|
Kavruk çöl havası
http://www.radikal.com.tr
'Lizbon'a Gece Treni', sakince akan ama delişmen duran,
asla unutulmayacak bir serüven. Bu roman, 'dünya kocaman bir metindir ve
sürekli okunmalıdır' diyenlerin kitabı
14/12/2007
SEDAT DEMİR
İbranice, Latince gibi eski dillerin öğretmeni ve düzenli
bir hayatın sarsılmaz kalesi Raimund Gregorius'a zihni bir gün oyun oynar.
Hayatının akışını, etkileyici bir kadından çıkan birkaç hece kırıverir.
Çevresinde, en ufak değişikliğe karşı duyarlılığıyla tanınan öğretmen, bir
anlamda o güne kadar öğrettiği kelimelerin ve onların işlemi olan gramerin
evrenini anlamadığını fark ederek, 'Hayat yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı
hayal ettiğimiz şeydir' diyen doktor ve yazar olan Prado'nun yaşadığı kente,
Lizbon'a gitmeye karar verir. Düşünecek zamanı yoktur, çünkü artık kendisi
için yıldızların sönmeye başladığı günlerde, yaşam dürtüsü artık onu ölümle
ve akıl almaz bir merakla tehdit etmeye başlamıştır. Üzerinde melankolik
bir çözülmemin tüttüğü Lizbon'a Gece Treni'nde, bu yolculuğun duyurusu en
başta yapılır. Gerçek adını bizden saklayan Pascal Mercier'in ilk romanı
olan yapıt, varoluşsal bir düzlemde melankolik bir perdenin arkasında hareket
eder ve türün bütün kurallarına uyarak iki metal ray üzerinde Bern-Lizbon
arasında seferine başlar. İçsel bir yolculuktur bu; Doğu literatüründe sıkça
rastladığımız arayış evrelerinin bir mozaiğini saklayan düşsel, mistik bir
arınmayı yaşamak, kelimelerin gerçekliklerini yakalamak için bir fırsattır.
Öğretmen Gregorius'u hareketlerini yönlendiren Prado'nun notları italik
harflerle romanın kapsamı altında duruyor. Bu yüzden öğretmen roman içinde
fiziksel eylemi yapıyor görünse de, etkin rol yıllar önce ölmüş Prado'da.
Grogerious, gri kaplı kitabın içinde adı geçen kişilerle görüşmeyi Prado'nun
bir buyruğu gibi algılıyor. Onun rahip olan öğretmeniyle, dostlarıyla, o
yıllar Salazar diktatörlüğüne karşı birlikte savaşmış arkadaşlarıyla, onun
öldüğü saatte bütün saatleri durdurmuş kız kardeşiyle, ona hayran olan kadınlarla
tek tek konuşuyor.
Aristokrat bir yapı sergileyen ailenin içinde Prado, bu arada, insanlığın
entelektüel birikiminden uzak değil. Korkulacak düzeyde idealizme sahip
bu çocuğun rahip öğretmeni, onun hakkında en doğru saptamayı yapar: 'İmansız
Rahip' Ona göre Amedeu Inacio de Almedia Prado sıkı metaryelistti, ama rahip
olmayı dilemişti. Trajedi eğilimli, deneyimlerinin içinde romantizmin içkinliğinden
daha çok dilin gerçeğini arayan ve ona inanan, cesur bir roman kahramanı
Prado. Her ne olursa olsun 'kitsch'in karşısında yer alıyor ve Tanrı'ya
inanmak üzerine çocukluğunun ilk evrelerinden itibaren soruşturuyor. Prado'nun
anahtarı melankoli kelimesidir, ancak bu anahtar dünyanın diyalektiğine,
yani kapılarına uymaz. Kişisel savaşımını Tanrı'nın İncil'i ile eylemin
ve teorinin Portekizce'sini yazan Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı arasında
verir. Dünyayı değiştirmeyi umduğu sıralarda Tanrı'nın varlığını sorgular
ama dinsel ayinlerin insanlığı kurtarabilecek bir gücü olduğunu düşünerek
onların devamlılığını arzular.
Varoluş bilinci
Yaşamın kendisini bir trende yolcu olmanın heyecanının
sürekliliğine benzeten, ölümü ise trenin raydan çıkması kadar inanılmaz
bulan Prado'nun gizemli hikâyesinin yazarını heyecanlandırdığını, bunun
roman diline yansıdığını söylemek zor değil. Yazar anlatıcı olarak Mercier'in
söz konusu yaşam-ölüm dürtülerinin yaşı gereği, tanığı. Onun gözlem gücünü,
kahramanlarının gündelik yaşamının ayrıntılarını verirken rastlıyoruz. Bu
arada, kahramanların hepsi, klasik yapıtların diyaloglarında olduğu gibi
ağır, tok sesle konuşuyor. Bu, okuru rahatsız etmekten öte, henüz yazılmış
romanın kahramanlarını saygıyla dinlenmesini sağlıyor. Çünkü hepsi insanda
bulunan ortak yapının odağından, varoluş bilincinden bahsediyor.
İsviçre-Alman yazın geleneğinden beslenen Mercier, Lizbon'u kullanarak orta
Avrupa'nın melankolik pencerelerinden birisini, dünyanın sonuna, karanlık
fırtınalı okyanusun kıyısına, yani ölüme, diğerini ise kavruk çöl havasına
açıyor. Roman, işte burada canlı bir nesne gibi kendisini eviriyor, mistifike
ediyor ve İsfahan'a, İran'a kadar uzanıyor. Ve bütün yolculuklar gibi son
istasyonda, 'Finisterre'de son buluyor.
Bir başkasına yolculuk
http://www.yeniaktuel.com.tr
Pascal Mercier imzalı Lizbon'a Gece Treni, arada bir nefes
alınarak okunması gereken kitaplardan. Çünkü tek bir kitap okuyor gibi hissetmeyeceksiniz
kendinizi, çok katmanlı ve pek çok anlamı olabilecek nitelikte bir anlatı.
İsveç doğumlu, ancak Almanya'da yaşayan ve bu ülkenin çok satanlar listesinin
gediklilerinden Pascal Mercier (gerçek adı Peter Bieri ve işi de felsefe),
Lizbon'a Gece Treni (Merkez Kitaplar, çev: İlknur Özdemir) rastlantıların,
bir yaşamı kökünden değiştirebilecek şeylerin, kendi sınırlarına hapsolmuş
yaşamlarımıza biz istesek de istemesek de gerçekleşen müdahalelerin, o sınırların
manipüle ettiği kendi hakikatimizle tanışmamıza nasıl da yardımcı olabileceğini
anlatıyor.
İsveç'in Bern şehrinde Latince, Yunanca ve İbranice dersleri vermekte olan
Raimund Gregorius tam 57 yaşındadır, işinde iyidir, "okuldaki en tutarlı
kişi"dir, harcamayı akıl etmediği parası bankada ona ihtiyaç duymaksızın
birikmektedir, asla hata yapmaz ders verirken, o kadar yapmaz ki bir gün
küçük bir hata yaptığında günlerce o konuşulur okul koridorlarında, hatası
bir fısıltı halinde tekrarlanır... Sonra kuzey ülkelerine özgü soğuk ve
yağmurlu bir günde her gün gittiği yoldan ders vermekte olduğu liseye giderken,
bir köprünün üstünde, sanki oradan atlayıverecekmiş gibi duran bir kadına
rastlar Gregorius. Kadın, elinden düşürdüğü bir kâğıttan aklında kalmasına
karar verdiği bir numarayı Gregorius'un alnına yazıverir panik halde. Gregorius
şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışırken kadını da hayatına alıverir. Yalnızca
tek kelime eder kadın; Gregorius'un nereli olduğu sorusuna yanıt verirken
söylediği "Portugu" Sonundaki ş'ye çalan vurgu kalır öğretmende. Yanına
alır onu, okula götürür, bir havluyla saçlarını kurutur, derse girerler
birlikte, sonra kadın çıkıp gider. Birkaç dakika sonra da Gregorius, çok
sevdiği kitaplarının içinde olduğu çantasını bile kürsüsünün üzerinde bırakarak
çıkar dersten... Kadını bulmaya çalışırken bir kitabevine girer, Portekizce
bir kitap geçer eline. Amedeu Prado'nun, 1975'te yayımlanmış bir kitabı:
"Sözlerin Kuyumcusu". Dil öğrenmekte ustalaşmış olan öğretmen, aynı gün
eline aldığı Portekizce bir sözlüğün de yardımıyla kitabı çözmeye koyulur.
Ama yetmez... Ne de olsa nihayet peşinden gidilecek bir şeyi olmuştur...
Bir trene atlar ve her an içindeki acımasız geri dönme arzusuyla baş etmeye
çalışıp, bunun üstesinden de gelerek Lizbon'a gider. Hikâyenin bundan sonraki
kısmında Amedeu Prado'nun izini sürerken, 57 yıllık yaşamını gözden geçirecektir
Gregorius. Neden başka türlü değil de böyle bir insan olduğunu anlamaya;
Portekizli diktatör Salazar'la birlikte kendi yaşam örüntüsüyle de mücadele
eden Prado'nun biriktirdiği anların içinde yaptığı yolculukla kendisine
bir anlam vermeye koyulacaktır. Dramatik olan; yaşadığı 57 yıl boyunca -belki
de kendi hikâyesinin derinliklerinde kaybolmaktan korktuğu için- ağır çerçeveli
gözlüklerinin, okuldaki kürsüsünün, daracık evinin, etrafında saygıdan örülmüş
duvarların ardında varlığını alabildiğine koruma altına almış bir adamın,
bir başkasını, dilini bile bilmediği bir adamı, bir "imansız rahibi" tanımak
için duyduğu açlığın şiddeti: İnsan, özellikle de okuyan insan, ne denli
yüksek ve ses geçirmez duvarlar örebiliyor kendi etrafına ve ne denli görünmez
kılabiliyor dünyayı gözleri için.
Mercier, Gregorius'un yanı sıra Prado'yu ve onu tanımaya çalışırken dokunduğu
hemen tüm karakterleri, imansız rahibin sevgililerini, kız kardeşlerini,
arkadaşlarını, hatta Salazar'ı bile derinlikli çözümlemeler aracılığıyla
tanıştırıyor bizimle. Şu soruları sıralıyor Mercier: "İnsanın kendisini
tam anlamıyla kavrayabilmesinin en iyi yolunun bir başkasını tanımayı ve
anlamayı öğrenmek olması mümkün müydü? Hayatı bambaşka bir çizgi izlemiş,
bambaşka bir mantığa sahip olmuş birini? Bir başka hayata duyulan merak,
insanın kendi zamanının tükenmekte olduğunun bilincinde olmasına nasıl uyardı?"
Bir insan, başka bir insana yaptığı yolculukla teşhis ediyor kendini. Bern'in
soğukluğu ile Lizbon'un ışıltısı arasındaki bağlantı, olabilecek en güzel
yolla, modernitenin kurucu ulaşım aracı olan trenle kuruluyor. Gregorius
kuzeydeki mağarasından güneydeki aydınlığa gitmek için daha uygun yol bulamazdı,
çünkü ancak sadece tren, henüz şımartılmamış hızı sayesinde arada bir ortaya
çıkan geri dönme mücadelesiyle başa çıkacak irade aralığını tanıyabilirdi
ona...
Lizbon'a Gece Treni, arada bir nefes alınarak okunması gereken kitaplardan.
Çünkü tek bir kitap okuyor gibi hissetmeyeceksiniz, çok katmanlı ve pek
çok anlamı olabilecek nitelikte bir anlatı. Ayrıca karşınıza her yerde çıkması
mümkün olmayan paragraflarla aklınızı karıştıracak: "Aslında, hayata yön
veren olayların altında çoğunlukla inanılmaz derecede sessiz bir dramatiklik
gizlidir. Patlamaya, yükselen alevlere ve yanardağın lav püskürtmesine o
kadar benzemez ki, yaşandığı anda o deneyim çoğu kez fark edilmez bile.
Devrimsel etkisi ortaya çıkarken ve bir hayatın bambaşka bir ışığa bürünüp
yepyeni bir melodiye kavuşmasını sağlarken, sessizce yapar bunu; ve bu muhteşem
sessizlikte yatar onun asıl soyluluğu." Bu yüzden, zihinde bırakacağı buruk
tadın ayırdına varılabilecek bir zaman diliminde ele almalı bu kitabı...
From the Reviews:
"The novel, as mesmerizing and dreamlike as a Wong Kar-wai
film, with characters as strange and alienated as any of the filmmaker’s,
is in fact preoccupied with translation, with all that can be lost or gained
in the process. But more than that, it is concerned with the power of language
to forge and dismantle people’s experiences, desires, and identities. (…)
When a character undertakes this level of soul-searching, the temptation
to over philosophize can be difficult to resist, and at times, Mercier succumbs,
as with his drawn-out life-as-a-long-train-ride metaphor" - Amy Rosenberg,
Bookforum
"Its subtlest, most appealing accomplishment may be in how other characters
respond to Gregorius' precipitous swerve onto the spiritual path. (...)
That said, Night Train to Lisbon is a very long, ambitious book that's feverishly
overwritten. (...) Think of W.G. Sebald recast for the mass market: stripped
of nuance, cooked at high temperature and pounded home, clause after clause.
Some of the clumsiness derives from Barbara Harshav's inelegant translation
-- we're often aware of her struggle -- but she can't be blamed for the
pervasive bloat." - Michelle Huneven, The Los Angeles Times
"Mercier’s novel has already sold two million copies since its publication
in German four years ago, but it is hampered by an inelegant translation.
Even so, this cannot explain the absence of narrative tension, or Mercier’s
grandiose style (...). They make the novel particularly ponderous." - Katharine
Hibbert, New Statesman
"(F)antastical, long-winded and dull (.....) The book was a huge hit in
Europe, where the reading public has greater patience for turgid (Mercier
might prefer to call it "bombastic") introspection. (...) Mercier’s wording
is so dense and overwrought, and Barbara Harshav’s translation so ham-handed,
that unpacking each sentence is like decoding a cryptic crossword in hieroglyphs."
- Liesl Schillinger, The New York Times Book Review
"Night Train to Lisbon, which first appeared in German in 2004 and went
on to sell 2 million copies throughout Europe in many different translations,
is not a typical best-seller. It is a meditative novel that builds an uncanny
power through a labyrinth of memories and philosophical concepts that illuminate
the narrative from within, just as its protagonist will discover the shadows
of his neglected soul by bringing the story of another man into the light."
- Joseph Olshan, San Francisco Chronicle
"Night Train to Lisbon is a novel of ideas that reads like a thriller: an
unsentimental journey that seems to transcend time and space. Every character,
every scene, is evoked with an incomparable economy and a tragic nobility
redolent of the mysterious hero, whom we only ever encounter through the
eyes of others." - Daniel Johnson, The Telegraph
"(O)stentatiously a novel of ideas. (...) It might be that some of the novel's
charm has been lost in Barbara Hershav's efficient translation, but the
philosophy it expounds is as unoriginal as the plot." - William Brett, Times
Literary Supplement
"It's a strange book. (...) All of which is interesting enough, but in a
rather clinical way. One problem with Night Train to Lisbon is that its
plot, if plot is the word for it, consists almost entirely of talk -- talk,
talk, talk -- about people and events in the past. The effect of this endless
conversation is numbing rather than stimulating. (...) Possibly, Mercier's
American publisher thinks that his fiction offers the kind of intellectual
puzzles and trickery that many readers love in the work of Umberto Eco,
but there are no such pleasures to be found here. Night Train to Lisbon
never engages the reader, in particular never makes the reader care about
Gregorius. It's an intelligent book, all right, but there's barely a breath
of life in it." - Jonathan Yardley, The Washington Post
|
|
http://www.complete-review.com
http://www.bookforum.com
http://www.latimes.com
http://www.washingtonpost.com
Diktatörlük bir gerçekse...
15/06/2012
http://www.radikal.com.tr/
'Lizbon'a Gece Treni' barındırdığı tema zenginliğiyle
şaşırtıcı bir roman. Dille, tarihle, aşkla, duygularla; kısaca dünyaya atılmış
bireyin içinde bulunduğu durumla sorgulayıcı bir hesaplaşma
A. ÖMER TÜRKEŞ
İsviçreli yazar Pascal Mercier’in 2004 yılında yayımlanan
‘Lizbon’a Gece Treni’ kısa zamanda Avupada iki milyon baskıya ulaşmıştı.
Rakam şaşırtıcı değil, şaşırtıcı olan best seller kalıplarının çok dışında
kaldığı halde gördüğü büyük ilgi. İyi bir formül bulmuş Mercier: Dile, edebiyata,
insana, insani ilişkilere, sadakate, kefarete, ahlaki seçimlere, pişmanlığa
dair felsefi tartışmalar içeren 400 sayfalık ‘Lizbon’a Gece Treni’ içerik
anlamında ağır, okunurluk anlamında hafif bir roman. Başka bir adamın hayatını
anıların ve felsefi kavramların yardımıyla aydınlatmaya çalışan roman kahramanının
kendi bastırılmış benliğini keşfetmesi üzerine kurgulanmış dingin, olaysız
ama beklentleri diri tutan hikayesi tuhaf bir gerilim atmosferi yaratıyor.
1993 yılının kış ayları. Raimund Gregorius İsviçre’nin Bern kentindeki bir
lisede klasik diller öğretmeni. Elli yedi yaşında. Şimdi öğretmenlik yaptığı
liseye tam kırk iki yıl önce, on beş yaşında bir lise öğrencisiyken adım
atmış. Dört yıl sonra mezun olmuş, ama mezuniyetinden yine dört yıl sonra,
Yunanca dersine vekâlet etmek üzere bir kez daha dönmüş lisesine. Üniversite
öğrencisi olan vekil öğretmen, öğrenciliği hiç bitmeyen kalıcı bir vekil
öğretmene dönüşmüş. Üniversiteyi bitirmesine rağmen sevgili lisesinde klasik
diller öğretmenliğini bırakmak istememiş. Lise onun dünyası ve o bu dünyanın
efsanesi. İşini, öğrencilerini çok seven iyi bir öğretmen. İşi dışında beklentisiz,
tutkusuz, “sosyal başarısız” bir adam; ya da tutkuları çok derinlerde bir
yerde. Tutkusu bir vakitler bir süreliğine uyanmış, eski bir öğrencisi ile
evlenmiş, ama hayatla mesafesi evliliğin de sonunu getirmiş.
Gregorius’un dingin hayatı bir gün işe giderken köprü üzerinde karşılaştığı
bir kadına rastlayınca değişecektir. Portekizli kadının sözcükleri ve geldiği
gibi gidişi merak duygusu uyandırır Gregorius’ta. Bilmediği halde Portekizce
bir kitap almak için gittiği sahafta bulduğu “Sözlerin Kuyumcusu” adlı kitap
merakını ateşleyecektir. Amadeu de Prado adlı bir adamın 1975 yılında Lizbon’da
yayımlanmış kitabını pasajlar halinde ağır ağır tercüme ederken aydınlanma
anları içinde bulur kendisini. Hem Prado’yu tanımak hem esrarengiz Portekizli
kadınla karşılaşmak umuduyla ansızın her şeyi bırakıp Lizbon’a giden bir
gece trenine atlar. Yolculuk başlamıştır…
Tarihi ve turistik mekânlara uğramayan, dilin, düşüncenin ve duyguların
dünyasında sürdürülen bir yolculuk bu. Gregorius attığı her adımda Portekizin
yakın ve kanlı tarihine, faşist diktatölüğe karşı direnişin birleştirdiği
insanlara, Amadeu de Prado’nun hayatına yakınlaşıyor, biraz da kendisininkine.
Dramatik süprizler
Portekizin saygın yargıçlarından birinin oğlu olan Amadeu
de Prado’nun elli üç yaşında öldüğünü öğrenir; diktatörlüğün devrilmesinden
bir sene önce. Kitapsa, devrimden bir sene sonra yayımlanmıştır. Gregorius’un
Amadeu de Prado hakkında bilgi edinmesi için yakınlarına ulaşması gerekecektir.
Birer birer tanışır onlarla, hikâyelerini dinler. Böylelikle romanın yardımcı
kişileri de ete kemiğe bürünürler. Mercier, ekonomik bir dil kullanmış ama
her karakteri gizemli kahramanın trajik hayatıyla bütünleştirmiş. Bütün
hayatını abisine adamış kızkardeş Adriana, küçük kızkardeş Melodie, Amadeu’yu
direniş hareketine sokan João, Amadeu’nun yakın dostu eczacı Jorge Kelly,
Amadeu’nun büyük aşkı, uzaktan aşkı Maria João, ortaya çıkmasıyla Amadeu’nun
hayını alt üst eden genç ve güzel Estefânia Espinhosa, öğretmeni Peder Bartolomeu…
Yaşamlarının sonlarına gelmiş bu insanlar Amadeu ile ilgili bildiklerini
anlatır, sakladıkları metinleri/mektupları okumaya açarken ortaya çok farklı
tablolar, dramatik süprizler çıkacak, Amadeu’nun kitabında yazdıkları farklı
anlamlar kazanacaktır.
Kendini zapt edemeden hayallerinin içinde kaybolabilen bir adamdır Amadeu.
Ahlaki bir seçim yapmış, Salazar diktatörlüğüne karşı isyan edenlere katılmış
ve hayatın anlamı hakkında bitip tükenmeyen düşüncelerle boğuşmuştur. Elde
ettiği şeylerle yetinmeyen ama hayal kırıklığına uğramaktan bir o kadar
nefret eden Amadeu çoğunlukla kendisine karşı yaşamış ve kendisine karşı
yazmıştır. Amadeu de Prado’ya göre “Hayat, yaşadığımız şey değildir; yaşadığımızı
hayal ettiğimiz şeydir”…
Her şey bitip geriye döndüğünde çektiği resimleri ve notları gözden geçirirken
Gregorius da fark edecektir bu geçeği. Geçmiş, onun bakışları altında donmaya
başlayacak, bellek seçecek, düzene sokacak, rötuşlayacak, yalan söyleyecektir.
Daha da tehlikelisi dışarıda bırakmaların, çarpıtmaların ve yalanların daha
sonra tanınmayacak olmasıdır.
Pascal Mercier’in felsefeci kimliğinin sindiği bir roman olarak ‘Lizbon’a
Gece Treni’ barındırdığı tema zenginliğiyle şaşırtıcı bir roman. Dille,
tarihle, gerçeklikle, ahlaki tercihlerle, baba-oğul ilişkisiyle, aşkla,
yalnızlıkla, duygularla, kısacası dünyaya atılmış bireyin içinde bulunduğu
durumla sorgulayıcı ve zorlayıcı bir hesaplaşma.
Hikâye üçüncü tekil şahıs bakış açısıyla aktarılmış. Şimdiki zamanda ilerleyen
bu anlatı düzlemi Gregorius merkezli. Gregorius boşluğa düştüğünde ise Amadeu
de Prado’nun kitabı ya da mektupları kesiyor anlatıyı. Tesadüflerle, kontrol
edilemeyen olaylarla söz konusu olaylar karşısında insanların yaptığı seçimler
felsefi bir yorumla birleşiyorlar. Acımasız diktatörlüğe karşı direnişin
gizemli ve heyecanlı hikâyesi olarak da işlenebilecek bir konu farklı bir
ağırlık kazanıyor. Bunda Mercier’in dile, kavramlara, metaforlara verdiği
önemin de rolü var. Sonuçta ‘Lizbon’a Gece Treni’ Amadeu de Prado’nun “Sözlerin
Kuyumcusu” kitabına benziyor; “Sakin ve zarif. Mat gümüş gibi”...
Bütün hayatı eski metinleri didik didik edebilmek, dilbilgisi ve üslup açısından
en küçük ayrıntısına kadar öğrenebilmek ve her bir deyimin hikâyesini bilmekten
ibaret bir adamın ansızın başka bir hayata açılmasını büyük bir maceraya
çeviren Mercier, Gregorius özelinde dünyaya, hemen yanı başındaki kanlı
diktatörlüklere, adaletsizliğe kayıtsız kalan İsviçre –belki de Avrupa-
toplumunu da eleştirmiş.
‘Lizbon’a Gece Treni’ etkileyici bir çalışmanın ürünü ve bu çabaya değer
bir roman.
Pascal Mercier kimdir?
1944 Bern doğumlu Peter Bieri, felsefe eğitimi almış. Eski
diller üzerinde çalışan, ‘Zamanın Felsefesi’ konulu çalışmasıyla doktorasını
tamamlayan, çeşitli ünversitelerde felsefe profesörü olarak görev yapan
Bieri, romanlarında Pascal Mercier adını kullanıyor. Pascal Mercier’in yayımlanmış
dört romanı var; ‘Perlmanns Schweigen’ (1995), ‘Der Klavierstimmer’ (1998),
‘Das Handwerk der Freiheit’ (2001), ‘Lizbon’a Gece Treni’ (2004) ve ‘Lea’
(2007).
LİZBON’A GECE TRENİ
Pascal Mercier
Çeviren: İlknur Özdemir
Kırmızı Kedi Yayınevi
2012, 400 sayfa, 23 TL.
Türkiye'nin şımarık bir roman çılgınlığı
yaşadığı şu günlerde 'aman bitmesin' diye okuyorum 'Lizbon'a Gece Treni'ni
http://www.radikal.com.tr/
ÖMER ERDEM
1- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; Tivoli Tejo otelinin
ışık dolu odasında uyandığımda denizi göreceğimi nereden bilebilirdim? Öylesine
bir ışık yoğunluğu hücum etmişti ki odaya, perdelerin neden bu kadar kalın
ve kat kat olduğunu anlamakta gecikmedim. Lizbon bir güneş şehridir. Fakat
ben şanslıydım. Baharın bütün şaşaasıyla coştuğu günlere denk gelmiştim.
Lizbon’un kafatası delen sıcakları henüz yükselmemişti. Perdeleri sonuna
kadar sıyırdım, camları açtım. Denizin ufkunda titreşen buğulu havayı sonuna
kadar içime çektim. Pessoa’nın şehrindeyim, dedim. Ricardo Reis buralarda
mıdır acaba?
2- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; babasının sıkıntılı hallerinde kalkıp
inen insanelmasını hiç unutmayan, miyop ve kör olma korkusuyla dopdolu Mundus’a
hayran kaldım. Diğer ismiyle Raimund Gregorius, sanki şuralarda bir yerlerde
yaşıyor. Ne de olsa herkesin içinde ‘hayatında her şeyi değiştirecek olan
günün, öteki pek çok günler gibi başlayacağını’ bildiğimden. Okuyorum.
3- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; insanın bir hayatı tek bir hayatı vardır,
kendi ruhundaki hareketleri izleyemeyenler mutlaka mutsuz olurlar, cümlelerini
Prado’nun kitabından Mundus çevirdiği için de okuyorum.
4- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; Pascal Mercier’in ‘sevgililer arasındaki
yumuşak sessizlik’ cümlesine vuruldum.
5- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; roman içindeki ikinci roman, alt metin,
ray metin hükmü de taşıyan Amadeu Prado’nun altı çizilesi satırları için
bile okuyorum.Şiirsel dil ve bilgeliğin akıntısı hız kazanıyor burada. Dil
sadece söylemiyle değil belki asıl duyuruşları ile canlanıyor.
6- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum; İlknur Özdemir, sadece bir çevirmen
olarak değil gölge yazar kimliğiyle de önümüzde yürüyor. Bir gün İlknur
Özdemir, çeviri günleri düzenlenir mi? Ona hayran olanlar kavuşur mu, diye
de okuyorum.
7- ‘Denizi bir kez daha görebilseydim’ demiş, Mundus’un annesi. Bir kere
daha göremeden ölmüş. Kimilerinin gözüne ‘salt ölü kelimelerden ibaretmiş
gibi görünen ve sevildiği için kıskanan meslektaşlarının nefretle Papirüs
adını taktıkları’ bu yavan(!) adam, annesini dileğini yerine getirmek için
para çalıyor. Dilbilimci, Latince, Yunanca ve Kutsal kitap uzmanı Mundus,
‘elli yedi yaşındayken hayatını ilk kez kendi eline almak’ la yüz yüze kalır.
Yalancılık konusunda hiçbir deneyimi olmadığı gibi para çalmakta usta olmadığını
da götürüp teslim etmesiyle kanıtlar. Çünkü o, ‘gösteriş meraklısı bir dünyaya
yönelmiş sessiz bir hiddet’tir. ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum.
8- Tren yolculuğu boyunca kendisini silkeleyen Mundus, ‘hem içimizde olanın
ancak küçük bir kısmını yaşıyorsak gerisine ne oluyor’ diye sorar. Üstelik
bu yolculukta, belleğinde kırk yıldır saklı kalan Isfahan şehrini de hatırlar.
Isfahan doğu kadar saklı dil rüyası gibi kabarır.
9- ‘Son yıllarda okuduğum en iyi kitaplardan biri’ demiş Isabel Allende.
Türkiye ’nin şımarık bir roman çılgınlığı yaşadığı şu günlerde ‘aman bitmesin’
diye okuyorum Lizbon’a Gece Treni’ni.
10- Lizbon’daki RTP (Ulusal Radyo Televizyon) binasından ayrılıp F. Pessoa’nın
evine vardığım vakit zihnimin içi ışık doluydu. Sessizce bir köşede oturdum.
Şairin eşyalarına baktım. Şehrin ruhunu duymaya çalıştım. Sonra kendimi
tepelerden tepelere inen eski tramvaylardan birisinde buldum. İstanbul gibi
yedi tepeli bu okyanus ve deniz imparatorluğu şehrinde kaybolmayı düşledim.
Alvaro de Campos. Alvaro de Campos.
11- ‘Lizbon’a Gece Treni’ni okuyorum. Roman kadar bir insan, bir insan kadar
esaslı bir dert bulduğum için belki. ‘Kelimeler düşüncenin ifadesi hâlâ.
Lakırdıların içe kazılı izleri durmaksızın oraya buraya fırlamıyor.’
12- ”Çünkü insanın bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı.” ‘Lizbon’a Gece
Treni’ni okuyorum.
|