Brezilya
paylaşılırken...
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=4408
Fuarın konuklarından Jean-Christophe Rufin, 'Kızıl
Ağaçlar Ülkesi'nde, tarihi bir hikâyeden yola çıkıyor. İki kardeşin başından
geçenler ekseninde uygarlık ve doğanın karşı karşıya gelişini anlatıyor
HALUK HEPKON (Arşivi)
Brezilya ismi 'pau brasil' ağacından geliyor. Portekizliler buraya ilk
geldiklerinde Avrupa'ya götürmeye değer bir tek bu ağacı buluyorlar. Kerestesi
kıymetli ve özsuyundan kırmızı boya elde edilen ağaç zamanla bütün bölgeye
ismini veriyor. Brezilya'ya giden turistler ülkeye adını veren bu ağacın
tahtasından yapılan eşyalara hâlâ rağbet ediyorlar.
Jean-Christophe Rufin, Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde Brezilya'ya giden ilk Fransızların
hikâyesini anlatıyor. Amiral De Villegagnon'un yönettiği seferde yerlilerin
lisanını çabucak öğrensin ve tercümanlık yapsın diye iki de kardeş bulunmaktadır.
Kardeşlerden kız olanı zaman içerisinde yerlilerin arasında daha rahat hareket
ettiğini fark ediyor. Erkek kardeş ise mezhep çatışmaları yüzünden iyice
yaşanmaz hâle gelen kalede yaşamayı tercih ediyor. Rufin tarihi bir hikâyeden
yola çıkarak iki kardeşin başından geçenler ekseninde uygarlık ve doğanın
karşı karşıya gelişini anlatıyor.
Rufin'in her ikisi de tarihi roman olan Kralın Kervanları ve İsfahan Kuşatması
isimli eserleri daha önce dilimize çevrilmişti. İsfahan Kuşatması'nın sonunda
yazdığı bölümde, tarihi romanlara bakışını geniş bir biçimde özetliyordu.
Konu hakkındaki görüşlerini ve romanlarını okuduktan sonra Rufin'in tarihe
bir tür arka plan görevi verdiği anlaşılıyor. Tarih sosyal bilimler içinde
ideolojik yaklaşıma en çok maruz kalandır. İnsanlar tarihe bugün ve gelecek
hakkındaki düşüncelerini meşrulaştırmak için bakmayı tercih ediyor. Bu ideolojik
yaklaşım tarihi romanların en büyük sıkıntısıdır. Bütün yeteneğine ve titiz
araştırmacılığına rağmen Rufin de yer yer bu tuzağa düşüyor. Bu noktada
Rufin'in siyasi kimliği önem kazanmaktadır. Rufin, Sınır Tanımayan Doktorlar
örgütünün başkan yardımcısıdır ve yazarlığı bu kimliğinden etkilenmektedir.
İlerleme, kötülüklerin
anasıdır
Rufin'in dilimize çevrilen ilk iki romanı zaten bu konu hakkında okuyucuya
bir sürü ip ucu veriyordu. Rufin'in kahramanı Jean-Baptiste Poncet soyut
özgürlük anlayışı ve tuhaf iktidar karşıtlığıyla bir 16. yüzyıl karakterinden
ziyade günümüze ait gibidir. Tıpkı özgür olmak için, sanki bunun başka bir
yolu yokmuş gibi, bekâretini sevmediği birisine veren sevgilisi Alix gibi.
Kahramanlar böyle olunca başkaldıranların da Zapatistalar gibi tasvir edilmesi
normaldir. Poncet'nin Kralın Kervanları'nda karşısına çıkan Catinat yıkmak
için değil herkesin kendisine bir yer bulabileceği bir dünya için savaşmaktadır.
İsfahan Kuşatması'nda bir kadın ve bir haremağası neredeyse bir halk ihtilaline
önderlik ederek şahı alaşağı ederler. Rufin'in dünya görüşüne göre ilerleme
fikri bütün kötülüklerin anasıdır. Kralın Kervanları'nda Poncet'nin tasasız,
dertsiz ve dünyadan bihaber diye nitelendirdiği Arap gemiciler gibi olmak
istemesi bu yüzdendir. İsfahan Kuşatması'nda Poncet'nin evlatlığı George
ilerlemeciliğin bir karikatürü olarak resmedilir. George zaman içerisinde
ilerleme fikrine, akla ve bilime duyulan saygının ruha eziyet dışında bir
anlamı olmadığını anlar.
Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde de okuyucunun karşısına aynı bakış açısı çıkıyor.
Colombe, kardeşlerden kız olanı, uygarlıktan sıkılarak yerlilerin arasında
yaşamaya karar verir. Yerlilerin arasında Pay Lo isminde bir Avrupalı yaşamaktadır.
"Emir vermeyen, cezalandırmayan ve hiçbir ödül dağıtmayan" bir önder olan
Pay Lo yerlilerle neredeyse beş yüz sene öncesinden bir tür "Yeni Toplumsal
Hareket" örgütlenmesine girişmiştir. Colombe eski dünyasının iğrenç önyargılarına
karşı mücadele etmek için çıplak kalma gibi gayet orijinal bir çare bulur.
Bu esnada iki şeyi öğrenir. Birincisi; Just gerçekten erkek kardeşi değildir.
İkincisi; yamyamlığa daha farklı bakmak mümkündür. Just da babasından kalan
mirasın her hangi bir ülkenin sınırlarına bağlı olmayan ve boyun eğmeyi
kabul etmeyen bir özgürlük aşkı olduğunu anlar ve eski kardeşi yeni sevgilisi
Colombe ile birlikte ormanda kalır.
Görüldüğü gibi Rufin'in ne kahramanları ne de onların karşılaştıkları sorunlar
yaşadıkları döneme ait değildirler. Bu durum söz konusu kahramanların ete
kemiğe bürünmesini engellemekte ve Rufin'in ne kadar iyi bir yazar olduğunun
anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Yazarın kitaplarında sürekli altını çizdiği
iktidarsızlık propagandası, ilerleme karşıtlığı ve soyut özgürlük anlayışı
ise anlaşılır gibi değil. Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde de belirtildiği gibi
Amerikan yerlilerinin Avrupalılarla karşılaşmanın ardından ödedikleri fatura
gerçekten de korkunçtur. Bugün Brezilya'da yerliler nüfusun yüzde 1'i kadar
ancak vardır ve bu da Amazon ormanlarının geçit vermezliği yüzündendir.
Örneğin yerlilerin kaçacak yer bulamadığı Arjantin'de bu oran sıfırdır.
Ama bütün bunları sömürgeciliğin değil de ilerlemenin sonucu olarak göstermek
pek de akla uygun değildir.
Şekerli ekmek
Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde Fransız gemileri Guanabara Körfezi'ne girdiklerinde
şekerli ekmeğe benzeyen bir tepe görüyorlar. Kitaba göre Normanlar tepeyi
tereyağı dolu bir kaba, daha zenginler ise şekerli bir ekmeğe benzetiyorlar.
(s. 111)
Kitapta şekerli ekmek ismi sıkça geçiyor. Bahsi geçen Rio de Janeiro'nun
iki önemli tepesinden 'Sugar Loaf'tur. Portekiz dilinde Pao de Açucar deniliyor.
Üzerindeki kollarını açmış İsa heykeliyle bilinen Corcodova'dan sonra Rio'nun
en güzel yerlerinden birisidir. Harikulade manzarası yüzünden turist rehberleri
tarafından tanrının fotoğraf endüstrisine bir armağanı olarak nitelendiriliyor.
Pao Açucar'ın adı hakkında çeşitli rivayetler var. Tupiler buraya yalnız
ve yüksek tepe anlamına gelen Pau-nh-açuqua diyorlar. Birinci rivayet ismin
buradan geldiği şeklindedir. İkinci rivayet ise tepenin şekli ile ilgilidir.
Portekizliler tepeyi şeker kamışı usaresinin donmuş şekline benzetiyorlar.
Her iki hâlde de şeker ekmeği Pao de Açucar'ın yanlış bir çevirisidir. Şeker
ekmeği diye bir şey olmadığı için şeker ekmeğine benzeyen bir tepenin de
olması mümkün değildir. Kaldı ki kitapta Corcovado Tepesi'nin ismi doğrudan
geçerken Sugar Loaf için neden şekerli ekmek gibi bir tuhaf tanımlamayla
yetinildiğini anlamak zor.
Başa Dön
|
|
Türkiye'nin
onuru önemli
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=166359
Romanlarında tarihi olaylardan yola çıkarak günümüze
göndermeler yapan Jean-Christophe Rufin, Türkiye'nin AB macerasını değerlendirdi:
AB Türkiye'nin onurunu kırmamalı. Çünkü birileri onurunu korumak için davasından
vazgeçebilir
EFNAN ATMACA (Arşivi)
İSTANBUL - 'Kralın Kervanları' ve 'Isfahan Kuşatması'nın ardından 'Kızıl
Ağaçlar Ülkesi' adlı romanı Türkiye'de yayımlanan Goncourt ödüllü yazar
ve Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü'nün başkan yardımcısı Jean-Christophe
Rufin, 24. İstanbul Kitap Fuarı için Türkiye'ye geldi. Kitaplarında tarihi
gerçekleri fon olarak kullanıp doğa ile uygarlığın mücadelesini anlatan
Rufin, kendisine Goncourt Ödülü kazandıran yeni romanında da tarihte çok
bilinmeyen bir olaya, Fransızların 1500'lü yıllarda yaptığı Brezilya seferine
değiniyor. Yazar, yerlilere dil öğretmek için sefere katılan iki kardeşin
hikâyesi aracılığıyla uygar dünya ile yerlilerin tanışmasını ve sonrasındaki
çatışmayı irdeliyor. Fuarda dün 'Tarihsel Bütünleşmenin Eşiğinde' adlı bir
panele katılan Rufin'le İstanbul'u ziyaretinde bir araya gelip yazarlığını
ancak daha da ötesinde Türkiye'nin Avrupa Birliği macerasını konuştuk. Ancak
Rufin bu konuda pek de umutlu görünmuyordu.
'Kızıl Ağaçlar Ülkesi'nde çok bilinmeyen bir olaydan, Fransa'nın 1500'lü
yıllarda Brezilya'ya yaptığı seferden söz ediyorsunuz. Ve yerlilerle Avrupalıların
ilk karşılaşmasında yaşananları anlatıyorsunuz. Doğa ile uygarlığın bu ilk
karşılaşmasında kim kazanıyor?
Roman yerlilerle Avrupalıların ilk karşılaşması etrafında gelişiyor. Birbirinden
ayrı iki davranışın karşılaşması da demek uygun. İkisi arasında oldukça
büyük bir fark var. Ancak temel problemleri aynı doğa karşısında sağ kalmak.
Yerliler bunun için alışkanlıklarından yararlanıyor. Bazı şeylere dokunmuyor,
uzak duruyor. Ancak Batılı tamamen farklı. Uygarlığın nimetlerinden yararlanarak
doğayla mücadele ediyorlar. Ve yerliler elbette bunu hoş karşılamıyor. Çünkü
ezberlerini bozan bir tutumla tanışıyorlar. Kazanan yok aslında. Çünkü iki
seçenek var. Birbirlerinden bir şeyler öğrenmek ya da birbirlerini yok etmek.
Kitabın sonunda bu iki tutumu da seçenler var tabii. Dayatmacı fikir ortaya
koymak gibi bir niyetim yok, olasılıkları göstermekten yanayım.
İki olasılık var dediniz. Ama hep yok etme hâkim tarihte...
İlk tanıştıklarında eşit bir şekilde yaşamaya karar verebilirdi bu iki dünyanın
insanları ancak olageldiği gibi tarih boyunca Avrupalılar değiştirmek, yıkmak
ve asimile etmek eğiliminden yana oldular.
Bu minvalde sizce Türkiye, Avrupa Birliği sürecinde aynı sorunları yaşar
mı?
AB'de dinsel ve kültürel açıdan birleşimci bir eğilim olduğu kuşku götürmez.
Özellikle Fransa'da. Fransa merkezciliği esas alan bir devlet. Örneğin Fransız
Devrimi sonrasında yöresel diller yasaklandı. Her şey mümkün diyebilirim
ancak.
Eşit şartlarda bir yaşam sunmak, kitabınızın arka fonunda yer alan sömürgeciliğin
tam tersi bir anlayış değil mi? Ve Fransa bugün sömürgeciliğin getirilerinden
yakınıyor mu?
Aslına bakarsanız sömürgecilik sol görüşün idealiydi. Yeni dünya, yeni toplum
fikrinin yerleşebileceği düşünülüyordu. Ancak sömürgeciliğin temel aktörleri
tüccarlar olunca bu ideal yıkıldı. Evet Fransa bugün tıpkı İngiltere, İspanya
gibi sömürgeciliğin bedelini ödüyor. Ve kendi kendine 'Sömürgecilikle evrensel
bir gelişime katkıda bulunulabilir miydi?' sorusunu soruyor.
Türkiye'de yayımlanan her üç romanınızda da ilerleme fikri 'tüm kötülüklerin
anasıdır' duruşu olduğunu söylemek doğru olur mu?
Hayır. 'Doğaya dönelim, ilerleme kötüdür' gibi bir fikri savunduğum söylenemez.
Uygarlık doğayla karşılaştığında birçok değeri yok etti. Elbette uygarlık
yanında olumlu şeyleri de götürdü oralara. Örneğin özgürlük, doğadan yararlanma,
endüstriyel gelişim. Ancak savaşları da götürdü, iktidar uğruna öldürmeyi
öğretti. Carpenter'ın bir yapıtı şöyle bir sahneyle başlar. Fransa'dan Guanabara'ya
gelen gemide hem kölelerin özgürlük belgesi hem de giyotin vardır.
Yazarlığınızın yanı sıra Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü'nün başkan
yardımcısısınız. Siyasi kimliğinizden haraketle Türkiye'nin AB sürecini
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim örgütümüz aktif siyaset yapmayan bir kurum. Savaşın, açlığın olduğu
her yerde olan ve siyasi dayatmalara karşı duran bir kurum. Dünyanın her
yerindeyiz. Türkiye'nin AB macerasına gelince... Bir azınlık ki buna ben
de dahilim Türkiye'nin orada olmasını istiyor. Ancak onun karşısında aşırı
sağcılar var. Onlara göre Türkiye'nin birliğe girmesi göçün hızlanması ve
İslam'ın Avrupa'ya girmesi anlamına geliyor. Onlara başka bir bakış açısı
kazandırmak, durumun diğer taraflarını göstermek oldukça zor. Ama ben Avrupa'nın
bir Hıristiyan kulübü ve bir kültürel birlik olarak kalmayacağından eminim.
Evrensel bir kimlik kazanması gerekiyor. Türkiyede bunun için bir şans.
Başka kültürlere, bakış açılarına açılan bir kapı. Bunun iyi kullanılması
gerektiği inancındayım. Öte yandan ekonomik ve sosyal haklar açısından oldukça
sorunlu bir yer. Yunanistan ve Portekiz örneğinden yola çıkarsak Türkiye'nin
önünde uzun bir müzakere süreci var, yani halledilebilir. Ancak yine tekrarlıyorum,
işiniz çok zor çünkü gerçekten güçlü bir muhalefet var karşınızda.
Türkiye'nin önüne Ermeni sorununu, Kıbrıs'ı koymaları da bahane mi size
göre?
Ermeni sorunu bana Kundera'nın 'Şaka' romanını hatırlatıyor. Bir adam arkadaşından
30 yıl önce yaşananların öcünü almak ister ama karşısında 30 yıl önceki
arkadaşı yoktur. Türkiye'nin artık olanları kabul etmesi, Ermenilerin de
kendi tarihleri ile barışması gerekiyor. Türkiye'den istenenleri zorlama
buluyorum. Çünkü sürekli bir şeyler talep ediliyor. Ancak unutulmamalı ki
bir ülkenin onuru vardır. Ve bu istekler onuru kırma boyutuna getirilirse
birileri onurunu korumak için davasından vazgeçer. Üstelik Türkiye için
AB tek çıkış yolu, bir ölüm-kalım savaşı değil. ABD ile de güçlü ilişkileriniz
var.
Batı'nın PKK'ya tavrı konusunda da ilginç düşünceleriniz var. Le Figaro
gazetesinde yayımlanan bir röportajda Batı'nın PKK'yı desteklediğini ve
Kuzey Avrupa'da yerleşmesine izin vererek marjinallikten kurtardığını söylüyorsunuz...
Avrupa'da Türkiye'yi istemeyen birçok insan var. Çünkü Türkiye'yi bir düşman,
daha doğrusu korunmaları gereken bir ülke olarak görüyorlar. Bu nedenle
de PKK'nın gerçek karakterini görmüyorlar. Çünkü Fransa'da PKK sadece kültürel
ve sivil çalışmalarıyla tanınıyor. Askeri kanadından kimse söz etmiyor.
Onlara göre PKK, Türkiye'nin karşısına tutabilecekleri bir koz. Çünkü tüm
Müslüman ülkeleri bir blok olarak görmek istiyorlar. Ancak Türkiye genel
karakteri itibarıyla diğer İslam ülkelerinden farklı. Hem Müslüman bir ülke
hem de bir cumhuriyet. Bu, Batı'nın İslam dünyasına bakışıyla örtüşmüyor.
Başa Dön
|