Pascal Mercier
Lizbon'a Gece Treni

Pascal Mercier

 

Anasayfaya
Eleştiri sayfasına

 

13.03.2013


  Editörün Notu: Kendini zapt edemeden hayallerinin içinde kaybolabilen bir adamdır Amadeu. Ahlaki bir seçim yapmış, Salazar diktatörlüğüne karşı isyan edenlere katılmış ve hayatın anlamı hakkında bitip tükenmeyen düşüncelerle boğuşmuştur. Elde ettiği şeylerle yetinmeyen ama hayal kırıklığına uğramaktan bir o kadar nefret eden Amadeu çoğunlukla kendisine karşı yaşamış ve kendisine karşı yazmıştır. Amadeu de Prado’ya göre “Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir”…(Ömer Türkeş)

  Kavruk çöl havası

http://www.radikal.com.tr

'Lizbon'a Gece Treni', sakince akan ama delişmen duran, asla unutulmayacak bir serüven. Bu roman, 'dünya kocaman bir metindir ve sürekli okunmalıdır' diyenlerin kitabı

14/12/2007

SEDAT DEMİR

İbranice, Latince gibi eski dillerin öğretmeni ve düzenli bir hayatın sarsılmaz kalesi Raimund Gregorius'a zihni bir gün oyun oynar. Hayatının akışını, etkileyici bir kadından çıkan birkaç hece kırıverir. Çevresinde, en ufak değişikliğe karşı duyarlılığıyla tanınan öğretmen, bir anlamda o güne kadar öğrettiği kelimelerin ve onların işlemi olan gramerin evrenini anlamadığını fark ederek, 'Hayat yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir' diyen doktor ve yazar olan Prado'nun yaşadığı kente, Lizbon'a gitmeye karar verir. Düşünecek zamanı yoktur, çünkü artık kendisi için yıldızların sönmeye başladığı günlerde, yaşam dürtüsü artık onu ölümle ve akıl almaz bir merakla tehdit etmeye başlamıştır. Üzerinde melankolik bir çözülmemin tüttüğü Lizbon'a Gece Treni'nde, bu yolculuğun duyurusu en başta yapılır. Gerçek adını bizden saklayan Pascal Mercier'in ilk romanı olan yapıt, varoluşsal bir düzlemde melankolik bir perdenin arkasında hareket eder ve türün bütün kurallarına uyarak iki metal ray üzerinde Bern-Lizbon arasında seferine başlar. İçsel bir yolculuktur bu; Doğu literatüründe sıkça rastladığımız arayış evrelerinin bir mozaiğini saklayan düşsel, mistik bir arınmayı yaşamak, kelimelerin gerçekliklerini yakalamak için bir fırsattır.

Öğretmen Gregorius'u hareketlerini yönlendiren Prado'nun notları italik harflerle romanın kapsamı altında duruyor. Bu yüzden öğretmen roman içinde fiziksel eylemi yapıyor görünse de, etkin rol yıllar önce ölmüş Prado'da. Grogerious, gri kaplı kitabın içinde adı geçen kişilerle görüşmeyi Prado'nun bir buyruğu gibi algılıyor. Onun rahip olan öğretmeniyle, dostlarıyla, o yıllar Salazar diktatörlüğüne karşı birlikte savaşmış arkadaşlarıyla, onun öldüğü saatte bütün saatleri durdurmuş kız kardeşiyle, ona hayran olan kadınlarla tek tek konuşuyor.

Aristokrat bir yapı sergileyen ailenin içinde Prado, bu arada, insanlığın entelektüel birikiminden uzak değil. Korkulacak düzeyde idealizme sahip bu çocuğun rahip öğretmeni, onun hakkında en doğru saptamayı yapar: 'İmansız Rahip' Ona göre Amedeu Inacio de Almedia Prado sıkı metaryelistti, ama rahip olmayı dilemişti. Trajedi eğilimli, deneyimlerinin içinde romantizmin içkinliğinden daha çok dilin gerçeğini arayan ve ona inanan, cesur bir roman kahramanı Prado. Her ne olursa olsun 'kitsch'in karşısında yer alıyor ve Tanrı'ya inanmak üzerine çocukluğunun ilk evrelerinden itibaren soruşturuyor. Prado'nun anahtarı melankoli kelimesidir, ancak bu anahtar dünyanın diyalektiğine, yani kapılarına uymaz. Kişisel savaşımını Tanrı'nın İncil'i ile eylemin ve teorinin Portekizce'sini yazan Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı arasında verir. Dünyayı değiştirmeyi umduğu sıralarda Tanrı'nın varlığını sorgular ama dinsel ayinlerin insanlığı kurtarabilecek bir gücü olduğunu düşünerek onların devamlılığını arzular.


Varoluş bilinci

Yaşamın kendisini bir trende yolcu olmanın heyecanının sürekliliğine benzeten, ölümü ise trenin raydan çıkması kadar inanılmaz bulan Prado'nun gizemli hikâyesinin yazarını heyecanlandırdığını, bunun roman diline yansıdığını söylemek zor değil. Yazar anlatıcı olarak Mercier'in söz konusu yaşam-ölüm dürtülerinin yaşı gereği, tanığı. Onun gözlem gücünü, kahramanlarının gündelik yaşamının ayrıntılarını verirken rastlıyoruz. Bu arada, kahramanların hepsi, klasik yapıtların diyaloglarında olduğu gibi ağır, tok sesle konuşuyor. Bu, okuru rahatsız etmekten öte, henüz yazılmış romanın kahramanlarını saygıyla dinlenmesini sağlıyor. Çünkü hepsi insanda bulunan ortak yapının odağından, varoluş bilincinden bahsediyor.

İsviçre-Alman yazın geleneğinden beslenen Mercier, Lizbon'u kullanarak orta Avrupa'nın melankolik pencerelerinden birisini, dünyanın sonuna, karanlık fırtınalı okyanusun kıyısına, yani ölüme, diğerini ise kavruk çöl havasına açıyor. Roman, işte burada canlı bir nesne gibi kendisini eviriyor, mistifike ediyor ve İsfahan'a, İran'a kadar uzanıyor. Ve bütün yolculuklar gibi son istasyonda, 'Finisterre'de son buluyor.

Bir başkasına yolculuk

http://www.yeniaktuel.com.tr

Pascal Mercier imzalı Lizbon'a Gece Treni, arada bir nefes alınarak okunması gereken kitaplardan. Çünkü tek bir kitap okuyor gibi hissetmeyeceksiniz kendinizi, çok katmanlı ve pek çok anlamı olabilecek nitelikte bir anlatı.

İsveç doğumlu, ancak Almanya'da yaşayan ve bu ülkenin çok satanlar listesinin gediklilerinden Pascal Mercier (gerçek adı Peter Bieri ve işi de felsefe), Lizbon'a Gece Treni (Merkez Kitaplar, çev: İlknur Özdemir) rastlantıların, bir yaşamı kökünden değiştirebilecek şeylerin, kendi sınırlarına hapsolmuş yaşamlarımıza biz istesek de istemesek de gerçekleşen müdahalelerin, o sınırların manipüle ettiği kendi hakikatimizle tanışmamıza nasıl da yardımcı olabileceğini anlatıyor.

İsveç'in Bern şehrinde Latince, Yunanca ve İbranice dersleri vermekte olan Raimund Gregorius tam 57 yaşındadır, işinde iyidir, "okuldaki en tutarlı kişi"dir, harcamayı akıl etmediği parası bankada ona ihtiyaç duymaksızın birikmektedir, asla hata yapmaz ders verirken, o kadar yapmaz ki bir gün küçük bir hata yaptığında günlerce o konuşulur okul koridorlarında, hatası bir fısıltı halinde tekrarlanır... Sonra kuzey ülkelerine özgü soğuk ve yağmurlu bir günde her gün gittiği yoldan ders vermekte olduğu liseye giderken, bir köprünün üstünde, sanki oradan atlayıverecekmiş gibi duran bir kadına rastlar Gregorius. Kadın, elinden düşürdüğü bir kâğıttan aklında kalmasına karar verdiği bir numarayı Gregorius'un alnına yazıverir panik halde. Gregorius şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışırken kadını da hayatına alıverir. Yalnızca tek kelime eder kadın; Gregorius'un nereli olduğu sorusuna yanıt verirken söylediği "Portugu" Sonundaki ş'ye çalan vurgu kalır öğretmende. Yanına alır onu, okula götürür, bir havluyla saçlarını kurutur, derse girerler birlikte, sonra kadın çıkıp gider. Birkaç dakika sonra da Gregorius, çok sevdiği kitaplarının içinde olduğu çantasını bile kürsüsünün üzerinde bırakarak çıkar dersten... Kadını bulmaya çalışırken bir kitabevine girer, Portekizce bir kitap geçer eline. Amedeu Prado'nun, 1975'te yayımlanmış bir kitabı: "Sözlerin Kuyumcusu". Dil öğrenmekte ustalaşmış olan öğretmen, aynı gün eline aldığı Portekizce bir sözlüğün de yardımıyla kitabı çözmeye koyulur. Ama yetmez... Ne de olsa nihayet peşinden gidilecek bir şeyi olmuştur... Bir trene atlar ve her an içindeki acımasız geri dönme arzusuyla baş etmeye çalışıp, bunun üstesinden de gelerek Lizbon'a gider. Hikâyenin bundan sonraki kısmında Amedeu Prado'nun izini sürerken, 57 yıllık yaşamını gözden geçirecektir Gregorius. Neden başka türlü değil de böyle bir insan olduğunu anlamaya; Portekizli diktatör Salazar'la birlikte kendi yaşam örüntüsüyle de mücadele eden Prado'nun biriktirdiği anların içinde yaptığı yolculukla kendisine bir anlam vermeye koyulacaktır. Dramatik olan; yaşadığı 57 yıl boyunca -belki de kendi hikâyesinin derinliklerinde kaybolmaktan korktuğu için- ağır çerçeveli gözlüklerinin, okuldaki kürsüsünün, daracık evinin, etrafında saygıdan örülmüş duvarların ardında varlığını alabildiğine koruma altına almış bir adamın, bir başkasını, dilini bile bilmediği bir adamı, bir "imansız rahibi" tanımak için duyduğu açlığın şiddeti: İnsan, özellikle de okuyan insan, ne denli yüksek ve ses geçirmez duvarlar örebiliyor kendi etrafına ve ne denli görünmez kılabiliyor dünyayı gözleri için.

Mercier, Gregorius'un yanı sıra Prado'yu ve onu tanımaya çalışırken dokunduğu hemen tüm karakterleri, imansız rahibin sevgililerini, kız kardeşlerini, arkadaşlarını, hatta Salazar'ı bile derinlikli çözümlemeler aracılığıyla tanıştırıyor bizimle. Şu soruları sıralıyor Mercier: "İnsanın kendisini tam anlamıyla kavrayabilmesinin en iyi yolunun bir başkasını tanımayı ve anlamayı öğrenmek olması mümkün müydü? Hayatı bambaşka bir çizgi izlemiş, bambaşka bir mantığa sahip olmuş birini? Bir başka hayata duyulan merak, insanın kendi zamanının tükenmekte olduğunun bilincinde olmasına nasıl uyardı?" Bir insan, başka bir insana yaptığı yolculukla teşhis ediyor kendini. Bern'in soğukluğu ile Lizbon'un ışıltısı arasındaki bağlantı, olabilecek en güzel yolla, modernitenin kurucu ulaşım aracı olan trenle kuruluyor. Gregorius kuzeydeki mağarasından güneydeki aydınlığa gitmek için daha uygun yol bulamazdı, çünkü ancak sadece tren, henüz şımartılmamış hızı sayesinde arada bir ortaya çıkan geri dönme mücadelesiyle başa çıkacak irade aralığını tanıyabilirdi ona...

Lizbon'a Gece Treni, arada bir nefes alınarak okunması gereken kitaplardan. Çünkü tek bir kitap okuyor gibi hissetmeyeceksiniz, çok katmanlı ve pek çok anlamı olabilecek nitelikte bir anlatı. Ayrıca karşınıza her yerde çıkması mümkün olmayan paragraflarla aklınızı karıştıracak: "Aslında, hayata yön veren olayların altında çoğunlukla inanılmaz derecede sessiz bir dramatiklik gizlidir. Patlamaya, yükselen alevlere ve yanardağın lav püskürtmesine o kadar benzemez ki, yaşandığı anda o deneyim çoğu kez fark edilmez bile. Devrimsel etkisi ortaya çıkarken ve bir hayatın bambaşka bir ışığa bürünüp yepyeni bir melodiye kavuşmasını sağlarken, sessizce yapar bunu; ve bu muhteşem sessizlikte yatar onun asıl soyluluğu." Bu yüzden, zihinde bırakacağı buruk tadın ayırdına varılabilecek bir zaman diliminde ele almalı bu kitabı...


From the Reviews:

"The novel, as mesmerizing and dreamlike as a Wong Kar-wai film, with characters as strange and alienated as any of the filmmaker’s, is in fact preoccupied with translation, with all that can be lost or gained in the process. But more than that, it is concerned with the power of language to forge and dismantle people’s experiences, desires, and identities. (…) When a character undertakes this level of soul-searching, the temptation to over philosophize can be difficult to resist, and at times, Mercier succumbs, as with his drawn-out life-as-a-long-train-ride metaphor" - Amy Rosenberg, Bookforum

"Its subtlest, most appealing accomplishment may be in how other characters respond to Gregorius' precipitous swerve onto the spiritual path. (...) That said, Night Train to Lisbon is a very long, ambitious book that's feverishly overwritten. (...) Think of W.G. Sebald recast for the mass market: stripped of nuance, cooked at high temperature and pounded home, clause after clause. Some of the clumsiness derives from Barbara Harshav's inelegant translation -- we're often aware of her struggle -- but she can't be blamed for the pervasive bloat." - Michelle Huneven, The Los Angeles Times

"Mercier’s novel has already sold two million copies since its publication in German four years ago, but it is hampered by an inelegant translation. Even so, this cannot explain the absence of narrative tension, or Mercier’s grandiose style (...). They make the novel particularly ponderous." - Katharine Hibbert, New Statesman

"(F)antastical, long-winded and dull (.....) The book was a huge hit in Europe, where the reading public has greater patience for turgid (Mercier might prefer to call it "bombastic") introspection. (...) Mercier’s wording is so dense and overwrought, and Barbara Harshav’s translation so ham-handed, that unpacking each sentence is like decoding a cryptic crossword in hieroglyphs." - Liesl Schillinger, The New York Times Book Review

"Night Train to Lisbon, which first appeared in German in 2004 and went on to sell 2 million copies throughout Europe in many different translations, is not a typical best-seller. It is a meditative novel that builds an uncanny power through a labyrinth of memories and philosophical concepts that illuminate the narrative from within, just as its protagonist will discover the shadows of his neglected soul by bringing the story of another man into the light." - Joseph Olshan, San Francisco Chronicle

"Night Train to Lisbon is a novel of ideas that reads like a thriller: an unsentimental journey that seems to transcend time and space. Every character, every scene, is evoked with an incomparable economy and a tragic nobility redolent of the mysterious hero, whom we only ever encounter through the eyes of others." - Daniel Johnson, The Telegraph

"(O)stentatiously a novel of ideas. (...) It might be that some of the novel's charm has been lost in Barbara Hershav's efficient translation, but the philosophy it expounds is as unoriginal as the plot." - William Brett, Times Literary Supplement

"It's a strange book. (...) All of which is interesting enough, but in a rather clinical way. One problem with Night Train to Lisbon is that its plot, if plot is the word for it, consists almost entirely of talk -- talk, talk, talk -- about people and events in the past. The effect of this endless conversation is numbing rather than stimulating. (...) Possibly, Mercier's American publisher thinks that his fiction offers the kind of intellectual puzzles and trickery that many readers love in the work of Umberto Eco, but there are no such pleasures to be found here. Night Train to Lisbon never engages the reader, in particular never makes the reader care about Gregorius. It's an intelligent book, all right, but there's barely a breath of life in it." - Jonathan Yardley, The Washington Post

  http://www.complete-review.com
http://www.bookforum.com
http://www.latimes.com
http://www.washingtonpost.com

Diktatörlük bir gerçekse...

15/06/2012

http://www.radikal.com.tr/

'Lizbon'a Gece Treni' barındırdığı tema zenginliğiyle şaşırtıcı bir roman. Dille, tarihle, aşkla, duygularla; kısaca dünyaya atılmış bireyin içinde bulunduğu durumla sorgulayıcı bir hesaplaşma

A. ÖMER TÜRKEŞ

İsviçreli yazar Pascal Mercier’in 2004 yılında yayımlanan ‘Lizbon’a Gece Treni’ kısa zamanda Avupada iki milyon baskıya ulaşmıştı. Rakam şaşırtıcı değil, şaşırtıcı olan best seller kalıplarının çok dışında kaldığı halde gördüğü büyük ilgi. İyi bir formül bulmuş Mercier: Dile, edebiyata, insana, insani ilişkilere, sadakate, kefarete, ahlaki seçimlere, pişmanlığa dair felsefi tartışmalar içeren 400 sayfalık ‘Lizbon’a Gece Treni’ içerik anlamında ağır, okunurluk anlamında hafif bir roman. Başka bir adamın hayatını anıların ve felsefi kavramların yardımıyla aydınlatmaya çalışan roman kahramanının kendi bastırılmış benliğini keşfetmesi üzerine kurgulanmış dingin, olaysız ama beklentleri diri tutan hikayesi tuhaf bir gerilim atmosferi yaratıyor.

1993 yılının kış ayları. Raimund Gregorius İsviçre’nin Bern kentindeki bir lisede klasik diller öğretmeni. Elli yedi yaşında. Şimdi öğretmenlik yaptığı liseye tam kırk iki yıl önce, on beş yaşında bir lise öğrencisiyken adım atmış. Dört yıl sonra mezun olmuş, ama mezuniyetinden yine dört yıl sonra, Yunanca dersine vekâlet etmek üzere bir kez daha dönmüş lisesine. Üniversite öğrencisi olan vekil öğretmen, öğrenciliği hiç bitmeyen kalıcı bir vekil öğretmene dönüşmüş. Üniversiteyi bitirmesine rağmen sevgili lisesinde klasik diller öğretmenliğini bırakmak istememiş. Lise onun dünyası ve o bu dünyanın efsanesi. İşini, öğrencilerini çok seven iyi bir öğretmen. İşi dışında beklentisiz, tutkusuz, “sosyal başarısız” bir adam; ya da tutkuları çok derinlerde bir yerde. Tutkusu bir vakitler bir süreliğine uyanmış, eski bir öğrencisi ile evlenmiş, ama hayatla mesafesi evliliğin de sonunu getirmiş.

Gregorius’un dingin hayatı bir gün işe giderken köprü üzerinde karşılaştığı bir kadına rastlayınca değişecektir. Portekizli kadının sözcükleri ve geldiği gibi gidişi merak duygusu uyandırır Gregorius’ta. Bilmediği halde Portekizce bir kitap almak için gittiği sahafta bulduğu “Sözlerin Kuyumcusu” adlı kitap merakını ateşleyecektir. Amadeu de Prado adlı bir adamın 1975 yılında Lizbon’da yayımlanmış kitabını pasajlar halinde ağır ağır tercüme ederken aydınlanma anları içinde bulur kendisini. Hem Prado’yu tanımak hem esrarengiz Portekizli kadınla karşılaşmak umuduyla ansızın her şeyi bırakıp Lizbon’a giden bir gece trenine atlar. Yolculuk başlamıştır…

Tarihi ve turistik mekânlara uğramayan, dilin, düşüncenin ve duyguların dünyasında sürdürülen bir yolculuk bu. Gregorius attığı her adımda Portekizin yakın ve kanlı tarihine, faşist diktatölüğe karşı direnişin birleştirdiği insanlara, Amadeu de Prado’nun hayatına yakınlaşıyor, biraz da kendisininkine.

Dramatik süprizler

Portekizin saygın yargıçlarından birinin oğlu olan Amadeu de Prado’nun elli üç yaşında öldüğünü öğrenir; diktatörlüğün devrilmesinden bir sene önce. Kitapsa, devrimden bir sene sonra yayımlanmıştır. Gregorius’un Amadeu de Prado hakkında bilgi edinmesi için yakınlarına ulaşması gerekecektir. Birer birer tanışır onlarla, hikâyelerini dinler. Böylelikle romanın yardımcı kişileri de ete kemiğe bürünürler. Mercier, ekonomik bir dil kullanmış ama her karakteri gizemli kahramanın trajik hayatıyla bütünleştirmiş. Bütün hayatını abisine adamış kızkardeş Adriana, küçük kızkardeş Melodie, Amadeu’yu direniş hareketine sokan João, Amadeu’nun yakın dostu eczacı Jorge Kelly, Amadeu’nun büyük aşkı, uzaktan aşkı Maria João, ortaya çıkmasıyla Amadeu’nun hayını alt üst eden genç ve güzel Estefânia Espinhosa, öğretmeni Peder Bartolomeu… Yaşamlarının sonlarına gelmiş bu insanlar Amadeu ile ilgili bildiklerini anlatır, sakladıkları metinleri/mektupları okumaya açarken ortaya çok farklı tablolar, dramatik süprizler çıkacak, Amadeu’nun kitabında yazdıkları farklı anlamlar kazanacaktır.

Kendini zapt edemeden hayallerinin içinde kaybolabilen bir adamdır Amadeu. Ahlaki bir seçim yapmış, Salazar diktatörlüğüne karşı isyan edenlere katılmış ve hayatın anlamı hakkında bitip tükenmeyen düşüncelerle boğuşmuştur. Elde ettiği şeylerle yetinmeyen ama hayal kırıklığına uğramaktan bir o kadar nefret eden Amadeu çoğunlukla kendisine karşı yaşamış ve kendisine karşı yazmıştır. Amadeu de Prado’ya göre “Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir”…

Her şey bitip geriye döndüğünde çektiği resimleri ve notları gözden geçirirken Gregorius da fark edecektir bu geçeği. Geçmiş, onun bakışları altında donmaya başlayacak, bellek seçecek, düzene sokacak, rötuşlayacak, yalan söyleyecektir. Daha da tehlikelisi dışarıda bırakmaların, çarpıtmaların ve yalanların daha sonra tanınmayacak olmasıdır.

Pascal Mercier’in felsefeci kimliğinin sindiği bir roman olarak ‘Lizbon’a Gece Treni’ barındırdığı tema zenginliğiyle şaşırtıcı bir roman. Dille, tarihle, gerçeklikle, ahlaki tercihlerle, baba-oğul ilişkisiyle, aşkla, yalnızlıkla, duygularla, kısacası dünyaya atılmış bireyin içinde bulunduğu durumla sorgulayıcı ve zorlayıcı bir hesaplaşma.

Hikâye üçüncü tekil şahıs bakış açısıyla aktarılmış. Şimdiki zamanda ilerleyen bu anlatı düzlemi Gregorius merkezli. Gregorius boşluğa düştüğünde ise Amadeu de Prado’nun kitabı ya da mektupları kesiyor anlatıyı. Tesadüflerle, kontrol edilemeyen olaylarla söz konusu olaylar karşısında insanların yaptığı seçimler felsefi bir yorumla birleşiyorlar. Acımasız diktatörlüğe karşı direnişin gizemli ve heyecanlı hikâyesi olarak da işlenebilecek bir konu farklı bir ağırlık kazanıyor. Bunda Mercier’in dile, kavramlara, metaforlara verdiği önemin de rolü var. Sonuçta ‘Lizbon’a Gece Treni’ Amadeu de Prado’nun “Sözlerin Kuyumcusu” kitabına benziyor; “Sakin ve zarif. Mat gümüş gibi”...

Bütün hayatı eski metinleri didik didik edebilmek, dilbilgisi ve üslup açısından en küçük ayrıntısına kadar öğrenebilmek ve her bir deyimin hikâyesini bilmekten ibaret bir adamın ansızın başka bir hayata açılmasını büyük bir maceraya çeviren Mercier, Gregorius özelinde dünyaya, hemen yanı başındaki kanlı diktatörlüklere, adaletsizliğe kayıtsız kalan İsviçre –belki de Avrupa- toplumunu da eleştirmiş.

‘Lizbon’a Gece Treni’ etkileyici bir çalışmanın ürünü ve bu çabaya değer bir roman.


Pascal Mercier kimdir?

1944 Bern doğumlu Peter Bieri, felsefe eğitimi almış. Eski diller üzerinde çalışan, ‘Zamanın Felsefesi’ konulu çalışmasıyla doktorasını tamamlayan, çeşitli ünversitelerde felsefe profesörü olarak görev yapan Bieri, romanlarında Pascal Mercier adını kullanıyor. Pascal Mercier’in yayımlanmış dört romanı var; ‘Perlmanns Schweigen’ (1995), ‘Der Klavierstimmer’ (1998), ‘Das Handwerk der Freiheit’ (2001), ‘Lizbon’a Gece Treni’ (2004) ve ‘Lea’ (2007).

LİZBON’A GECE TRENİ
Pascal Mercier
Çeviren: İlknur Özdemir
Kırmızı Kedi Yayınevi

2012, 400 sayfa, 23 TL.


Türkiye'nin şımarık bir roman çılgınlığı yaşadığı şu günlerde 'aman bitmesin' diye okuyorum 'Lizbon'a Gece Treni'ni

http://www.radikal.com.tr/

ÖMER ERDEM


1- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; Tivoli Tejo otelinin ışık dolu odasında uyandığımda denizi göreceğimi nereden bilebilirdim? Öylesine bir ışık yoğunluğu hücum etmişti ki odaya, perdelerin neden bu kadar kalın ve kat kat olduğunu anlamakta gecikmedim. Lizbon bir güneş şehridir. Fakat ben şanslıydım. Baharın bütün şaşaasıyla coştuğu günlere denk gelmiştim. Lizbon’un kafatası delen sıcakları henüz yükselmemişti. Perdeleri sonuna kadar sıyırdım, camları açtım. Denizin ufkunda titreşen buğulu havayı sonuna kadar içime çektim. Pessoa’nın şehrindeyim, dedim. Ricardo Reis buralarda mıdır acaba?

2- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; babasının sıkıntılı hallerinde kalkıp inen insanelmasını hiç unutmayan, miyop ve kör olma korkusuyla dopdolu Mundus’a hayran kaldım. Diğer ismiyle Raimund Gregorius, sanki şuralarda bir yerlerde yaşıyor. Ne de olsa herkesin içinde ‘hayatında her şeyi değiştirecek olan günün, öteki pek çok günler gibi başlayacağını’ bildiğimden. Okuyorum.

3- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; insanın bir hayatı tek bir hayatı vardır, kendi ruhundaki hareketleri izleyemeyenler mutlaka mutsuz olurlar, cümlelerini Prado’nun kitabından Mundus çevirdiği için de okuyorum.

4- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; Pascal Mercier’in ‘sevgililer arasındaki yumuşak sessizlik’ cümlesine vuruldum.

5- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; roman içindeki ikinci roman, alt metin, ray metin hükmü de taşıyan Amadeu Prado’nun altı çizilesi satırları için bile okuyorum.Şiirsel dil ve bilgeliğin akıntısı hız kazanıyor burada. Dil sadece söylemiyle değil belki asıl duyuruşları ile canlanıyor.

6- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; İlknur Özdemir, sadece bir çevirmen olarak değil gölge yazar kimliğiyle de önümüzde yürüyor. Bir gün İlknur Özdemir, çeviri günleri düzenlenir mi? Ona hayran olanlar kavuşur mu, diye de okuyorum.

7- ‘Denizi bir kez daha görebilseydim’ demiş, Mundus’un annesi. Bir kere daha göremeden ölmüş. Kimilerinin gözüne ‘salt ölü kelimelerden ibaretmiş gibi görünen ve sevildiği için kıskanan meslektaşlarının nefretle Papirüs adını taktıkları’ bu yavan(!) adam, annesini dileğini yerine getirmek için para çalıyor. Dilbilimci, Latince, Yunanca ve Kutsal kitap uzmanı Mundus, ‘elli yedi yaşındayken hayatını ilk kez kendi eline almak’ la yüz yüze kalır. Yalancılık konusunda hiçbir deneyimi olmadığı gibi para çalmakta usta olmadığını da götürüp teslim etmesiyle kanıtlar. Çünkü o, ‘gösteriş meraklısı bir dünyaya yönelmiş sessiz bir hiddet’tir. ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum.

8- Tren yolculuğu boyunca kendisini silkeleyen Mundus, ‘hem içimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşıyorsak gerisine ne oluyor’ diye sorar. Üstelik bu yolculukta, belleğinde kırk yıldır saklı kalan Isfahan şehrini de hatırlar. Isfahan doğu kadar saklı dil rüyası gibi kabarır.

9- ‘Son yıllarda okuduğum en iyi kitaplardan biri’ demiş Isabel Allende. Türkiye ’nin şımarık bir roman çılgınlığı yaşadığı şu günlerde ‘aman bitmesin’ diye okuyorum Lizbon’a Gece Treni’ni.

10- Lizbon’daki RTP (Ulusal Radyo Televizyon) binasından ayrılıp F. Pessoa’nın evine vardığım vakit zihnimin içi ışık doluydu. Sessizce bir köşede oturdum. Şairin eşyalarına baktım. Şehrin ruhunu duymaya çalıştım. Sonra kendimi tepelerden tepelere inen eski tramvaylardan birisinde buldum. İstanbul gibi yedi tepeli bu okyanus ve deniz imparatorluğu şehrinde kaybolmayı düşledim. Alvaro de Campos. Alvaro de Campos.

11- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum. Roman kadar bir insan, bir insan kadar esaslı bir dert bulduğum için belki. ‘Kelimeler düşüncenin ifadesi hâlâ. Lakırdıların içe kazılı izleri durmaksızın oraya buraya fırlamıyor.’

12- ”Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı.” ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum.

 

Valid HTML 4.01 Transitional

 

1960'LI YILLARDA ROMAN
Nurkal KUMSUZ -