Kızıl Ağaçlar Ülkesi
Jean Christophe Rufin


 


Anasayfaya
Eleştirileri sayfasına

 


TOPLANTI TARİHİ
    :     16.11. 2005  Çarşamba..
İRDELENEN KİTAP   :
      Kızıl Ağaçlar Ülkesi - Jean Christophe Rufin
KATILANLAR           :   
 


GRUP DEĞERLENDİRMESİ
 :


Sayfadakiler :
Jean Christophe Rufin - Biyografi
Brezilya paylaşılırken...
Türkiye'nin onuru önemli

 

 

 
Jean Christophe Rufin - Biyografi
http://www.dogankitap.com/yazar.asp?id=250
 
2001 Goncourt Ödülü (Rouge Bresil)
1997 Goncourt İlk Roman Ödülü (Kralın Kervanları)
1997 Meditarranée Ödülü (Kralın Kervanları)

Jean-Christophe Rufin, 1952 Bourges doğumlu. Nöroloji ve psikiyatri uzmanı bir doktor. Sınır tanımayan doktorlar örgütünün başkan yardımcısı. Rufin, yazmaya çağdaş insanın sorunlarına eğilen deneme ve makalelerle başladı. Ardından da ilk romanı "Kralın Kervanları" geldi ve Fransa’da büyük ses getirdi.

Yazar, bu ilk romanıyla 1997 yılında Mediterranée ve Goncourt İlk Roman ödüllerini aldı. Rufin, ilk romanında yarattığı Poncet karakterinin maceralarını yazmayı sürdürdü. 1998’de "Sauver Ispahan", 1999’da "Les Causes perdues", ardından da 2001 yılında ona Goncourt Ödülü’nü kazandıran "Rouge Bresil" geldi. Bu kitaplar da Doğan Kitap’ın yayın programındadır.

Başa Dön

Brezilya paylaşılırken...
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=4408

Fuarın konuklarından Jean-Christophe Rufin, 'Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde, tarihi bir hikâyeden yola çıkıyor. İki kardeşin başından geçenler ekseninde uygarlık ve doğanın karşı karşıya gelişini anlatıyor

HALUK HEPKON (Arşivi)

Brezilya ismi 'pau brasil' ağacından geliyor. Portekizliler buraya ilk geldiklerinde Avrupa'ya götürmeye değer bir tek bu ağacı buluyorlar. Kerestesi kıymetli ve özsuyundan kırmızı boya elde edilen ağaç zamanla bütün bölgeye ismini veriyor. Brezilya'ya giden turistler ülkeye adını veren bu ağacın tahtasından yapılan eşyalara hâlâ rağbet ediyorlar.

Jean-Christophe Rufin, Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde Brezilya'ya giden ilk Fransızların hikâyesini anlatıyor. Amiral De Villegagnon'un yönettiği seferde yerlilerin lisanını çabucak öğrensin ve tercümanlık yapsın diye iki de kardeş bulunmaktadır. Kardeşlerden kız olanı zaman içerisinde yerlilerin arasında daha rahat hareket ettiğini fark ediyor. Erkek kardeş ise mezhep çatışmaları yüzünden iyice yaşanmaz hâle gelen kalede yaşamayı tercih ediyor. Rufin tarihi bir hikâyeden yola çıkarak iki kardeşin başından geçenler ekseninde uygarlık ve doğanın karşı karşıya gelişini anlatıyor.

Rufin'in her ikisi de tarihi roman olan Kralın Kervanları ve İsfahan Kuşatması isimli eserleri daha önce dilimize çevrilmişti. İsfahan Kuşatması'nın sonunda yazdığı bölümde, tarihi romanlara bakışını geniş bir biçimde özetliyordu. Konu hakkındaki görüşlerini ve romanlarını okuduktan sonra Rufin'in tarihe bir tür arka plan görevi verdiği anlaşılıyor. Tarih sosyal bilimler içinde ideolojik yaklaşıma en çok maruz kalandır. İnsanlar tarihe bugün ve gelecek hakkındaki düşüncelerini meşrulaştırmak için bakmayı tercih ediyor. Bu ideolojik yaklaşım tarihi romanların en büyük sıkıntısıdır. Bütün yeteneğine ve titiz araştırmacılığına rağmen Rufin de yer yer bu tuzağa düşüyor. Bu noktada Rufin'in siyasi kimliği önem kazanmaktadır. Rufin, Sınır Tanımayan Doktorlar örgütünün başkan yardımcısıdır ve yazarlığı bu kimliğinden etkilenmektedir.
 

İlerleme, kötülüklerin anasıdır
Rufin'in dilimize çevrilen ilk iki romanı zaten bu konu hakkında okuyucuya bir sürü ip ucu veriyordu. Rufin'in kahramanı Jean-Baptiste Poncet soyut özgürlük anlayışı ve tuhaf iktidar karşıtlığıyla bir 16. yüzyıl karakterinden ziyade günümüze ait gibidir. Tıpkı özgür olmak için, sanki bunun başka bir yolu yokmuş gibi, bekâretini sevmediği birisine veren sevgilisi Alix gibi. Kahramanlar böyle olunca başkaldıranların da Zapatistalar gibi tasvir edilmesi normaldir. Poncet'nin Kralın Kervanları'nda karşısına çıkan Catinat yıkmak için değil herkesin kendisine bir yer bulabileceği bir dünya için savaşmaktadır. İsfahan Kuşatması'nda bir kadın ve bir haremağası neredeyse bir halk ihtilaline önderlik ederek şahı alaşağı ederler. Rufin'in dünya görüşüne göre ilerleme fikri bütün kötülüklerin anasıdır. Kralın Kervanları'nda Poncet'nin tasasız, dertsiz ve dünyadan bihaber diye nitelendirdiği Arap gemiciler gibi olmak istemesi bu yüzdendir. İsfahan Kuşatması'nda Poncet'nin evlatlığı George ilerlemeciliğin bir karikatürü olarak resmedilir. George zaman içerisinde ilerleme fikrine, akla ve bilime duyulan saygının ruha eziyet dışında bir anlamı olmadığını anlar.

Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde de okuyucunun karşısına aynı bakış açısı çıkıyor. Colombe, kardeşlerden kız olanı, uygarlıktan sıkılarak yerlilerin arasında yaşamaya karar verir. Yerlilerin arasında Pay Lo isminde bir Avrupalı yaşamaktadır. "Emir vermeyen, cezalandırmayan ve hiçbir ödül dağıtmayan" bir önder olan Pay Lo yerlilerle neredeyse beş yüz sene öncesinden bir tür "Yeni Toplumsal Hareket" örgütlenmesine girişmiştir. Colombe eski dünyasının iğrenç önyargılarına karşı mücadele etmek için çıplak kalma gibi gayet orijinal bir çare bulur. Bu esnada iki şeyi öğrenir. Birincisi; Just gerçekten erkek kardeşi değildir. İkincisi; yamyamlığa daha farklı bakmak mümkündür. Just da babasından kalan mirasın her hangi bir ülkenin sınırlarına bağlı olmayan ve boyun eğmeyi kabul etmeyen bir özgürlük aşkı olduğunu anlar ve eski kardeşi yeni sevgilisi Colombe ile birlikte ormanda kalır.

Görüldüğü gibi Rufin'in ne kahramanları ne de onların karşılaştıkları sorunlar yaşadıkları döneme ait değildirler. Bu durum söz konusu kahramanların ete kemiğe bürünmesini engellemekte ve Rufin'in ne kadar iyi bir yazar olduğunun anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Yazarın kitaplarında sürekli altını çizdiği iktidarsızlık propagandası, ilerleme karşıtlığı ve soyut özgürlük anlayışı ise anlaşılır gibi değil. Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde de belirtildiği gibi Amerikan yerlilerinin Avrupalılarla karşılaşmanın ardından ödedikleri fatura gerçekten de korkunçtur. Bugün Brezilya'da yerliler nüfusun yüzde 1'i kadar ancak vardır ve bu da Amazon ormanlarının geçit vermezliği yüzündendir. Örneğin yerlilerin kaçacak yer bulamadığı Arjantin'de bu oran sıfırdır. Ama bütün bunları sömürgeciliğin değil de ilerlemenin sonucu olarak göstermek pek de akla uygun değildir.
 

Şekerli ekmek
Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde Fransız gemileri Guanabara Körfezi'ne girdiklerinde şekerli ekmeğe benzeyen bir tepe görüyorlar. Kitaba göre Normanlar tepeyi tereyağı dolu bir kaba, daha zenginler ise şekerli bir ekmeğe benzetiyorlar. (s. 111)

Kitapta şekerli ekmek ismi sıkça geçiyor. Bahsi geçen Rio de Janeiro'nun iki önemli tepesinden 'Sugar Loaf'tur. Portekiz dilinde Pao de Açucar deniliyor. Üzerindeki kollarını açmış İsa heykeliyle bilinen Corcodova'dan sonra Rio'nun en güzel yerlerinden birisidir. Harikulade manzarası yüzünden turist rehberleri tarafından tanrının fotoğraf endüstrisine bir armağanı olarak nitelendiriliyor.

Pao Açucar'ın adı hakkında çeşitli rivayetler var. Tupiler buraya yalnız ve yüksek tepe anlamına gelen Pau-nh-açuqua diyorlar. Birinci rivayet ismin buradan geldiği şeklindedir. İkinci rivayet ise tepenin şekli ile ilgilidir. Portekizliler tepeyi şeker kamışı usaresinin donmuş şekline benzetiyorlar. Her iki hâlde de şeker ekmeği Pao de Açucar'ın yanlış bir çevirisidir. Şeker ekmeği diye bir şey olmadığı için şeker ekmeğine benzeyen bir tepenin de olması mümkün değildir. Kaldı ki kitapta Corcovado Tepesi'nin ismi doğrudan geçerken Sugar Loaf için neden şekerli ekmek gibi bir tuhaf tanımlamayla yetinildiğini anlamak zor.

Başa Dön

Türkiye'nin onuru önemli
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=166359

Romanlarında tarihi olaylardan yola çıkarak günümüze göndermeler yapan Jean-Christophe Rufin, Türkiye'nin AB macerasını değerlendirdi: AB Türkiye'nin onurunu kırmamalı. Çünkü birileri onurunu korumak için davasından vazgeçebilir

EFNAN ATMACA (Arşivi)

İSTANBUL - 'Kralın Kervanları' ve 'Isfahan Kuşatması'nın ardından 'Kızıl Ağaçlar Ülkesi' adlı romanı Türkiye'de yayımlanan Goncourt ödüllü yazar ve Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü'nün başkan yardımcısı Jean-Christophe Rufin, 24. İstanbul Kitap Fuarı için Türkiye'ye geldi. Kitaplarında tarihi gerçekleri fon olarak kullanıp doğa ile uygarlığın mücadelesini anlatan Rufin, kendisine Goncourt Ödülü kazandıran yeni romanında da tarihte çok bilinmeyen bir olaya, Fransızların 1500'lü yıllarda yaptığı Brezilya seferine değiniyor. Yazar, yerlilere dil öğretmek için sefere katılan iki kardeşin hikâyesi aracılığıyla uygar dünya ile yerlilerin tanışmasını ve sonrasındaki çatışmayı irdeliyor. Fuarda dün 'Tarihsel Bütünleşmenin Eşiğinde' adlı bir panele katılan Rufin'le İstanbul'u ziyaretinde bir araya gelip yazarlığını ancak daha da ötesinde Türkiye'nin Avrupa Birliği macerasını konuştuk. Ancak Rufin bu konuda pek de umutlu görünmuyordu.
'Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde çok bilinmeyen bir olaydan, Fransa'nın 1500'lü yıllarda Brezilya'ya yaptığı seferden söz ediyorsunuz. Ve yerlilerle Avrupalıların ilk karşılaşmasında yaşananları anlatıyorsunuz. Doğa ile uygarlığın bu ilk karşılaşmasında kim kazanıyor?
Roman yerlilerle Avrupalıların ilk karşılaşması etrafında gelişiyor. Birbirinden ayrı iki davranışın karşılaşması da demek uygun. İkisi arasında oldukça büyük bir fark var. Ancak temel problemleri aynı doğa karşısında sağ kalmak. Yerliler bunun için alışkanlıklarından yararlanıyor. Bazı şeylere dokunmuyor, uzak duruyor. Ancak Batılı tamamen farklı. Uygarlığın nimetlerinden yararlanarak doğayla mücadele ediyorlar. Ve yerliler elbette bunu hoş karşılamıyor. Çünkü ezberlerini bozan bir tutumla tanışıyorlar. Kazanan yok aslında. Çünkü iki seçenek var. Birbirlerinden bir şeyler öğrenmek ya da birbirlerini yok etmek. Kitabın sonunda bu iki tutumu da seçenler var tabii. Dayatmacı fikir ortaya koymak gibi bir niyetim yok, olasılıkları göstermekten yanayım.
İki olasılık var dediniz. Ama hep yok etme hâkim tarihte...
İlk tanıştıklarında eşit bir şekilde yaşamaya karar verebilirdi bu iki dünyanın insanları ancak olageldiği gibi tarih boyunca Avrupalılar değiştirmek, yıkmak ve asimile etmek eğiliminden yana oldular.
Bu minvalde sizce Türkiye, Avrupa Birliği sürecinde aynı sorunları yaşar mı?
AB'de dinsel ve kültürel açıdan birleşimci bir eğilim olduğu kuşku götürmez. Özellikle Fransa'da. Fransa merkezciliği esas alan bir devlet. Örneğin Fransız Devrimi sonrasında yöresel diller yasaklandı. Her şey mümkün diyebilirim ancak.
Eşit şartlarda bir yaşam sunmak, kitabınızın arka fonunda yer alan sömürgeciliğin tam tersi bir anlayış değil mi? Ve Fransa bugün sömürgeciliğin getirilerinden yakınıyor mu?
Aslına bakarsanız sömürgecilik sol görüşün idealiydi. Yeni dünya, yeni toplum fikrinin yerleşebileceği düşünülüyordu. Ancak sömürgeciliğin temel aktörleri tüccarlar olunca bu ideal yıkıldı. Evet Fransa bugün tıpkı İngiltere, İspanya gibi sömürgeciliğin bedelini ödüyor. Ve kendi kendine 'Sömürgecilikle evrensel bir gelişime katkıda bulunulabilir miydi?' sorusunu soruyor.
Türkiye'de yayımlanan her üç romanınızda da ilerleme fikri 'tüm kötülüklerin anasıdır' duruşu olduğunu söylemek doğru olur mu?
Hayır. 'Doğaya dönelim, ilerleme kötüdür' gibi bir fikri savunduğum söylenemez. Uygarlık doğayla karşılaştığında birçok değeri yok etti. Elbette uygarlık yanında olumlu şeyleri de götürdü oralara. Örneğin özgürlük, doğadan yararlanma, endüstriyel gelişim. Ancak savaşları da götürdü, iktidar uğruna öldürmeyi öğretti. Carpenter'ın bir yapıtı şöyle bir sahneyle başlar. Fransa'dan Guanabara'ya gelen gemide hem kölelerin özgürlük belgesi hem de giyotin vardır.
Yazarlığınızın yanı sıra Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü'nün başkan yardımcısısınız. Siyasi kimliğinizden haraketle Türkiye'nin AB sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim örgütümüz aktif siyaset yapmayan bir kurum. Savaşın, açlığın olduğu her yerde olan ve siyasi dayatmalara karşı duran bir kurum. Dünyanın her yerindeyiz. Türkiye'nin AB macerasına gelince... Bir azınlık ki buna ben de dahilim Türkiye'nin orada olmasını istiyor. Ancak onun karşısında aşırı sağcılar var. Onlara göre Türkiye'nin birliğe girmesi göçün hızlanması ve İslam'ın Avrupa'ya girmesi anlamına geliyor. Onlara başka bir bakış açısı kazandırmak, durumun diğer taraflarını göstermek oldukça zor. Ama ben Avrupa'nın bir Hıristiyan kulübü ve bir kültürel birlik olarak kalmayacağından eminim. Evrensel bir kimlik kazanması gerekiyor. Türkiyede bunun için bir şans. Başka kültürlere, bakış açılarına açılan bir kapı. Bunun iyi kullanılması gerektiği inancındayım. Öte yandan ekonomik ve sosyal haklar açısından oldukça sorunlu bir yer. Yunanistan ve Portekiz örneğinden yola çıkarsak Türkiye'nin önünde uzun bir müzakere süreci var, yani halledilebilir. Ancak yine tekrarlıyorum, işiniz çok zor çünkü gerçekten güçlü bir muhalefet var karşınızda.
Türkiye'nin önüne Ermeni sorununu, Kıbrıs'ı koymaları da bahane mi size göre?
Ermeni sorunu bana Kundera'nın 'Şaka' romanını hatırlatıyor. Bir adam arkadaşından 30 yıl önce yaşananların öcünü almak ister ama karşısında 30 yıl önceki arkadaşı yoktur. Türkiye'nin artık olanları kabul etmesi, Ermenilerin de kendi tarihleri ile barışması gerekiyor. Türkiye'den istenenleri zorlama buluyorum. Çünkü sürekli bir şeyler talep ediliyor. Ancak unutulmamalı ki bir ülkenin onuru vardır. Ve bu istekler onuru kırma boyutuna getirilirse birileri onurunu korumak için davasından vazgeçer. Üstelik Türkiye için AB tek çıkış yolu, bir ölüm-kalım savaşı değil. ABD ile de güçlü ilişkileriniz var.
Batı'nın PKK'ya tavrı konusunda da ilginç düşünceleriniz var. Le Figaro gazetesinde yayımlanan bir röportajda Batı'nın PKK'yı desteklediğini ve Kuzey Avrupa'da yerleşmesine izin vererek marjinallikten kurtardığını söylüyorsunuz...
Avrupa'da Türkiye'yi istemeyen birçok insan var. Çünkü Türkiye'yi bir düşman, daha doğrusu korunmaları gereken bir ülke olarak görüyorlar. Bu nedenle de PKK'nın gerçek karakterini görmüyorlar. Çünkü Fransa'da PKK sadece kültürel ve sivil çalışmalarıyla tanınıyor. Askeri kanadından kimse söz etmiyor. Onlara göre PKK, Türkiye'nin karşısına tutabilecekleri bir koz. Çünkü tüm Müslüman ülkeleri bir blok olarak görmek istiyorlar. Ancak Türkiye genel karakteri itibarıyla diğer İslam ülkelerinden farklı. Hem Müslüman bir ülke hem de bir cumhuriyet. Bu, Batı'nın İslam dünyasına bakışıyla örtüşmüyor.

Başa Dön