik” oransızlık, aşağı yukarı aynı tarihte ve yine aynı coğrafyada, bazı ciddi yazarların, bazı çok ciddi devrimcilerin teorik düşüncelerine de konu olmamış değildi. Tahmin edileceği gibi, Kızıl Ordu’nun kurucusunun “eşitsiz ve birleşik gelişme” düşüncesinden söz ediyorum. Rusya’nın farkı, diyordu Troçki, Batı Avrupa’dan farkı, çok farklı, bağdaşmaz tarihsel süreçlerin aynı anda yan yana cereyan etmesidir: Hem bir “mağara ilkelliği” hem de Almanya’dakinden bile daha iri kıyım fabrikalar (ekliyordu: “patlayıcı bir karışımdır bu.” Nitekim…) Troçki buradan çıkabilecek (ve sonuçta çıkan) toplumsal devrime odaklanmayı yeğledi; bütün zekâsına rağmen, Edebiyat ve Devrim’de aynı oransızlıktan üreyen parıltılı edebî şeylerin hakkını vermekten kaçındı, sonradan yazıklansa da.

Mekânsal odağı böylece Amazonlardan Kiev’e ve daha ötesine kaydırdığımızda, iki şey görürüz: (1) Márquez’le, hatta Doğu Avrupalılarla bile sınırlı değildir “büyülü gerçekçilik,” kapitalizmle daha eski üretim tarzlarının yan yana, iç içe varolabildiği bütün bir dönem boyunca başka yerlerde de benzer yönelişler olmuştur– ilk akla gelen, Hindistanlı R.K. Narayan; (2) yine de bunun tarihsel bir sınırı vardır: tarihin ilk topyekûn düzleştiricisi olan kapitalizm, yanı başında çalıştığı farklı üretim biçimlerini kendi döngüsüne çeker, kendine benzetir. Bu ilerleyen aynılaşma ve içeriksizleşme sürecinin bazı ilginç kültürel, edebî-biçimsel sonuçları da olacaktır. Düzleşme, bir “fark ihtiyacının” belirmesine yol açar kültürün alıcılarında; kültür endüstrisi de üretimin bu ihtiyaca uyarlanmasını sağlar. Tüketicilerin bu yöndeki taleplerine (yerel renk, tarihsel içerik, hatta düpedüz “tuhaflık”) cevap vermek üzere tasarlanmış bir anlatı sektörü şekillenir. Yapıtların “kalitesinden” söz etmiyoruz burada; ama okurlar Isabel Allende’nin bir García Márquez olmadığını sezseler bile, büyülenmek adına mesela Carpentier’in Barok Konçerto’su kadar külfetli romanlar da istemiyorlardır: Yerel renk olsun, ama ancak bize bu süregiden farksızlaşmayı bir anlığına unutturacak kadar olsun, aşırılaşmasın, şeytanileşmesin.

Manves City de bu bağlamda birbiriyle ilişkili iki sorun üzerinde düşünmeye çağırıyor bizi: üretim koşullarıyla birlikte işçi deneyiminin farklılaşması; ve doğa’nın yitirilmesi ki bunu yerelin kaptırılması veya gasbedilmesi olarak da okuyabiliriz. Bu iki temanın çattığı sahnede Nergis’le Ersel’in daha başlamadan tıkanmış ilişkisini de izleriz. Latife Tekin

Değişen sınıf, değişen mücadele

Manves City’nin yazarı artık Sevgili Arsız Ölüm’ün yazarı değildir, biz hâlâ Buzdan Kılıçlar’ın okuru olarak kalmak istesek de. Farklı üretim tarzlarının aynı anda aynı zeminde “hışırdayarak” birlikte bulunmasından bir kuvvet üretilemeyeceğinin farkındadır bu yeni yazar, çünkü zaten bize bunun tersini göstermek niyetindedir: karşı durulmaz bir aynılaşma. Küçük farkları belirten eski isimler anlamsızlaşır: Yağderesi, Yemişlik, Ovaçeşme, hatta Erice’nin tamamı: Bütün girinti çıkıntılarıyla hepsi “Manves City”dir, yöredeki en büyük kapitalist işletme Manves’in izin verdiği kadar kendileridirler, onun izin verdiği kadar orada. (Etraf, Manves teknik okuluyla, Manves yetiştirme yurduyla, Manves cimnastikhanesiyle, Manvesspor soyunma odalarıyla dolup taşmaktadır, artık bu kadar da olmaz dedirtircesine. Bu abartı “Macondo” dünyasından buraya sarkınca tuhaf, dondurucu bir gerçeklik kazanıyor.) Ersel Eda’yı soruşturdukça Nergis onu yörenin bugünü üzerinde düşünmeye çağırır:

Geçmişin külünü havaya savurup ruhunu karartacağına Yağderesi’nde Pırasa Ovası’nda olup biteni kavramaya çalışsaydı daha iyi olmaz mıydı […] dağlar bile satılmıştı, arka vadiler, dereler… Taksi plakası alır gibi maden araması ruhsatı satın alan aileler vardı, topladıkları yetki belgelerini rulo rulo rafa dizip Ruhsat Kütüphanesi kurmuş insanlardan söz ediliyordu. Planlaması yapılmıştı çoktan, ne Yağderesi kalacaktı ortada, ne Pırasa ovası, ne Erice. Dağlardan denize kadar enerji şehri […] Ersel, lafı Eda’ya getirmek istedikçe Nergis sözü Erice’nin geleceğine çekip savuruyordu, Karlıca’dan Belmot bayırına toprakların çevrildiğinden, gizlice açılan kuyulara asit atıldığından bahsediyordu, elektrik üretmek için bir kasaba, içinde yaşayan insanıyla feda ediliyordu.

Şu bakımdan da farklı bir yazarla karşı karşıyayız: Bastıran tarihle romansal olarak başa çıkmanın yolunun artık bellekten, yastan, içsellikten geçmediğini sezmektedir. Bütün bunları ele geçirip anlamlı kılacak ve öteye, belki yeni başka romanlara atacak bir “özne” tam orada değildir. Nergis Ersel’e yeni Erice’yi anlatırken şu cümleler ikisinin de zihninden geçiyor gibidir: “Doğuştan onlara verilmemiş her şeye bir solukta kavuşma ümidi bitip tükenmek bilmiyordu bir türlü. [Ama] o mucize beklentisi sönüp gitmiş, o kader çarpıntısı dinmiş miydi peki?” Bu söz sadece “büyülü gerçekçiliğin” evreninden çıkılmış olduğunu değil, öznenin bekleyiş ve hatırlama yetisinin de tükenmeye başladığını sezdirir. Öyleyse tahkiye de zorlaşmıştır, ama sadece teknik olarak değil, ahlakî olarak da, samimiyet veya namus açısından da. Yeni olanı, çıplak yeniyi romanın içine çekmek için romanın (“edebiyatın”) biraz dışına çıkmak, belki belgesele girmek gerekecektir, en azından her şeyi içerden yaşayan modern anlatı öznesinin erişim alanının ötesine geçmek.

Yazarın roman içindeki “avatar”ı sayabileceğimiz Nergis, bu açıdan Ersel’e göre daha avantajlıdır. Hem yörede daha kesintisiz kaldığı hem de “drama kursları” gibi ek eğitimlerle kendini kısmen bir “kültür işçisi” hâline de getirebildiği için (belki “temsil işçisi” demek daha doğru, bu sözcüğü tiyatronun dışına, bütün bir kültürel/siyasal pratik alanına da genişleterek: yazıda temsil etmek, mecliste temsil etmek). Cezaevine yazdığı mektuplarda olabildiğince açıkça, yerel gazetedeki köşe yazılarındaysa biraz daha kapalı, sanatlı bir dille aktarmaya çalışır Nergis, Erice’nin başına geleni. “Sürekli gelişim adına dayatılan düzenlemeleri Nergis dile dökebilir ancak.” Bu dile getirişte ona romanın anlatıcısı da aracılık edecektir: “Uykudan yıkılana kadar çalışmaya zorlandıkları, ‘Her İşe Koşan İşçi’ uygulamasıyla fabrikalar onlar için cehenneme dönmüştü […] Bu yeni uygulamaya amirler katında HİKİ Kontrol Sistemi deniyordu […] HİKİ diye damgalandıktan sonra hak arayıp sormak hayal olmuş.”

Marx’ın kendisinden sonra en iyi İtalya’da 1950’lerden itibaren Mario Tronti’den Toni Negri’ye bütün bir operaist (“işçici”) Marksist çalışmanın tahlil ettiği bir emek-süreci dönüşümünü Tekin de Yağderesi ölçeğinde sunuyor bize. Fabrikalarda çalışma “ayrıcalığını” elde eden işçiler birbiriyle rekabet ettirilmek üzere gruplara bölünmüştür, çünkü emeğin (sermaye döngüsünün) sürekli hızlandırılması gerekiyordur. “Bildikleri esaret şekli[nin] bile geçmişte kal[dığını]” anlatmak ister Nergis arkadaşına: “Verimliliği artırmak için geliştirilen yöntemler hakkında saatlerce konuşabilirdi Nergis. Yaratılan yeni yollar, işçinin işçiyle yarıştırıldığı çadır atölyelerden, işçinin makinelerle yarıştırılıp dövüştürüldüğü üretim arenasına varıp uzanmıştı. Şimdi artık makinelerin önüne yem olarak atılıyorlardı.”[3]

Nergis’in öznelliğinin (“yazarlığının”) içinden yeterince kapsanamayacak bir dünyadır bu. Böylece John Dos Passos’un romanlarında olduğu gibi tahkiyeye dâhil olmayan metin parçaları girer romana, röportaj ögeleri, en çok da “Sayın İnsan Kaynakları”[4] hitabıyla başlayan işçi dilekçeleri. Öte yandan, birbiriyle kapıştırılan işçi gruplarının sermaye yönetimine taleplerini ileten bu “roman-dışı” yazılar son derece tazeleyici bir romanesk işlev de görüyor burada: Bütün o aynılaşmanın içinde büsbütün yok olmayan farkı, süregelmiş oransızlığı, demek yeni’yi orada görüyoruz, kıpırdanma hâlindeyken. Yoksa bu iki başkişinin hayatı sonu gelmez bir kasvet ve değersizleşmedir. Nergis yazarlığıyla kendini uçurumdan bir adım geride tutmayı başarır, Ersel anaforun içine yuvarlanır. Ama ikisinin de bireysel, öznel serüvenine indirgenemeyecek olan şey, ancak o dilekçelerde dile gelen bir tanımsız “kolektivitenin” giderilmez hayatiyeti, bastırılmaz yeniliğidir. Çünkü yenidir, bir kadının, sessizce, şamatasızca DİSK Başkanı olmasını mümkün kılan bir karşı-akıntının işaretidir.

Dans kursu açılmasını istiyoruz. / Patron geldiğinde kıyafetimiz kötü olduğu için saklanmak istemiyoruz. / Tiyatro kulübüne üye olan işçiler vardiyaları ayarlanmadığı için provalara katılamıyor. / Saha sürveyanımızın bizi sürekli aşağılamasına engel olunmasını istiyoruz. “Yakında hepiniz sokağa döküleceksiniz, hiçbirinize ihtiyacımız kalmayacak” diyerek çalışma isteğimizi kırmaları sorun olarak görülmüyor. / Dövmesi olanlara mesai hakkı tanınmıyor. / Erkek işçilerin küpe takmasına yasak konulması kabul edilemez. / Kameralar sorun teşkil ediyor. Altmışken yetmişe çıkarıldı. Saniyemiz izleniyor, nefes almakta zorlanıyoruz. / Kick boks [!] kursu açılması için kaç imza toplamamız gerekiyor, üç bin imza topladık, sesimize kulak verilecek mi? / Psikolog istiyoruz. (a.b.ç.)

Çalışma süresi üzerindeki sermaye kontrolü saniyeye doğru yoğunlaştırılırken, çalışanların sermayeye yönelttikleri talepler de “kültürelleşmiştir”– erkeklerde küpeye ses çıkarılmasın, tiyatro çalışmaları devam etsin, “kick boks” öğretimi başlasın…[5] Bu işçi sınıfı, bu proletarya, kendi sömürülme koşulları üzerinde de söz sahibi olmak istemektedir: “Sayın İnsan Kaynakları / Aramızda evi fabrikaya uzak olduğu için dört-beş saat önceden araca binip dolaşa dolaşa fabrikaya gelen çok sayıda kişi var. Mesai öncesinde işçinin o kadar dolaştırılması üretim hızını artırmaya uygun mudur?” (a.b.ç.) Sınıf mücadelesinin yeni koşulları üzerine bu kadar keskin, bu kadar yalansız başka bir şey yazılmış mıdır acaba? “Lotta continua,” savaş devam ediyor: Şu var ki, bugünün “parametreleri” içinde devam ediyor: Bugün için, kontrol kamerası sayısını 60’tan 40’a indirmek, erkek küpesini kabul ettirmek, hem tiyatroyu ama hem de dövüş kursunu devam ettirmek– emeğin kendi “özneliğine” erişmesinin, sahip çıkmasının göstergeleri şimdilik bunlardır.

Ama iş sürecindeki dönüşümü Ersel’in gözünden izlediğimizde daha karanlık bir manzarayla karşılaşırız: Hiçbir şey göremiyor, hiçbir şeye nüfuz edemiyordur. Bölgenin işçilerinin tamamına yakınının “HİKİ” olduğunu ona Nergis söyler: her işe koşulabilecek ve her an kapı önüne konulabilecek insanlar– bugünün radikal sosyolojisindeki adıyla “prekarya,” güvencesizler. Ersel hep dışarda kalır: “Erice’ye ayağını basmıştı basmasına ama kendini tam da gelmiş gibi hissetmiyordu, sanki gördüğü şeylerin duygusu hiç uyanmayacaktı içinde.” Çalışmış olduğu fabrikaları dışardan izler, fiziksel veya zihinsel bir giriş aralığı bulamadan:

Kimsecikler yoktu etrafta, giriş kapısını arayıp bulamadı, duvar duvara bitişik çalıştıkları fren fabrikasına, arkaya doğru ek binalar yapılmıştı […] Dikimhanelere yürüdükleri işçi köprüsü yoktu yerinde, kaldırılmıştı, Fumoten’in ana giriş kapısını ararken birden fark etti bunu, yerin altına çekmişlerdi belki de, işçilerin üretim bölümüne gidecekleri bir geçit olmalıydı, masallardaki padişah sarayları gibi kapısız bir fabrikanın çevresinde dolanıp durdu bir süre, tek bir insana rastlamadı […] Havaya ölüm sessizliği çökmüş, sessizliği içine çekerek fabrikayı arkasına alıp hızlı adımlarla uzaklaştı o bölgeden, geçmiş hayatı içine girilmezmiş gibi görünüyordu […] Orayı neden görmek istediğini bilmeden VedPlast’ın dış duvarları boyunca yarım saate yakın yürüdü, ne kadar gitse sonuna erişemeyecekti sanki, içeriyi görebilmek için duvar kenarındaki bir melengiç ağacının dalına asılıp kendini yukarı çekti, bloklar halinde göz alabildiğine uzanıyordu fabrika, terk edilmiş gibi hiçbir hareket yoktu içeride. (a.b.ç.)

Ersel’in kendi eski çalışma ve mücadele hayatının sahnelerini dışardan izleyişi, en çok Theo Angelopoulos’un filmi Ulis’in Bakışı’nda Harvey Keitel’in oynadığı başkişinin eski Sovyet sisteminin çözülüşünü kuzeyden güneye yorumsuzca izleyerek geçişini andırıyor. Bu tasfiye ve “hareketsizlik” içinde o da şurda burda bazı direnme belirtilerine tanık olur– ama bu edimlerin asıl işaret ettikleri şey, onları çevreleyen hareketsizliktir sanki: “Yola saptığında duvara karşı tek başına dikilen bir kadın görüp duraladı, direnen bir kadın işçiydi bu, ‘Mobbinge Hayır!’ […] VedPlast’la Manves City arasındaki tarla kıyısı yola saptığında duvara karşı dikilen üç işçi görüp duraladı, bahar bulutlarının altında direnen işçilerdi bunlar, ‘İşçi Depolarına Hayır!’” Bu “direnen” bir işçi, üç işçi, en azından şimdilik, kendi çevrelerinde oluşmuş kesif sessizlik ve boşlukla, orada başka işçilerin “dikilmediğinin,” onları desteklemeye başka toplulukların gelmemiş olduğunun işareti değil midirler?

Ersel’i sık sık zihni sislenirken yakalarız. Yöre zenginlerinden Azimet Bey’in çiftliğinde -kısa sürede bırakacağı- bir iş bulmuştur ve veteriner Ogün’le araziyi dolaşmaktadır: “Arabanın yarı açık camından yağmurla yıkanmış ovanın kokusunu içine çekti Ersel, Manves Meslek Lisesi’nin, spor tesislerinin önünden yavaşlayarak geçtiler, Ogün Bey’i dinlemekte zorlanıyordu artık, zihni bulanmaya başlamıştı yine, baharın sarı arabasına binmiş de toprağı havayı konuşuyormuş gibi dağılan bir sesle kendinden kopup gitti yavaştan…” Yine çiftlikte bir başka sahnede, hapiste tanıştığı ve onu bu işe yönlendiren Afganistanlı Amir’i düşünüyor, Amir’in genç ve güzel karısı Bahal’in ona çorba getirmesini bekliyordur (hastadır): “Saçlarını parmaklarıyla tarayıp kendine çekidüzen verdi, yatağı örtüp camın önündeki koltuğa oturdu, gökyüzünde gri beyaz bulutlar birbirinin içine akıp dağılıyor, ansızın ışığa kesiyordu ortalık, Bahal gelene kadar Amir’i düşünerek bulutlara baktı öyle, arada bir gözleri usulca kapanıyor, bilinci sönüyordu. Elinde tepsiyle Bahal’i karşısında görünce nasıl toparlanacağını bilemedi […] Sonra bütün gün güneşli yağmurlar yağdı, ovadan dağların başına iç içe gökkuşakları çıkıp silindi.”

Bu iki sahnede de Ersel’in “bulanması,” dalgınlaşması, doğa’nın gündelik mucizelerini sergileyen imgelerle eşleşiyor: Adamın toplumsal/ekonomik meseleler karşısındaki “bilinç sönmesi,” doğa ile daha dolaysız ve yoğun bir ilişkinin mi ifadesidir? Ve bu açıdan da bir tür “kaçış” mı, tarihin yükünden bir anlığına sıyrılmayı mümkün kılan bir savunma davranışı? Belki. Ersel’in yeni kapitalizme nüfuz edememesi gibi, biz de onun zihninin nasıl işlediğini tam kavrayamıyoruz. Öyleyse Adorno’nun verdiği anlamla bir tarihsel şifre olduğunu söyleyebiliriz Ersel’in, bir tür “göstermeyen imge:” Ersel, sadece fabrikaların girişlerini bulamayışıyla değil, yol boyunca Yağderesi’nde rastladığı o kopuk, tekil, hayaletimsi direnme görüntüleriyle de bir yeni ekonominin, finansal kapitalizmin şifresidir– ve kapitalizmin daha eski bir evresinin ürünü olan bir proletaryanın bu yeni karşısındaki güncel çaresizliğinin. …

Manves City, yazarının bildiğimiz siyasal tavrı (sosyalizm) açısından bakıldığında umutsuz, karamsar bir metin olarak görülebilir mi? Şunu biliyoruz: Tekin eskiden de yazısını propagandadan uzak tutmuş bir yazardı (tek “propaganda” metni vardır bence, ama o da doğa propagandasıdır: uzun bir nesir şiir olarak da okuyabileceğimiz Aşk İşaretleri, 1995). Bu sözcüğün daha iyi anlamlarıyla “nesnel” bir yazarlık tavrı beliriyor bu romanda, bize iki farklı proleter deneyimini aynı anda ya da sırt sırta sunan: Bir yüzde, hakkında ne söyleyeceğimizi bilemediğimiz yeni bir işçi sınıfı, tam katılıp katılamayacağımızı bilemediğimiz yeni taleplerle, yeni iştahlarla, yeni enerjilerle sahneye çıkıyor, bu talepler romanın olay örgüsüne, “gerçek zamanına” tam dâhil olmamış da olsa. Ama varlar ve olduklarını biz de biliyoruz, en azından bu kitap sayesinde. Öbür yüzde Ersel var, kendi görüşü sislendikçe daha da geriye, kavrayışsızlığın içlerine çekilen adam. Nergis’in yüzündeki yeni yara izinin aslını sormadığı gibi, çocuğunun Foto Gökçay’ın vitrininde gördüğü resminden de kaçar: “… boynunu sitem eder gibi hafifçe yana bükmüş. Daha da bilinmedik bir şey söylemek istiyormuş gibi anlatılması güç bir ifade esiyordu yüzünde, bir an ürperdiğini hissetti Ersel, saçları boynundaki yaprak biçimli doğum lekesinin yarısını kapatmış. Acısı soğumuş her şeyin duygusu canlanıp yüreğini saracakmış gibi korkuyla başını çevirdi.” Kayıp ve telafisizlik, geri alınamayacak, düzeltilemeyecek, hakkı verilemeyecek olan. Bütün bu süreç içinde, çalışanların kendilerini yeni koşullara uyarlayıp oradan yeni bir mücadele biçimi başlatışları içinde, Ersel bir iyileşmezliği, reformsuzluğu, giderilmez “eksi bir”i temsil eder. Gölgeli, çekinik, sisli bir direnç bölgesi.[6]

Yazar, resim terimiyle bir “diptik”e de benzetebileceğimiz bu iki farklı işçi deneyimi görüntüsü arasında taraf tutmuyor, ikisi de aynı anda var diyor, bitişmeksizin yan yana. Biz de tutmayalım, kitaptan azami zevki almak istiyorsak eğer– ama şunu da görmeyelim mi: Bütün o uyarlanma kabiliyetsizliği içinde, Ersel aynı zamanda bir satışsızlık bölgesi olarak kalır, iki anlamıyla da değişimin (mübadelenin ve dönüşmenin) reddedildiği bir siper, bir hendek. Kendi kendini çoğaltan kayıptan başka bir çıkar mı buradan? Bilmiyoruz henüz.

Azalan doğa

O bulanık, hedefsiz gezinmeler içinde Ersel: “Solgun sarı bir ışıkla ürperiyordu otlar, yolun sağında Yağderesi yönüne doğru ‘Manves City 5 km’ yazan bir tabela gözüne çarptı, biraz daha yürüdükten sonra Manves Meslek Lisesi binasını görüp hızlandı, yüzüne karşı hafif bir rüzgâr esiyor, kokusunu unuttuğu çiçeklerin ruhu içine doluyormuş gibi ayaklarının yerden kesildiğini, göğsünün genişleyip onu yukarı çektiğini hissediyordu.” Bütün sislenişleri, bulanmaları içinde, dışardan, topraktan, havadan geleni de alır: “Ansızın burnuna çarpan ahır kokusu baharın acı ikindi kokusundan daha canlandırıcı geldi ona.”

Şu var ki bunlar edilgin, yargısız, edimsiz kayıtlardır; rüzgâr Ersel’in derisini yalayıp geçer, belki başka duyarlanmalar da uyandırmış olarak. Doğayı sadece algılamakla kalmayıp bir problem ve bir karar meselesi hâline getiren Nergis’tir. Bu problematikleşmeyi kadının köşe yazılarından izleriz. “Erice’de yaşamak güzeldi eskiden, hoş kokulu, yumuşak toprağına yağmur gibi insan yağmadan önce geceleri evlerde toplanılıp çay sefası yapılır, sabahları güle söyleşe tarlaya, fabrikaya yürünürdü. Erice, Erice’ye sığmaz olup taştı sonradan, gelenler ayaklarını sürüdüğü için arkası da kesilmiyor.” Boyuna dalgınlaşan Ersel’den farklı olarak, nüfus basıncı diye gerçek bir sorun olduğunun ve bunun da yeni üretimle bir şekilde ilişkili olduğunun farkındadır Nergis. Ama CHP’li değildir, “Araplar memleketlerine dönüp emperyalizme ve Kürtlere karşı savaşsınlar” demekten geri durur. Erice aslında bir göçmen yöresidir ve Nergis de biriken ırkçılığa karşı söz alır kendi köşesinde: “Bu hırsızlık olayları yeni değil, on yıl önce de fırın soyuluyor, arı kovanı çalınıyordu […] bostan bekçilerini hatırlayanlara sorsanız size o eski hırsızlıkları anlatırlar, kalbimizi bozmayıp dilsiz sessiz göçmenlere tercüman olmaya çalışalım.” Reform çabasının sonu yoktur. Bir başka gün: “Kurşundere Sitesi’nde o kadar boş daire varken göçmenler niye yerleştirilmiyor? Yerle bir olsun ama onlar oturmasın düşüncesi bizi nereye götürür.” Erice’nin eskiden beri bir göçmen yerleşimi olduğunu anlıyoruz, etnik aidiyetler hakkında bilgi almaksızın. Ama bir “çingene” faktörü rol oynamış olmalıdır; mesela Serco’nun müzisyenliğinde,[7] sürekli kaçışında böyle bir izlenim alırız.

Nergis’in yazılarında edilgin nostaljiyi delen bir ısrar, bir eylem çağrısı vardır: “Hiçbirimiz toprağa burada düşmüş tohum değiliz ama yeşerdiğimiz yer burası. Havasını kendimize hava yapmakta gecikmemişi […] Hayatlarınızı sarın geriye, çocukluğunuzu bulursunuz da, Erice’nin sizi bugüne getiren tabiat harikası doğasını bulamazsınız. Kaybettiklerimizi sayıp dökmek marifet değil, kalanı elden çıkarmayıp korumacı olmaya bakalım. Çoluk çocuk büyük küçük herkesin hayali, geleceği, biz kadınlara emanettir.” (a.b.ç.) Bu da var Nergis’te, çokça iyi niyet (çok inanmasa da), “korumacılığın” yanında güçlü bir feminizm. Ama rüzgârın yüzünü yalayıp geçmesiyle yetinen, bulutların tuhaf işlerine tanık olmayı kendisi için yeterli gören Ersel’den (veya belki Serco’dan) farklı olarak, doğa’nın elden kaçırılmasını bir sorun olarak görüyor ve bu noktada okurlarından edim bekliyordur Nergis, bu arada belki Tomris Uyar’ı da hatırlayarak: “Büyüklerimizin yeşil deniz dediği Pırasa Ovamızda iki pulluğun döneceği yer kalmadıysa, nereye gidiyoruz diye sorma vakti gelmiş demektir. Hayallerimizi omuzlayıp diz boyu papatyalar arasından geçerek işimize yürüyebilecek miyiz?” (a.b.ç.) Ersel’in doğayla ilişkisi bireysel ve saf duyusaldır, estetik; kadındaysa bu bir etik ve politik tasa hâline gelir: orada yaşamak zorunda olan başka insanlar adına, bir yerel kamu adına sahip çıkmaya çalışmaktadır çalınan toprağa, gasbedilen suya ve bitki örtüsüne. –Dolayısıyla Nergis’in doğayla teması da adamınki kadar canlı, etkileyici, inandırıcı olmaz: Tez ve propaganda sızmıştır işin içine. Şu var ki Ersel’in o dilsiz “duyarlanışlarını” yorumlayan, seslendiren, bir talepler listesine tercüme eden de Nergis’tir. Ama artık o isimlere gelelim.

Kaçırılmış aşk

Evet, “Nergis ile Ersel” diye de bir leitmotif devam ediyor roman boyunca, bir suyun yüzüne çıkıp bir derinlere kaçarak. Manves City’de seferber edilmiş ustalığın büyük kısmı bununla ilgilidir: Roman formatında içerilmesi kolay olmayan bir sosyo-ekonomik malzemeyi (“sosyal içeriği”) iki başkişinin özel dramının dekoruna indirgememek ve tersine dramın malzemeyi örgütlemesini, elektriklendirmesini, anlamlı kılmasını sağlamak. Devamı yan sütunda

 

 

 

Manves City Ayaklanma

"Yoksul mahallelerde neredeyse her evin içinde bitik bir erkek var"

LATİFE TEKİN’LE YEDİ YIL ARADAN SONRA YAYIMLADIĞI İKİ ROMANI ÜZERİNE...

Banu TUNA

 İlk romanı ‘Sevgili Arsız Ölüm’ ile Türkiye edebiyatına yeni bir dil getiren, eserleriyle yoksulun, göçün sesi haline gelen Latife Tekin, yedi yıl aradan sonra birbirini selamlayan iki roman ile karşımızda: ‘Sürüklenme’ ve ‘Manves City’. Tekin, “Yüzümü doğaya dönmüştüm, insanların topluca öteki saydığı varlıklara... Ama yoksulların çığlığı göğe yükselince, bu romanlar benim için kaçınılmaz oldu” diyor.

Yedi yıl sonra iki kitap birden yayımladınız. ‘Manves City’ ve ‘Sürüklenme’ birbiriyle konuşan romanlar olmuş. Neden iki kitap birden? - ‘Sürüklenme’yi yazmayı hayal ederken kalbime ‘Manves City’nin duygusu doldu birden, artık doğrudan yoksullar hakkında yazmadan edebiyat yapamayacağımı hissettim, ikisini gecelerimi gündüzlerimi bölerek aynı sırada yazdım, o nedenle de ikisi birden okura ulaşsın istedim. Aynı anda iki roman birden kaleme almak, hem pratikte hem de duygusal olarak zorlayıcı değil mi? - Başta kolay değildi doğrusu, iki ayrı mevzu, iki farklı dil... Ama bu iki kitaptan önce yolum çatallanmıştı benim, iki ayrı yazı damarım vardı gerçi, yine de zorlanmadım desem yalan olur. Sonraları birinden yorulunca ötekine; heyecanlı, keyifli, öğretici bir süreç... İki kitabımdan da çok şey öğrendim, birbirlerine ayna oldular, biri ötekini nasıl yazacağımı söyleyip göstermeye başladı bana. http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hurriyet-pazar/yoksul-mahallelerde-neredeyse-her-evin-icinde-bitik-bir-erkek-var-41029837 ‘Yoksul mahallelerde neredeyse her evin içinde bitik bir erkek var’

‘Maden mi bulacaksın’ lafı kaderimiz oldu.

Ben önce ‘Manves City’yi okudum ve tam tersini yapsam daha iyi olurmuş gibi geldi. Siz okurunuza bir sıralama önerir miydiniz? - ‘Sürüklenme’yi önce okumuş olsaydınız, ‘Manves City’yle başlasaydım diyecektiniz belki de, öyle söyleyenler oldu çünkü. Ben iki kitabı aynı anda yazdığım için aynı anda okuyun demek isterim tabii ki, ama bu konuda fikir belirtmesem daha iyi olacak sanırım, okurların elleri hangisine uzanırsa... Bu iki roman birbirinin devamı değil.

Özellikle ‘Manves City’, ‘küreselleşmenin çocuğu’ olarak da anılan prekaryanın, yani güvencesiz, göçebe hayatların romanı. Toplumun kırılgan hemen tüm kesimleri var içinde: Mülteciler, mavi yakalılar, kadınlar, mahkûmlar... Hepsi bir biçimiyle kayıt dışı yaşamlar sürüyorlar. Siz hep yoksulun, göçün öyküsünü anlattınız, sanırım sizin için kaçınılmazdı bu roman.

- Ben göç fırtınasının içinde büyüdüm, dokuz yaşında İstanbul’a geldim ve aralarında büyüdüğüm insanların hayallerinin sönüşünü görüp yaşadım. İlk romanlarım büyük kentte tutunmaya çalışan yoksullar hakkında söylediğiniz gibi. Sonra yüzümü doğaya dönmüştüm, insanların topluca öteki saydığı varlıklara, ama yoksulların çığlığı göğe yükselince...

‘Yoksul mahallelerde neredeyse her evin içinde bitik bir erkek var’

Öykülerin geçtiği coğrafyayı kestirmeye çalıştım okurken. Talan edilen zeytinlikler, tarım arazileri, kirletilen su ve hava, maden sahaları ile Türkiye’nin her yerine ait olabilirler sanırım.

- Haklısınız, Türkiye’nin her yerinde tahribat acı bir biçimde hızlanarak sürüp gidiyor, ne yazık ki toprağın altı üstüne getiriliyor. “Maden mi bulacaksın?” diye bir lafımız vardı, milletçe kader lafımız haline geldi, maden aranan ülke! Madeniyiz artık, baş döndürücü bir gürültüyle geri döndürülemez biçimde, hunharca yıkılıyor ortalık, köylüler ayakta, evlerde huzur kalmamış...

Yoksulların yükselen çığlığından, çevre tahribatından bahsettik. Bunlara nasıl bir mesafeden tanıklık ediyorsunuz? Yıllardır Bodrum-İstanbul hattında yaşıyorsunuz, her ikisi de hızla dönüşen yerler...

- İstanbul değişip dönüşürken Gümüşlük’e kaçmıştım, Bodrum’un değişimi büyük altüst oluşa denk geldi. Ülkede kaçacak yer kalmadı, her yer delik deşik. Sakin bir köşe bulup gitseniz bir maden şirketinin bahçenizin dibine ocak açmayacağının garantisi yok. Bence çevre tahribatına hepimiz birinci elden tanıklık ediyoruz.

Makinelerin fabrikalarda insanın yerini alışına, otomatizasyona da değiniyorsunuz. Büyük kitlelerin, işini makinelere kaptırma korkusu, sağ popülizmin yükselişinin sebeplerinden biri olarak gösteriliyor. Örneğin ABD Başkanı Trump’ın seçilişinde bu kitlelerin etkisi büyüktü. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- Bu durum kapitalizmin çalışanlar üzerine sürdürdüğü ezeli bir tehdit: Ya benim önerdiğim iş koşullarına razı olursun ya da işsizliğe yani açlığa. Senin işini isteyen milyonlarca işsiz var, diyorlar. Teknolojinin herkesten yana değil, o teknolojiye sahip olanların elinde çalışanlara karşı tehdit aracı oluşu hiç de yeni bir durum değil. Geçmişte bu nedenle büyük ayaklanmalar olmuştu. Makine kırıcılık diye bir akım doğmuştu çalışanlar arasında. Ama onca mücadele, onca isyan sonucu çalışanların sendikal hareketiyle işveren örgütleri arasında görece bir uzlaşma oluşmuş gibi görünse de durum temelde değişmedi. Aynı olguya bugün robotlarla çalışanların rekabeti de yüklendi. Bu rekabetin geleceğine dair bir öngörünüz var mı?

- İşsiz milyonlar, milyarlar... Daha çok yoksulluk, açlık, sefalet... Olan olmayana yiyecek ekmek, para verecek, devletler vatandaşlarına para dağıtacak, iş yaratmaya çalışacak, toprak mı verir artık, tohum mu paylaştırır, inek-tavuk mu dağıtır... Lüks harcamalar kısılacak, pahalı otomobiller, uçaklar, hayat imkân tanımayacak böyle şeylere, saltanatın sonunu görüyorum geleceğe bakınca. Danışacağım işçi arkadaşlarım var

‘Sürüklenme’, ilk romanınız ‘Sevgili Arsız Ölüm’ ile tanıştığımız edebi dilinize daha yakın bir roman. Bir masal gibi başlıyor. ‘Manves City’ ise gerçeğin en katı hali gibi. Bu ayrımı bilinçli olarak mı yaptınız?

- ‘Sevgili Arsız Ölüm’ü yazarken ne kadar bilinçliysem şimdi de öyle; ama bilinç nedir bir romancı için? Neyi nasıl anlatacağıdır bence. Her hikâye, tema, konu kendine has yazma araçlarını, üslubunu, dilini de beraber dayatı yazzma başladığımda kahramanlarımla beraber onların yaşadığı dünyanın içinde buluyorum kendimi zaten. Takıldığım, ayrıntısını bilemediğim şeyleri konuşacağım, danışacağım, fikrini soracağım işçi arkadaşlarım var demek istediğim.

İşçilerin yönetime yazdıkları talep ve şikâyet mektuplarının içeriğindeki dönüşüm dikkatimi çekti. Sanki onlar da giderek robotikleşiyor. - Üretim araçlarının sistemi, üretime katılan herkesi, özellikle işçileri etkiliyor. ‘Asrî Zamanlar’daki Şarlo’nun halini göz önüne getirin. Bütün bir mesai sürecinde bir vidayı sıkmakla meşgul olan bir işçinin mekanikleşmesi halini canlandırır Charlie Chaplin. Bu film yabancılaşmanın en gözle görülür karikatürüydü ama en acımasızdan yaşanan bir gerçekti de. 19. yüzyıldan bu yana üretim ilişkilerinde yabancılaşma, hemen her toplumsal düşünürün uğraştığı konulardan biri olmuştu. Şimdi robotlar çağına girdiysek bu daha da vahim. Beyinbilimciler duyan, hisseden bir yapay zekânın olanaksızlığıyla ‘ya olursa’ olasılığı arasında bocalarken her gün bu araçların mekanik sesiyle iletişim kuran işçilerin dilini düşünün. Siz olguya robotikleşme diyorsunuz. Haklısınız; yabancılaşmanın daha da dijital, daha da karmaşık bir biçimi bu. ‘Yoksul mahallelerde neredeyse her evin içinde bitik bir erkek var’

Kadınlar yaşatmak için çırpınıp duruyor

Her iki romanın kadınları var bir de... Mücadeleci, hayalperest, vazgeçmiş, yorulmuş, entrikacı... Erkekler bütünü görmeye, anlamaya çalışırken onlar tüm olan biteni dokuyor gibi...

- Yoksul mahallelerde neredeyse her evin içinde bitik bir erkek var, arka odaya kaçıp saklanmış bir erkek... İşin bu yanını pek konuşmuyoruz; çoluğu çocuğu hayatta tutma, yaşatma derdiyle çırpınıp duruyor kadınlar. Köyüne,toprağına, ırmağına, sahip çıkma mücadelesinde de kadınlar önde. Erkekler okeye oturmak için sabahı zor ediyor çoğu yerde, kahveciden önce gelip kapıda bekleşiyorlar, şaka yaptığımı düşüneceksiniz... Ne büyülü ne de gerçekçi...

Edebi diliniz, ilk günden bu yana büyülü gerçekçilik akımına yakın bulunuyor. Bu görüşe katılıyor musunuz? - Büyülü gerçekçilik Latin Amerikan edebiyatında doğan bir akım, bir edebi adlandırma. Bense ne büyülü ne de gerçekçi herhangi bir yazım poetikasının bilinçli yolcusu olmadım. Okurlarıyla yakın teması olan biriyim. Onların bu kavramı kullandığında ne anlamış olabileceğini düşündüğümde şunu görüyorum: Onlar şiirsel bir etkilenme yaşadıkları metinlere bu adı veriyorlar.

Latife Tekin yeni çıkan romanları “Manves City” ve “Sürüklenme”yi anlattı

İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya Bölümü, düzenlediği edebiyat panelinde tanınmış yazar Latife Tekin’i ağırladı. BİLGİ’li öğrenciler Mehmet Ali Yıldırım ve Oğuz Kaan Kayır’ın moderatörlüğünde santralistanbul Kampüsü’nde düzenlenen buluşmada Latife Tekin, öğrencilerle hem yazarlık hikayesini paylaştı hem de yazar olmak isteyenlere önerilerde bulundu.

Yeni kitapları “Manves City” ve “Sürüklenme” ile ilgili konuşan Latife Tekin, “Kitapların hazırlık aşamasında uzun zaman sanayi mahallelerinde kaldım. Kimi zaman kimliğimi gizledim, işçi evlerinde yaşadım. İlk başta ‘Sürüklenme’yi yazmaya karar vermiştim; ama insan sürüklenen bir varlık. Kendi kararlarını kendi verdiğini zannediyor, oysa durum öyle değil. Manves City’de ‘yeni yoksulluğu’ tanımak ve anlamak istedim. Yoksullukla ilgili yazmadan daha fazla duramayacaktım. Steril edebiyat beni fazla ilgilendirmiyor” ifadelerini kullandı.

“Sevgili Arsız Ölüm”deki ateşin kaynağı neydi?

Yazar, simge kitaplarından “Sevgili Arsız Ölüm”le ilgili yöneltilen soruları içtenlikle cevapladı. 12 Eylül’den birkaç gün sonra, evdeki yemek masasında, ödünç bir daktiloyla kitabı yazmaya başladığını paylaşan Latife Tekin, “Uyuyamıyordum. Kitap, bana kendini yazdırdı. Saatlerce gülerek, ağlayarak geçirdiğim; oldukça heyecanlı, bir daha tekrarlanamaz bir deneyimdi” dedi. Kitabı yazarken yayımlanıp yayımlanmayacağını bile bilmediğini ifade eden yazar, “ün”den kavgacılığıyla sıyrıldığını söyleyerek, “Kendi yırtıcılığımı da zamanla ehlileştirdim” dedi.

“Çok istemeye hiçbir şey dayanamaz, bir roman bile”

Yazar olmak isteyen gençlere önerilerde bulunan Latife Tekin, “Kimseyi dinlemeyin, ben böyle yaptım. İçinizden gelen sese kulak verin, kendi okunuzun doğrusuna gidin ve çok isteyin. Çok istemeye hiçbir şey dayanamaz, bir roman bile. İhtiyacınız olan şey cesaretten ziyade tutku” dedi.

“Gümüşlük Akademisi: Gençliğimde verdiğim mücadelenin devamı”

1995 yılında kurulan Gümüşlük Akademisi ile ilgili yöneltilen soruları yanıtlayan Latife Tekin, “Gümüşlük Akademisi; sanat, kültür, ekoloji ve bilimsel araştırma merkezi, bir vakıf. Ben olduğum için sadece edebiyatla ilgilenenler, ressamlar gelmiyor. Burada bilm insanları da atölyeler yapıyor. Müthiş bir insan birikimimiz olmasına rağmen, dünyaya yeteri kadar düşünsel bir katkı sunamıyoruz ancak sunmamız gerekiyor. Gümüşlük Akademisi’ni açık bahçe olarak koruyabildik. Burası benim gençliğimde verdiğim mücadelenin devamı” dedi.

edebiyathaber.net (5 Kasım 2018)


‘Henüz kayıp değil vicdan, merhamet, dayanışma’

Yazar Latife Tekin, okuyucularının karşısına iki yeni romanla çıktı: Manves City ve Sürüklenme.
Görsel: Latife Tekin'in Manves City kitabının kapağı
 İŞÇİ-SENDİKA KÜLTÜR
Muzaffer ÖZTÜRK
İstanbul

Latife Tekin, okuyucularının karşısına iki yeni romanla çıktı: Manves City ve Sürüklenme. Manves City arka planında, sayıları arttıkça, romanlarda unutulan işçilerin bugünkü durumuna da mercek tutuyor. Olaylar bir işçi kenti olan Erice’de geçiyor. Erice diye bir yer yok gerçek hayatta ama Trakya’dan Ege’ye, Bursa’dan Antep’e hemen tüm işçi kentleri kendini buluyor Erice’de.

Erice, bir dönem tarlaların olduğu ancak son dönemde hızla fabrikalaşan, özellikle Manves isimli bir tekelin ovaları fabrikaya çevirdiği, dağı taşı için maden ruhsatının alındığı, uluslararası tekellerin parsellediği bir yer. Romanın ana karakteri Ersel, bir grev sırasında, fabrikada şüpheli bir şekilde çıkan yangının suçunun üzerine atılması nedeniyle 5 yıl cezaevinde yatmış bir işçi önderi. 5 yılda çok şey değişmiştir Erice’de: “Zamanın sırrını kim çözebilmiş, beş yılda dünya yıkılır yeniden kurulur, Erice değişmiş çok mu”, “Zaman kanatlanmış, nereye demişler, yeniye demiş” ve işte bu değişimin dışında kalmış olan Ersel, cezaevinden çıkar çıkmaz üvey kızı Eda’yı aramaya başlar.

İşte fabrikalarda yaşanan değişime bu arama sırasında şahitlik ediyoruz. Kısalan molalar, kaizen türü yeni esnek çalışma uygulamaları, işçinin işçiyle rekabete sokulduğu hatta yumruklaşmalara varan düşmanlaşmalarına neden olan uygulamalar, iş kazaları, “Erice pazarına indirilen ucuz mala dönmekten korkan” kadın işçilere yönelik taciz ve baskılar… Ağırlaşan koşulları fabrikalardaki şikâyet kutularından ve bir de Nergis’in gazeteye yazdığı yazılardan öğreniyoruz.

Ersel ve en yakın arkadaşı Nergis etrafında geçen roman, yaşanan değişimle birlikte gelen güvensizliğe de dikkat çekiyor. Öyle ki Ersel, en yakınındakine bile şüpheyle bakar hale geliyor. Bir süre sonra gerçek tüm sınıfsallığıyla kendini yeniden gösteriyor, aynı 5 yıl önce olduğu gibi. Güç patronların eline geçtikçe insan ilişkilerinin çürüdüğünü, patronların işçileri sadece fabrikada sömürmekle yetinmediğini, kendi sefaları için yerli yabancı, kadın erkek işçileri hatta çocukları nasıl öğüttüğünü, sevdaları bir çırpıda nasıl yerle yeksan ettiklerini okuyoruz romanda. Bu yıkılış içinde organize sanayi bölgesindeki işçi direnişlerinde ve Nergis’in tüm Erice adına seslenişinde buluyoruz umudu: “Erice de biliyor. Zaman da biliyor bunu. Kurtarmaya geliyoruz seni”… Şimdi sözü Latife Tekin’e bırakıyoruz.

Erice neresi?

Bu sorunun yanıtını herkes kendi yaşam alanından, kendi gözleminden, okuyup duyduklarından, haberlere bile(!) yansıyan kimi çığlık patlamalarına bakarak verebilir. Erice, evet somut bir yerdir ama bereketli toprakları kapitalizmin istilasına, yağmasına maruz kalmış her yerdir Erice. Adana’dır, Ege’dir, İzmit’tir, Muğla’dır, İzmir’dir ve dahası... Bir kasaba olmasına bakmayın, artık sanayi diye kurulan, modern görünüp vahşet yaratan yapıların atıklarıyla zehirlenmiş her yer böylesi bir kasabadır.

Fabrikalarda yaşanan değişimin yanı sıra yeni kuşak işçilere ilişkin de çarpıcı örnekler var romanınızda. Gerçekten gerçek hayatta karşılığı var mı bunların, bu örnekleri nasıl tespit ettiniz?

Ben hayatta neredeyse birebir karşılıklarını gördüm andığım gerçeklerin. Ama hiçbir roman gerçeğin birebir karşılığı değildir, olamaz. İmgelerin bellekteki yankısı, dağılışı ya da izdüşümü okura kalmıştır. Şunu da söylemek isterim: Sanayi bölgelerinde içeriden baktığınızda bambaşka bir yaşam var. İşçiler çoğunlukla fabrikanın yakınındaki meslek okullarından devşirildikleri gibi, makinaların dijitalleşmesiyle birlikte dijital göstergelerin dünyasına aşina bir yerden bakıyorlar dünyaya. Bilgisayarın, televizyonun, cep telefonunun küreselleştirdiği dünyayı senin benim gibi gözlemleyebiliyorlar. Bunların nasıl bir yaşantı ürettiğini de yazmaya çalıştım. Gözlemsiz, araştırmasız olmuyor elbet.

Değişimle birlikte işçi sınıfının örgütlülük düzeyi ve mücadelesinin ivmesine de dikkat çekiyorsunuz.

12 Eylül’ün varlık nedeni, insanların örgütlülüğüne ket vurmak, var olanlarını dağıtmak ya da etkisizleştirmek, bir araya gelme koşullarını zora sokmak hatta imkansız kılmaktı. Bunu acımasız kıyımlarla, ağır baskılarla bir oranda başardılar. Üzerinden, telafisini bile mümkün kıldırmayan ağır bir darbe geçti bu ülkenin. Bu darbenin sonuçlarından biri de bu; işçi sınıfının örgütlülük düzeyinin zayıflaması. İstenen tümden sönümlenmesi, tükenmesiydi. İşsizliğin bu denli büyük oranlı olduğu bir ülkede grev ya da direniş kırıcılığının yasalardan daha yasakçı resmi güçlerden aldığı güçle de birleşince, işçilerin örgütlülüğündeki zorluk katlandı. Ama gene de bunca kolektif bir emeğin içinde yaşayıp da yaşayanların birbirlerini gözetmemeleri imkânsız. Yanı başındaki ötekinin başına gelenin kendi başına da gelebileceğini somut biçimde bilme şansları işçilerin, her sınıftan daha fazla. En son bu gerçek Tariş direnişinde yaşandı. “Atılan işçiler geri alınsın. Sendikal örgütlülük kabul edilsin”di kısa mesajları. Daha korkuncu İstanbul Havalimanı inşaatında yaşananlar. Nasıl bir acımasızlıktı gördük. Ölüm pahasına çalışıyorlar ama binlerce işçinin en ufak bir hak talebi, şiddetle bastırılıyor. Dün de şu oldu: modern uygarlığın eğitimini veren bir üniversitenin işçilerinin sendika hakkı dalaverelerle tanınmaz edilmeye çalışıldı. Bütün bu yaşananların küçük ya da büyük birçok boyutunu bir fabrikanın iç gerçeğinde gözlemlemek daha yüzlerce insani ayrıntıyı da görmeyi gerektiriyor.

Kadın karakterler dikkat çekiyor. Bir yandan hayatın en acımasız yüzüyle karşılaşan kadınlar var, buna rağmen en güçlü karakter de onlar...

Şuna iyice inanmaya başladım. Kadınlar adeta başlı başına bir sosyal sınıftı zaten, babaerkil toplumlarda. Ama, deyimim uygunsa, artık bu sınıfın bireylerinin uyanışı, öteki sınıf ve zümrelerin uyanışından daha hızlı, daha yaratıcı, daha kuşatıcı, daha insanca bir dünyayı arzulatacak bir bilinç donanımıyla gelişiyor. Kadına yönelik bunca baskının ardında da bu uyanış var düşüncesindeyim. Kim ağrır, o bağırır denir ya…Umut kadınlarda!

Romanın satır aralarında geçen işçi eylemlerini ve Nergis’in son çağrısını da umut anlamıyla nasıl değerlendirmeli okuyucu?

Bir insan bir ağıtı nasıl değerlendirir, anlamını kendinde nasıl kurar nasıl çoğaltırsa öyle. Bir tür ağıtla biter anlatı, Nergis’in yazdığı bir ağıtla: “Gitmiş gibisin/ Zaman seni çağırdığı için/ Yitmiş gibi/ Kızını aradığın yollarda/ Sana kefiliz hepimiz/ O yumuşak kalbinle katil olamazsın ki/ Erice de biliyor/ Zaman da biliyor bunu/ Kurtarmaya geliyoruz seni/ Söylemedin deme bana/ Sardun treninde mırıldandım bir dudak aralığı.”

‘HERKES HERKESİN ÜVEYİ OLMUŞ DURUMDA’

Üveylik ve güven kavramları öne çıkıyor romanda. “Herkes üveydir Erice’de” diyorsunuz örneğin. Bu kavramlara ilişkin değerlendirmeniz nedir?

“Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir ülkeyiz” diye başlamıştı Cumhuriyet ütopyası. Bu sahte bir ütopyaydı; hiçbir gerçekliği olmadığı gibi savunanların içtenliğinden bile yoksundu. Ama şimdi, aynı sözü, “biz büyük bir aileyiz” diyerek savunuyor iktidardakiler. Nasıl bir aile ki, köyler boşaltılmış, kentlerdeki yaşam alanları yıkılmış, insanlar oradan oraya sürülmüş. Her bir birey hayatta kalmaya çalışırken, en çaresiz olanlar, kadınlar ve çocuklar ortalıkta kalmış. Hapse girenlerin, işsiz kalanların geride bıraktıklarını da katın bunlara. Türkiye’yi büyük bir hapishaneye çevirenlerin herkesi herkese ötekileştirdiği bir ülke ki burası, herkes herkesin üveyi olmuş durumda. Bu göz ardı edemeyeceğimiz büyük bir acı gerçek. Ama bir de şu var. Henüz tam kayıp değil vicdan, merhamet, dayanışma… Bu duyguların harekete geçtiği durumlarda o kadar çok üvey kardeşlik yaşanıyor, evlatlık durumlar peyda oluyor ki… Göz yaşartıcı bir boyutta dayanışma da var. Bu dayanışma hem savaştan, açlıktan, sefaletten kaçan başka ülke insanları arasında hem de savaş var mı yok mu konuşulamaz türdeki bu ülkede.

‘TOPLUMUN İÇ ÖRGÜSÜ DARMADAĞIN’

Adalet kavramı romanın başında sonuna kadar kendini hissettiriyor. Bugün ülkemizde de en fazla tartışılan kavramlardan biri adalet. Neler söylemek istersiniz?

Benim anlayışım şu: Bir ülkede bir kişi için bile adalet yoksa o ülkede, o dünyada adalet yok demektir. Ama herkesin her zaman en fazla ihtiyaç duyduğu şey de adalettir. Adalet kurumlarının ne hale getirildiğini hepimiz biliyoruz. Ama bu ülke bu zamandaki kadar adaletsiz kalmış mıydı? Kurumları yok peki ama aynı zamanda atomlarına kadar parçalanmış bir insanlık durumunu da yaşıyoruz acı biçimde. Toplumun iç örgüsünü darmadağın eden bir yersiz yurtsuzluk durumu, insanları asgari insan oluş koşullarına zorluyor. Yaşar kalabilme koşullarına. Bu gerçek umarım arızidir. Bu maraza maruz kalanların birbirini anlama koşullarını geliştirmek zorundayız.


 

Manves City, Latife Tekin, 152 syf., Can Yayınları, 2018.

‘İNSAN SÜRÜKLENEN BİR CANLI’

Sürüklenme’nin başladığı nokta bir yol hikayesi… Metinde bir köyün değişimini, birçok şehri kapsayan bir yolculuğu görüyoruz. Sizin için yolda olmak ne anlam ifade ediyor?

Sürekli seyahat eden bir anlatıcısı var Sürüklenme’nin. Cinsiyetsiz ve ismini bilmediğimiz bir anlatıcı.

İnsanın sürüklenen bir canlı olduğunu düşünüyorum. Uçucu, güvenilmez, savrulmaya yatkın bir canlı… Bu yanıyla zaten hepimiz yoldayız. Hayatın kendisi başlı başına bir sürüklenme ve macera… Ömrümüz bir yolculuk; doğumdan ölüme doğru… Dünyanın ışığı bizden uzaklaşıyor.

Sürüklenme’nin üç genç kahramanı var. Geç yoksulluğunu ve gençliğin şu anki halini konu edinen bir hikayesi var. Çok yakın bir zamanda Türkiye’de dört yüz bine yakın genç yollara çıktı ve gittiler. Asya’dan, Afrika’dan genç erkek göçü yaşanıyor. Bu anlamda aslında tüm dünya yollarda…

Yolla başlayıp, vardıkları yerde bambaşka anlamlara bürünüyor iki roman da… Bunun dışında iki roman özelinde taşrayı mesken ediniyorsunuz. Eşitlerin, yoksulların birbirlerine karşı sorumluluklarını görüyoruz. Sizin bugünü yazmaktaki motivasyonunuz neydi?

Bugünle aramıza bir uzaklık girdi. Bugünümüze başka bir duyguyla bakıyoruz.

‘KENDİMİZİ BU ÜLKEYE AİT HİSSEDEMİYORUZ’

Nedir o duygu?

Kendini bu ülkeye ait hissedememek, bu ülkeyi kendine ait hissedememek… O aidiyet duygusu kendi yaşadığımız ülkeyle zedelendi. Bütün sanayi bölgelerinde, tarım alanlarında alt üst oluş o kadar şiddetli zedelendi ki ben artık sessiz kalamayıp oradaki insanlara bakmak istedim. Sanayi bölgelerinde, tarım alanları tahrip ediliyor. Bir talan söz konusu. Bugüne dair söz almak istedim bir edebiyatçı olarak. Köylerini kaybediyor insanlar. Muğla, Yatağan bölgesinde çok fazla ruhsatlandırma yapıldı ve 48 köy tehdit altında. İnsanlar yaşadıkları, büyük büyük dedelerinin topraklarından kovuluyorlar. Burada artık zengin-yoksul yok! İnsanların geçmişle kurdukları bağları, hayalleri, rüyaları, düşleri, hepsi koparılıyor ve bu insanlar köylerinden atılıyor. Niye? Maden çıkacak diye! Maden varsa çıkarmak meşru! Böyle baktığımızda taşrada, birçok evde altüst oluş var. İnsanlar özeleştirme ve şirketlerle karşı karşıya! Köylüler öfke ve acı dolular ve hiçe sayıldıklarını düşünüyorlar. Bu durum sanayi bölgelerinde de aynı. Fabrikalarda işçi olmak kolay değil.

Manves City’de, artık sokaklara dökülmüş, işsizleşmiş işçileri anlatıyorum. Geleceksiz, işsiz, güçsüz, parasız ve çaresiz insanlar tabii ki birbirlerine karşı da zalim olabiliyorlar. Fabrikada çalışan arkadaşlarım anlatırdı; işçiler, birbirlerine ağır şakalar yapabiliyorlar. Burada masumiyeti olan bir kötülük görüyorum. İşçiler arasında da ezme-ezilme ilişkisi oluşuyor. Manves City’de, bu yaşananları anlamaya çalıştım. Birçok çalkantının içinde ayakta durmaya çalışan işçilerden söz ettim.


Latife Tekin: Kötülüğün görünür hale gelmesi bertaraf etmek için bir fırsat

 Çağdaş Türkçe edebiyatın önemli isimlerinden Latife Tekin dokuz yıllık aranın ardından, bir edebiyat jesti yaparak, iki romanla birden okuyucuylarıyla buluştu. Tekin'le, Sürüklenme ve Manves City üzerine konuştuk.

15 Kas 2018
Anıl Mert Özsoy aozsoy@gazeteduvar.com.tr

DUVAR – Türkiye’nin önde gelen yazarlarından Latife Tekin, Sürüklenme ve Manves City adlı iki romanıyla okurlarının karşısında. Birbirlerine lehimlenen, taşranın, genç yoksulluğunun resmedildiği, eşitler arasındaki hiyerarşinin yarattığı zulmü, işçi sınıfının içinde olduğu koşulların toplumsal çürümedeki etkisini konu edinen romanlar üzerine konuştuğumuz Tekin, “İşçi tanıklıklarını okumak çok öğretici ve dönüştürücü olur, diye düşünüyorum. Yaşam koşullarından dolayı işçi yazarların çıkması çok kolay değil ama bugün olup biten olayları içeriden yazan işçi yazarların olması benim hasretle hayal ettiğim bir şey…” diyor.

Manves City ve Sürüklenme nasıl bir sürecin sonunda ortaya çıktı?

İlkin daha çok Sürüklenme üzerine düşünmeye başlamıştım ama öyle bir süreç ki artık yoksullar hakkında bir şey yazmadan yazmaya devam etmek içimin kaldırmadığı bir durum haline geldi ve bir mutsuzlukla hem Sürüklenme üzerine düşündüm hem de yoksulların arasına karışmak istedim. Ne değişti, ne durumdalardı…

Çünkü yoksullar ancak topluca öldükleri zaman görünür hale geliyorlar. Ben de yoksulun aldığı yeni biçimi merakla Sürüklenme’yi içten içe düşünmeye başlayıp yoksulların peşine düştüm. Yoksullara kavuşunca, onların yaşadığı şeyleri görmeye başladım ve artık Manves City’nin de ilk cümleleri dilime dolmaya başlayınca Sürüklenmeye de çalışmaya devam ettim.

Unutma Bahçesi’nden başlayarak, Muinar’a kadar daha çok insanın sürüklenen bir canlı olduğuna dair bir duygumla Sürüklenme üzerine düşünüyordum. Önceden pek hayal edemeyeceğim bir yazma süreciydi. Çünkü ben yoğunlaşarak, sayıklar gibi yazıyorum. Biraz Sürüklenme’yi, biraz Manves City sayıklayarak, birbirine ayna olan iki kitabı yazdım. Birbirine el veren, selam veren iki roman ortaya çıktı. İkisinin yanyana yayımlanmasını çok istedim ve yayınevinin de desteğiyle ikisi aynı anda yayımlandı.
Manves City, Latife Tekin, 152 syf., Can Yayınları, 2018.


Yan Sütûndan devam

(Proleter deneyimi ve roman
Orhan Koçak - Latife Tekin)

Çocukluk arkadaşlarının ilişkisinin aşka “evrilmesinin” önüne hep engel çıkar: “Nergis’in birden serpilip boylandığı bahar, Ersel’in annesi onlara soğuk yüz göstermeye başlamıştı. ‘Oğlum senin kızına bekçilik mi edecek,’ demişti. ‘Onu tiyatro kursuna götürecek başka birini bulsun, işe kafasını verip çalışamıyor.’” Nergis, drama kursunda tanıştığı Çağdaş diye bir oğlandan erken yaşta hamile kalır. Evlenir, ayrılır, sonra da Ersel’in üvey amcası Serco’nun sevgilisi olur. Ve kırgınlık çoktan başlamıştır: “Birbirlerinden hiç kopmadılarsa da, Çağdaş’la nişanlanacağını Ersel’in başkasından öğrenmesi onda gönül kırıklığına sebep olmuş, bakışları birbirinin yüzünden boşluğa kayıp çekilmiş, kalpleri için için yanarken sesleri dilleri soğumuş.” Ersel de bu arada Zeynur’la beraber olmuş, ama üvey amca Serco tıpkı Nergis gibi Zeynur’u da ondan almıştır (belki müzikal yetenekleri sayesinde).

Cezaevindeyken Ersel’i hayata ve Erice’ye bağlayan Nergis’in mektuplarıdır. Çıkıp Eda’yı aramaya başladığında, tıpkı Nergis gibi kasabanın amatör çöpçatanı Gülyaz Abla da onu uyarır ve Nergis’i işaret eder: “Eda’yı bulup ne yapacaksın, evladım, sen önce bulman gereken kişiyi bul, Nergis de sen de yalnız kaldınız […] öksüz erkek kalp yakar hayat söndürür, öksüz kız yuva yıkar mal süpürür. İkinizde tersi oldu bu, sizin canınızı yakıp bıraktılar, çocukluk sevdasını yeşertmek kolaydır, bir tatlı sözle çiçek açar meyve verir, sen bakma onun buralara gelme dediğine, söylediğini tersinden okuyup sarıl anlayacaksın.” Gülyaz Abla da Ersel’den müsbet eylem bekleyenlerdendir: “Buradan çıkınca doğruca varıp kızı bul, o anlar zaten kucaklarsın biter dertleriniz, iki oğlanla baş edemiyor, baba lazım onlara, bak saçına ak düşmüş…”

Ama bu Pol ve Virjini’nin çocukluk heyecanlarının üzerinden (ya da altından) çok zaman geçmiştir. Nergis’in iki kere alınıp iki kere bırakılmasının yanında, Ersel’in de gönlü başka hedeflere gidebiliyordur: mesela cezaevi arkadaşı Amir’in güzel karısı Bahal. Ama kadının yüzüne bakmamaya çalışır, en iyi yaptığı şeydir kendi arzusunu boğmak. Böylece Nergis’le Ersel “negatif flört” diye de adlandırabileceğimiz bir karşılıklı kaçırmalar oyununa girerler: Biri elektriklendiğinde öbürü yorgun ve kayıtsızdır, duygusuz olan canlandığındaysa beriki çoktan çekilmiştir. Gülyaz Abla’nın galvanizasyon çabaları hiç yeterli olmaz, bu Pol ve bu Virjini birbirlerine yorucu bile gelmeye başlamışlardır. Cezaevi çıkışının ardından ilk buluşmadan sonra: “Ersel’den ayrılınca rahatlayıp derin bir Nefes aldı Nergis, açık söylemek gerekirse, yokluğuna alışmıştı demek ki onun.” Sık sık çelimsizliğini, temelsizliğini, rastlansallığını hissederler aralarındaki “derin” bağın: “Şaşkınlıkla baktı Ersel’in yüzüne Nergis, yemeğe çağırmayacak olsa görüşemeyeceklerdi demek ki.” Keder ve yas girer: “Kim bilir Ersel’i ne zaman görebilecekti bir daha, görebilecek miydi? Ondan sakladığı her şeyin üzüntüsü kapladı içini, yüreğini yakan pişmanlık duygusuyla oturdu kâğıtların başına.”

Nergis’in bir sonraki köşesi, yas konusuna ayrılmıştır, “Gitmiş Gibisin” başlığıyla: “İçimde kımıldanan duyguyu nasıl anlatacağımı bilebilsem keşke, yıllar uçup geçerken zaman sanki ikimizi aklında tutup yazacakmış gibi sonsuzca.” Ama bu şiirsel duygulanma içinde bile son derece romansal rezervler vardır– aktardığım cümlenin ardı: “Kendini rüzgâra saklamış bir oluşuma güvenmek hata olur.” Rüzgâra saklanan, rüzgârla bir olan şüphesiz bu öykünün kayıpçısıdır, Ersel: “Gitmiş gibisin, zaman yürekleri kanatıp kulağının üstüne yatıyor bazen, içinde gezlerini açamayan uykulu bir insan var sanki, doğrulup her şeyin üstünü külle örtüyor, yarı dalgın bir havayla dolanıyor rüzgâra, hayatlar karla dumanla çığla sönerken eğilip bakmıyor saatine hiç.”

Çok şükür, bu romanın yazarı, kendisinde de her an olaya (anlatıya) hâkim olmaya hazır olduğunu bildiğimiz şiirsel köpürmeleri kendi kahramanının köşe yazıları içinde kontrol altına almayı başarmıştır. Çünkü bu proleter Bernardine de Saint-Pierre öyküsüne çok daha keskin, çünkü romanesk bakışları vardır Tekin’in. Aşkın da bir “sınıfsal” çerçevesi olduğunu gösteren: “Ersel’den geçmişte birbirlerine tutunarak zorluklara karşı durabildiklerini hatırlatan bir mektup daha aldığında, hayallerin de sona erdiği düşme noktasından geri çekilmeye çalışıyordu Nergis. Yaşanmaz bir ömür verilmişti onlara, bağlılık yemini etseler de boş, işten atıldıkları anda kendi gözlerinde bile kıymetleri kalmıyordu.” (a.b.ç.) Belki de romanın en kederli ama aynı zamanda en delici pasajı budur, daha kitabın başlarında bizi melodrama karşı pekiştiren: Kendi değerinden soyulmuş insanın başkasına verdiği sevgi de pek gürbüz olamıyor. Paralel bir seziş de eğitimle ilgili: “Telefon kapandıktan sonra çocukluk anılarına daldı Ersel, onu okutmak için çırpınıp duran annesine söylediği şeyler aklına geldi, ‘Okul sadece acı yaşamayı ertelemek için kullanılan bir şey,’ demişti, ‘bizim gibilerin sonunu getirme imkânı yok.’”

İşte, Manves City’nin yazarı da bugünün proleter deneyimine ilişkin bu iki zıt tavır arasında tarafsız, “nesnel” kalmayı tercih ettiği için başarılı oluyor. İkisi de var çünkü: Bir yanda kayıpçılar, kendini “rüzgâra saklayanlar” (bunlara “Brexitçiler” mi diyeceğiz), karşı kıyıda tiyatro veya bilgisayar kurslarıyla yeni’ye ayak uydurmayı becermiş olanlar ya da öyle hissedenler. Manves City’den bakarak izlemek fena olmayacak önümüzdeki yılları; ve tabii kitaba da oradan tekrar bakacağız.

[1] Nergis’in mahalli gazetede çıkan bir köşe yazısından: “‘Erice’de üveylikten çok ne vardı,’ diye soranlar olmuş. Cevabım kiraz ağacıdır, onları da söküp yerlerine ceviz ağacı dikmeye başladılar.” [2] Erkan Irmak, Eski Köye Yeni Roman: Köy Romanının Tarihi, Kökeni ve Sonu (1950-1980), İstanbul, İletişim Yayınları, 2018, s. 72. [3] “Sanayi devriminin” başında işçiyle teknoloji düşmandı; İngiltere’de, Belçika’da adamlar kırıyorlardı makineleri, kendi açılarından haksız olmayarak. Sonra, sanayileşmenin ikinci (elektrik, kimya) evresinde müttefik oldular: İnce, vasıflı işçiliğe ihtiyaç vardı: 1902-23 yılları arasında Amsterdam’dan Petersburg’a, Torino’dan Hamburg’a kadar bütün Avrupa’yı sarmal hâlinde dolaşan proleter kalkışmasında örgütçü ve ajitatör olarak başı çekenler hep o yeni sektörlerin kadın ve erkekleriydi: makineyi işletmesini de, bakımını yapmasını da ve bozmadan durdurmasını da bilenler. Şimdi, robotların evresinde, işçi (değişken sermaye) ile teknoloji (sabit sermaye), bir kez daha boğaz boğaza. [4] Eskiden adı “personel müdürlüğü” gibi bir şeydi. Bu yeni hümanist isim, çalışanların her an kapı önüne konulabileceğinin en şaşmaz göstergesi olmuştur son 30 yılda. [5] Bu “kültürelleşmenin” daha kederli bir boyutunu Ersel’in eski sevgilisi Zeynur’un evden kaçarken hırkasının cebinde bıraktığı notlardan, gönderilmemiş mektuplardan izleriz: Psikoterapi görmekte ve kendini o disiplinin terimleriyle tahlil etmektedir. Psikolojik söylem işçi sınıfının gündelik hayatına da sızmıştır. Sonunda Serco’nun onu da akıl hastanesinde bırakıp kaçtığını öğreniriz. [6] “Doğuştan dili sönükmüş gibi az gülüp az konuşurdu Ersel, konuşunca de sesi az duyulur. Oturup kalktığı yerde çığlıklar, haykırışlar diner, ortalık sessizliğe bürünürdü.” [7]Balkan şarkıları söylüyordur adam: “[Serco] ‘Yovano’yu söylemeye başladığında ateş yakması gerektiğini anlardı Ersel. ‘Yovano Yovanke.’ Çadırlardan uzakta, yol kenarında kurulu kamış kulübelerden insanlar çıkıp gelirdi […]Kraj Vardarot sediş, mori, belo platno beliş. Vardar’ın kıyısında oturuyorsun canım / Beyaz keten ağartıyorsun / Gözün yükseklerde / Canım benim Yovano / Ben seni bekliyorum oysa.”