![]() | Kafamda Bir Tuhaflık Orhan Pamuk | Anasayfaya Eleştiri sayfasına 30.11.2016 |
Editörün Notu: Orhan Pamuk Kafamda bir Tuhaflık adlı kitabında 1969 - 2012 arasında Türkiye'nin 40 yıllık panaromik bir tablosunu çizer. Sıradan insanların gözünden zamanın değişimini anlatırken yazar çok sevdiği İstanbul'unu bir mücevher ustası gibi işler. Ayrı ayrı karakterler aynı olayı kendi bakış açısıyla anlatırken kitap özgün bir tür tiyatro eserine benzer. Bu çoklu bakış açılarıyla Pamuk hem zamana hem İstanbul'a bir ayna tutar. Arka planda politik ve dinsel çatışmalar sürüp giderken hem şehir, hem insanlar hem de zamanın ruhu değişmektedir. Çocukken bir Anadolu köyünden çıkıp gelen Bozacı Mevlüt özü bozulmadan bu tuhaf zamana ne kadar uyum sağlayabilecektir. | |||
MURAT GÜLSOY Dosya, 04 Şubat 2015 21:25 Kafamda Bir Tuhaflık: Peki ama nedir bu tuhaflık Romanın dünyasını oluşturan başat unsur karakterdir. Romancının amacı unutulmaz ve eşsiz karakterler yaratmak ve onlar aracılığıyla dünyayı ve yaşamı yansıtmaktır. Dosya, 04 Şubat 2015 21:25 17 Haziran 1982 Perşembe gecesi Mevlut Karataş arkadaşının kamyonuyla sevdiği kızı kaçırırken tuhaf şeyler düşünüyordu: “Çamurlu, dar yolun kıvrımlarında yavaşlayan kamyonun lambaları kayaları, ağaç hayaletlerini, belirsiz gölgeleri ve esrarlı şeyleri gösterdikçe, Mevlut bütün bu harikalara onları hayatının sonuna kadar unutmayacağını iyi bilen birinin yoğun dikkatiyle bakıyordu. Daracık yolla birlikte bazan kıvrıla kıvrıla yükseliyor, derken iniyor, çamurlar içinde kaybolmuş bir köyün karanlığı içerisinden hırsız gibi sessizce geçiyorlardı. Köylerde köpekler havlıyor, sonra gene öyle derin bir sessizlik başlıyordu ki Mevlut tuhaflık kendi kafasında mı, dünyada mı, çıkaramıyordu. Karanlıkta, efsanevi kuşların gölgelerini gördü. Acayip çizgilerden yapılmış anlaşılmaz harfleri, yüzyıllar önce bu ücra yerlerden geçmiş şeytan ordularının kalıntılarını gördü. Günah işledikleri için taş kesilenlerin gölgelerini gördü.” (s19) Bir düğünde uzaktan hayal meyal gördüğü, inanılmaz güzellikteki gözlerinin büyüsüne kapılarak yıllarca mektuplar yazdığı kızı kaçırdığını sanırken, aslında onun daha az güzel olan ablasını kaçırdığını, bir şekilde tuzağa düşürülmüş olduğunu anlaması uzun sürmeyecektir ancak Mevlut bizi yani onun macerasını izleyen meraklı gözlerin sahiplerini şaşırtacak, bu yanlışlığı mesele etmeyecek ve mutlu olacaktır. Nasıl kandırıldığını anlayamayışını, adını bile bilmediği bir kıza mektuplar yazıyor oluşunu hatta tüm başına gelenleri kafasındaki tuhaflığa yoracaktır. Peki ama nedir Mevlut’un kafasındaki tuhaflık? Mevlut’un kafasındaki tuhaflığın ne olduğu sorusu aynı zamanda “Mevlut’u Orhan Pamuk romanının kahramanı yapan özellik nedir?” sorusunu içeriyor. Çünkü roman karakterlerinin en belirgin özelliği hikâyelerini şekillendirme gücüne sahip olmalarıdır. Romanın dünyasını oluşturan başat unsur karakterdir. Romancının amacı unutulmaz ve eşsiz karakterler yaratmak ve onlar aracılığıyla dünyayı ve yaşamı yansıtmaktır. En azından belirli bir roman anlayışı bu tarzda bir karakter kurgusunu işaret eder. Orhan Pamuk romanlarında da unutulmaz karakterlere rastlarız: Cevdet Bey ve Oğulları’nın üç kuşağı, Sessiz Ev’in kişileri, Benim Adım Kırmızı’nın nakkaşları, Beyaz Kale’nin efendi ve kölesi, Kar’ın K.’sı, Kara Kitap’ın Galip’i, Celal’i, Masumiyet Müzesi’nin Kemal’i ve diğerleri... Oysa Mevlut’un yaşamını okumaya başladığımız ilk andan itibaren onun bu alışageldiğimiz karakterlere benzemeyeceğini sezmeye başlarız. Orhan Pamuk Harvard Üniversitesi’nde verdiği dersleri derlediği Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabında 19. yüzyıl romancılarının pozitivizmin etkisiyle kendilerini modern insan ruhunun sırlarını araştırmakla yükümlü hissederek “çağlarını temsil eden tutarlı kişilikler ve gelişmiş karakterler” yarattıklarını söyledikten sonra şöyle bir sonuca varır: “Roman sanatının temel derdinin hayatı doğru temsil etmek olduğuna inandığım için doğrudan söyleyeyim: İnsanlarda, romanlarda, özellikle 19. ve 20. yüzyıl romanında gösterildiği kadar “karakter” yoktur aslında. Bu satırları elli yedi yaşımda yazıyorum. Kendimde de romanlardaki gibi –Avrupa romanındaki gibi mi demeliyim?- bir “karakter” görmedim hiç. İnsan karakteri hayatlarımızın şekillenmesinde, Batı romanında ve özellikle de edebi eleştiride gösterildiği kadar önemli de değildir. Romancıların ilk amacı olması da, yaşadığımız hayata uygun değildir.” (s53) Öykü ya da roman yazarken “canlı” bir karakter yaratmanın en güzel yanı karakterin gelişimi ile olay örgüsünün birlikte açılması ve okura izleyebileceği güvenli bir yol sunmasıdır. Modernistlerle birlikte bu yaklaşım çok ciddi şekilde eleştirildi, sarsıldı ve bunun sonucunda kimi zaman okunması zor metinler ortaya çıktı. Peki roman karakterleri eskiden atfedildiği kadar önemli değilse, nedir önemli olan Pamuk’a göre? Saf ve Düşünceli Romancı’dan okumaya devam edersek: “Ama evet, bir karakter sahibi olmanın, tıpkı Rönesans sonrası resimde bir üslup sahibi olmak gibi, modern dünyada kitlelerden, diğer insanlardan farklı olmak gibi itibarlı bir yanı da vardır. Ama roman kişisinin karakteri değil, içinde yaşadığı manzaraya yerleşmesi, olaylar ve şeylerle çevrilmesidir belirleyici olan.” (s54) “Belgesel” bir roman Kafamda Bir Tuhaflık romanının baş karakteri Mevlut da 1969’dan 2012 yılları arasında gittikçe artan bir hızla değişen, dönüşen ve büyüyen İstanbul manzarası ile çevrilidir. Ancak bu İstanbul daha önceki Pamuk romanlarından farklıdır, örneğin başrolde Boğaziçi yoktur. Mevlut babası ile Haydarpaşa Garı’na gelip oradan Karaköy vapuruna binerken akşam karanlığında görecektir Boğazı. “Deniz rüyalar gibi karanlık ve uyku gibi derindi” cümlesi ile tarif edilir Mevlut’un gözünden. Ancak Mevlut denizle ya da Boğaz’la bir ilişki kurmaz. Onu saracak olan İstanbul’un karanlık sokaklarıdır, yaşam mücadelesi vermek üzere Anadolu’dan gelenlerin şehirde kendi elleriyle yaptıkları gecekondularla dolu mahalleler ya da gayrımüslim sahiplerinin terk ettikleri harap apartmanların olduğu eski mahallelerdir. Mevlut Kara Kitap’ın Galip’i gibi bu karanlık sokakları adımlar yıllar boyunca. Galip kayıp karısı Rüya’yı arayan bir roman yaratığıdır, İstanbul ise baştan ayağa simgesel okumalara açık bir metindir. Kara Kitap’ta türlü edebi deneylerin oyun sahasına dönüşen İstanbul artık biz okurların yaşadığı gerçek şehir değil, varoluşumuzun bir temsili, yazarı tarafından çizilmiş bir resmidir. Kafamda Bir Tuhaflık romanı ise Kara Kitap’ın aksine roman olduğunu hiç saklamaz. En başından neredeyse “belgesel” bir roman içinde olduğumuz izlenimi yaratacak bir biçim seçilmiştir. Roman sonuna kadar bu belgesel olma iddiasını da sürdürür. İstanbul’un sokaklarınd a midyecilikten yoğurtçuluğa çeşitli alanlarda seyyar satıcılık yapan insanların üretim süreçlerinden, Gazi Mahallesi’nin kuruluşuna, dini pratiklerin gündelik yaşamın sürdürülmesinde nasıl bir dayanışma ve sosyal kimlik işlevi yüklendiğinden, askeri darbenin etkilerine, görücü usulü ile evliliğin yazılı olmayan kurallarından kaçak elektrik kullanımının nasıl gizli bir ekonomi ağı oluşturduğuna ilişkin son derece ayrıntılı bir panorama sunar. Tüm ülkenin kapsamlı bir resmini çizme iddiasındaki romanlar, Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan beri yazarları için birer opus magnum’dur. Örneğin yakın zamandaki en yetkin örneği Ayfer Tunç’un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’dir. 2009 yılında yayımlanan roman üç yüzden fazla karakter üzerinden yüz yıllık zaman dilimde Balkanlardan Kafkasya’ya uzanan coğrafyadaki insan hikayelerini bir akıl hastanesi binası merkezinde anlatır. Bu romanın da uzun ve ironik başlığı eski romanları çağrıştırır ve bu romanın da sonunda bir kişi ve olay indeks bulunur. Mevlut denizle ya da Boğaz’la bir ilişki kurmaz. Onu saracak olan İstanbul’un karanlık sokaklarıdır, yaşam mücadelesi vermek üzere Anadolu’dan gelenlerin şehirde kendi elleriyle yaptıkları gecekondularla dolu mahalleler ya da gayrımüslim sahiplerinin terk ettikleri harap apartmanların olduğu eski mahallelerdir. Minyatürün roman dilindeki karşılığı Kafamda Bir Tuhaflık romanının anlatımı sadece üçüncü tekil kişi bakış açısı ile sınırlı tutulmaz. Ana karakter olan Mevlut’u çevreleyen kişiler yeri geldiğinde mikrofon uzatılmış gibi söz alıp hikâye hakkında yorumlarda bulunur, sahneler anlatırlar. Bu noktada çoklu bakış açısından hikâyenin anlatıldığı söylenebilir ancak bu farklı karakterlerin bakış açıları gerçekçi bir romanda beklediğimiz şekilde o kişilerin dilleri ile farklılaştırılmaz. Oysa gerçekçi bir anlatıda farklı kişiler farklı dillerde kendilerini ve hikâyeleri ifade etmek durumundadırlar. Örneğin yazar Sessiz Ev adlı romanında her bölümü farklı roman kişilerine ayırır ve her birinin kendi duygu ve düşünce dünyalarını kişilerin kendi dillerinden anlatır. Buna karşın Benim Adım Kırmızı romanında gerek nakkaşlar gerek meddahın konuşturduğu resimler hepsi aynı dilde yazılmışlardır. Benim Adım Kırmızı dünyanın iki boyutlu temsili olan minyatür resim sanatını merkeze alan bir roman olduğu için bu anlatım tekniği adeta minyatürün roman dilindeki karşılığı gibi bir etki yaratır. Kafamda Bir Tuhaflık bu anlamda Sessiz Ev’den daha çok Benim Adım Kırmızı’nın tekniğine yakın görünür. Zaten girişte de bu romanın Mevlut Karataş’ın maceralarının pek çok kişinin gözünden anlatılmış bir “resmi” olduğu vurgulanır. “Pek çok kişinin gözünden anlatılma” meselesinin biraz daha üzerinde durmak gerekir. Çünkü bu “kişiler” her ne kadar “gerçek” insanlar gibi, bir gazeteciye bilgi verir gibi konuşuyor görünseler de aslında birer roman kişisi olduklarının farkındadırlar. Bu sürekli gözümüze sokulan bir durum değildir ancak zaman zaman hikayenin önüne geçer. Örneğin sevdiği kız Samiha bir taksiyle evden kaçarken Süleyman şöyle konuşur: “...Samiha şerefli kızdır, az sonra taksiden atlar. Daha kaçmadı, kaçırılmadı. Dönecektir. Sakın yanlış anlamayın. Lütfen yazmayın ve YAZARAK OLAYI BÜYÜTMETİN dedim. Şerefli bir kızı lekelemeyin. Uzaktan siyah arabanın gittiğini gördüm ama yetişemedim. Torpido gözüne uzandım, Kırıkkale tabancayı çıkardım ve havada iki el ateş ettim. Yazmayın, çünkü kaçtığı doğru değil. Yanlış anlaşılacak!” (s207) Metakurmacanın olanakları Sonraki paragrafta Samiha “Hayır, doğru anlıyorlar. Kaçtım,” diyerek kendi açısından olayları anlatır, “yazdırır.” Daha önceki romanlarında da metakurmacanın olanaklarını çeşitli şekillerde kullanarak yarattığı dünyanın daha hakiki olarak görünmesini sağlayan Pamuk yeni romanlar yazdıkça sadece bu tekniği kullanarak romanına bir derinlik katmakla kalmıyor aynı zamanda bu romanlar bir başka alemde devam eden bir süreklilik kazanıyorlar. Bu, Pamuk’un ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları ile açılan alemdir. Sessiz Ev’in, Kar’ın, Masumiyet Müzesi’nin karakterleri de o dünyanın bir köşesinde yaşarlar. Hatta Beyaz Kale bile Sessiz Ev’in karakterlerinden birinin yaptığı bir çeviridir. Kafamda Bir Tuhaflık romanı da bu evrende geçer. Bu romanda iki evreni birbirine bağlayan figür Kara Kitap’ın karakterlerinden biri olan Celal Salik’tir. Gerçi Celal Kara Kitap içinde sadece gazete yazıları ile “görünür.” Kafamda Bir Tuhaflık romanının geçtiği dünyada Celal Salik ünlü bir gazetecidir ve ölümü yetmişli yılların terör olaylarından biri olarak anılır. Oysa biz Kara Kitap okurları bunun salt bir siyasi suikast olmadığını pek ala biliriz ve bu şekilde bir bağlantının Kafamda Bir Tuhaflık romanını nereye götüreceğini merak ederiz. Metakurmaca kavramını Türkçe’de üstkurmaca olarak kullananlar çoğunlukta. Meta ön ekinin Türkçe olmaması nedeniyle böyle bir tercih yapılıyor. Oysa meta ön ekinin “sonrasında, ötesinde,” “gelişme, karmaşıklaşma, dönüşme,” ve “daha açıklayıcı, kapsayıcı, aşan” anlamları var. Dolayısıyla metakurmaca kurmacanın ötesindedir, kurmacaya referans veren yapısıyla kurmacadan sonra gelmektedir; kurmacanın daha gelişmiş bir halidir; bu yapısıyla kurmacayı açıklayarak aşar. Dolayısıyla bu kavramı üstkurmaca diye çevirmek nerdeyse metakurmacayı basit bir çerçeve hikâye tekniğine indirgemektir ki kimi zaman çerçeve hikâyeler gerçekten de kurmacanın metakurmacaya dönüşmesine hizmet ederler. Ancak bu romanda da görüldüğü gibi burada metakurmacanın çerçeve olmak gibi bir özelliği yok. Peki o halde neden böyle bir teknik kullanılmış? Daha önceki romanlarında da metakurmacanın olanaklarını çeşitli şekillerde kullanarak yarattığı dünyanın daha hakiki olarak görünmesini sağlayan Pamuk yeni romanlar yazdıkça sadece bu tekniği kullanarak romanına bir derinlik katmakla kalmıyor aynı zamanda bu romanlar bir başka alemde devam eden bir süreklilik kazanıyorlar. İlk akla gelen hakikilik kaygısıdır. Çünkü tüm iyi yazarlar bilirler ki ne kadar iyi yazarlarsa yazsınlar, ne kadar büyük bir dünya kurarlarsa kursunlar roman en nihayetinde kurmaca bir yapıttır, hakikatin kendisi değildir. Varabileceği en üst nokta belki de hakikate dair “hakiki” bir şeyler söylemektir. Gerçeklikle temsili arasında aşılmaz bir mesafe vardır. Bu, dil ile dünya arasındaki kapanmayacak uçurumun bir başka ifadesidir. Bu yarılma sadece insan ile doğayı ayırmakla kalmaz, insanı diğer insanlarla, hatta insanı kendisiyle de “ayırır.” Mevlut bu ayrılma hissini hayatının çeşitli dönemeçlerinde hisseden ve sahip olduğu düşünsel araçlarla bu hislerle bir anlam veremeyen, bu yüzden de bu durumu bir tuhaflık olarak tanımlayan bir karakterdir. Yanlış anlaşılmasın, eğitimsiz bir insan olduğu için değildir bu zafiyetin nedeni. Aslında son derece entelektüel bir karakter olan Kara Kitap’ın Galip’i de, Masumiyet Müzesi’nin Kemal’i de hatta bizzat İstanbul’un kahramanı Orhan Pamuk’un kendisi de an gelir bu uçurum karşısında çaresiz kalırlar. Zaten romanlarının esrarı da bu çaresizlik anlarında gizlidir. ““Kafamda bir tuhaflık var,” dedi Mevlut. “Ne yapsam bu alemde yapayalnız hissediyorum kendimi.”” (s192) Mevlut’u saran manzara karanlık şehirdir. Pamuk’un diğer romanlarında olduğu gibi şehir karakteri kuşatan, onun varoluşunu belirleyen en temel unsurdur. “Ama İstanbul bir köy değildi. Şehirde tanımadığı bir kadını takip ettiğini sandığın kişi, aslında Mevlut gibi kafasında önemli düşünceler taşıyan ve ileride büyük işler başaracak biri de çıkabilirdi. İnsan şehirde kalabalık içinde yalnız olabilirdi ve şehri şehir yapan şey de zaten kalabalık içinde insanın kafasındaki tuhaflığı saklayabilme imkanıydı.” (s98) Bu bireyin tanımıdır. İnsanın tek başına kalabilmesi, kendini bir kişi olarak deneyimleyebilmesi, alemde yapayalnız olması onu birey yapar ve bu başlı başına tuhaf bir durumdur. İnsanın kendi üzerine düşünmesi, kendi içine bakması, kendilik bilincini kazanması onu düşünümsel bir deneyime hazırlar; bir başka deyişle kendi üzerine düşünürken bu düşünme işleminin tuhaflığının farkına varır. Bunun edebiyattaki karşılığı metakurmaca yapılarda bulunabilir. Çünkü nihai olarak varılacak noktada birey kendi hikâyesinin bir kahramanı olduğunun farkındadır; hiçbir şey yapmadan sokaklarda dolaşsa bile hikâyesinin evrenini attığı adımlarla kurduğunun farkındadır ve bundan varoluşsal bir coşku duyar. Kafamda Bir Tuhaflık’ta karakterlerin salt var oldukları için haz duyduklarına tanık oluruz. Ancak var olmaktan duyulan coşku kötü ikizini beraberinde getirir: yok olma endişesi. Değişimin yarattığı hüzün. Değişim, dönüşüm elbette bir imkândır ama aynı zamanda bir tehdittir. Kişiyi adım adım sona doğru götürür. Salt bu düşüncenin bile insanı ürperten bir yanı vardır. Mevlut’un içinde bulunduğu manzara ise son elli yılın İstanbul’udur. Bu yarım yüz yıllık sürede şehir kadim zamanlardan bu yana en büyük ve kökten değişimi yaşamıştır. Ancak insan içinde yaşarken zamanın geçişini kolaylıkla kavrayamaz, belki Mevlut gibi bu değişimi zaman zaman fark eder ve şaşırır: | İngilizce Linkler Like James Joyce, Pamuk holds a looking-glass up to his city. (sol kolondan devam) |