![]() | İnsanın Esareti Somerset Maugham | Anasayfaya Eleştiri sayfasına |
Editörün Notu: “İnsanın Esareti” bir insanın yaşamının çocukluktan, ilk gençliğe ve sonra ergenlik ve en sonunda olgunluk dönemine kadar kahramanın ayak izlerine basarak yürümenizi sağlayan bir roman. Aslında yer yer yaşamın anlamını aramaya döner temasıyla, okuyucusunu da yaşamda yürüterek anlam aratıyor. - Özge Yılmaz "İnsanın Esareti" edebiyat tarihinin en önemli 100 kitabından biri olarak kabul edilir. Kitap Spinoza' nın "İnsanın duygularını yönetme; ya da dizginlemekteki aczine ben esaret derim" söylemi üzerine kurgulanır. Maugham'un kitabının ana kahramanı doğruyu görmesine rağmen tutkuları nedeniyle sonuca varma iradesini gösteremez. Bu iradeyi gösteremeyen kimse ise kendinin efendisi olamaz.Yaşam süresince yaşanan zorluklar, edinilen tecrübeler hayatla başetme becerisini getirecektir. Eren Arcan | |||
İNSANIN ESARETİ SOMMERSET MAUGHAM Hazırlayan: Özge Yılmaz SOMMERSET MAUGHAM HAKKINDA 25 Ocak 1974-16 Aralık 1965 Küçük yaşta anne ve babası ölen Maugham amcası tarafından büyütülmüş. Babası Paris’te İngiliz elçiliğinin hukuk işlerini yürüten bir avukat. Büyükbabası ve erkek kardeşi de hukukçu olan Maugham onlar gibi hukuk okumak istemeyince Tıp eğitimi almış. Ancak okulu bitirmeden yayınlanan ilk romanı “Lambeth’li Liza” (1897) çok ilgi uyandırınca hiç bir zaman doktorluk yapmamış. Annesi tüberkülozdan 41 yaşında, son çocuğu doğumdan bir gün sonra öldükten altı gün sonra ölmüş. Annesinden iki yıl sonra babası da kanserden ölmüş. Bunun üzerine amcası tarafından büyütülmüş. Birinci dünya savaşı sırasında, önce kızıl haçta ve ambulans birliklerinde, sonra ise İngiliz Gizli Servisi’nde görev yapmış. İngiliz Gizli Servisi için İsviçre ve 1917 Ekim Devrimi öncesinde Rusya’da çalışmış. Bu sırada Frederick Ferald Haxton ile tanışmış ve Amerikalı Haxton 1944’te ölene kadar partneri olmuş. Sommerset Maugham’ın kadınlarla ilgili hoş olmayan anıları olmuş; homoseksüel olmasına karşın 1913 yılında Syrie adında bir kadınla kendisinden hamile olduğu için evlenmiş. Daha sonra yayınlanan mektubunda yazdığı gibi Maugham kadına aşık değil ancak doğru olanın bunu yapması olduğu düşüncesiyle, aptallığının bedelini ödeme olarak tanımladığı kendini feda etme duygusuyla bunu yaptığını öne sürmektedir. 1917’de evlenir, 1928’de boşanır. Sommerset Maugham, sonradan “İnsanın esareti” olacak romanını, ilk olarak 23 yaşında, 5 yıllık tıp eğitimini tamamladığı dönemde yazar. Kendisi de Tıp eğitimi sırasında bir roman yayınlamış olan Fisher Unwin’e göndererek avans ister, ancak, kabul edilmeyince bir tepkiyle romanı kenara atar. Oldukça popüler olduğu tiyatro piyesleri yazarak yaşamına devam eder. Maugham bu romanın bir otobiyografi olmadığı konusuna vurgu yapmaktadır ve bunun bir otobiyografik roman olduğunu söylemektedir. Ancak kendisine acı veren bir çok anıyla baş etmesine yardımcı olduğunu da vurgulamaktadır. İlk olarak 1915 yılında basılan romanın başlığı, Spinoza’nın “Ethika” sından alınmıştır. “İnsanın duygularını kontrol etmesindeki iktidarsızlığına ben esaret diyorum, onların kontrolü altındaki adam kendisinin efendisi değildir...bu nedenle önünde daha iyi olanı görmesine karşın sıklıkla daha kötü olanı takip etmeye zorlanır.” KİTAP HAKKINDA “İnsanın Esareti” bir insanın yaşamının çocukluktan, ilk gençliğe ve sonra ergenlik ve en sonunda olgunluk dönemine kadar kahramanın ayak izlerine basarak yürümenizi sağlayan bir roman. Aslında yer yer yaşamın anlamını aramaya döner temasıyla, okuyucusunu da yaşamda yürüterek anlam aratıyor. Kitap, çok küçük yaşta önce doktor olan babasını sonra da annesini kaybeden; hiç çocukları olmamış papaz olan amcası (William Carey) ve onun karısı (Louisa) tarafından büyütülen Philip Carey’nin hikayesidir. Papaz, oldukça soğuk ve ben merkezcil bir karakter olarak tariflenmektedir kitapta ve Phillip onunla bir çok kereler, yaşı büyüdükçe daha da artan tartışmalar yaşar. Baba şefkatini ve standart tanımlarla sevgiyi de pek göstermeyen papaz, Philip’in anne babasına da ona fazla bir miras bırakmadıkları için kızgındır. Louisa yenge ise kendi çocuğu olmadığı için Philip ile ilişkisinde başta çekingen ama sonrasında sevgi dolu bir ilişki geliştirir. Ancak, belki de kadının kocası karşısındaki silik karakteri nedeniyle de Philip’in anlatımlarından onun hiç annesi yerini aldığını hissetmiyoruz. Özellikle ressam olmak istediğinde papaza bile karşı çıkarak Philip’i destekler ve Philip onu sever ancak yine de Paris’e gitmek için trene bindiği anda kadını unutur. Çocukluğunun ilk yıllarını papaz ve karısı ile oldukça dindar bir çevrede geçiren Philip, ilk öğrenimi için Tracenbury’deki King’s College’e gönderilir. King’s College yılları onun karakterinin gelişiminde önemli olur. Yamuk Ayak ![]() Ayağındaki sakatlık nedeniyle çocuklar tarafından ilk başlarda dalga konusu olur; bu onlardan uzak durmasına ve kendini korumak için oldukça sert, kibirli ve iğneleyici bir tarz geliştirmesine neden olur. Bu nedenle okulda ilerleyen yıllarda arkadaşı olacak olan Rose’a kadar neredeyse her zaman yalnızdır. Ancak araya giren hastalığı nedeniyle Rose ile arkadaşlığı, kısmen kendi ters tavrı yüzünden de, bozulur. Bu okuldaki başarısını etkileyen çok önemli bir olay; okulun genel kültüre çok önem veren ve geleneksel eğitime karşı duran Perkins adındaki müdürüdür. Müdür Perkins okulun ilk yıllarında, Philip’ten hem çok kitap okuduğu için iyi olan genel kültürü hem de yalnızlığı ve diğer çocuklara duyduğu kıskançlığı derslerde başarılı olarak gidermeye çalışması nedeniyle çok hoşlanır. Philip’in din adamı olmasını, bu amaçla Oxford’a gitmesini; buradan okul başarısı nedeniyle kolayca burs alabileceğini söylemektedir. Ancak yaşı büyüdükçe Philip okuldan ve dini inançlarından uzaklaşmaya başlar. Sürekli sorgulayan kafası önce her şeye kadir olduğu öğretilen Tanrı’dan her şeyi isteyebiliyorsa sakatlığını gidermesini isterse giderebileceğini çözer. Ve bunu dua ederek ve iyi bir Hıristiyan olarak sağlayabileceği söylendiği için istek ve sebatla dener ancak ayağı düzelmez. Bu Tanrı ile arasına mesafe koymaya başlayan ilk basamaktır. Ancak tam olarak dinsizlik olarak tanımlamaz bunu. Okul’ un ilerleyen yıllarında ise papaz olmak istemediğine karar verir; amcası Carey gibi bir hayat istememektedir. Bu nedenle de hem müdür hem de amcasının isteksizliğine karşın okulu bırakma fikrini onlara kabul ettirir. Biraz da okuldaki başarısızlığı nedeniyle Oxford’dan burs alma şansını yitirmesi buna neden olur. Philip’in ayağında olduğu belirtilen yumru ayak deformitesi (Talipes equinovarus) Sonrasında dil eğitimi için gittiği Almanya’da tanıştığı Hayward ve Weeks ile tartışmaları sırasında ise dine olan inancını tamamen yitirecektir. Ancak inançsız olmanın tam ne olduğunu ancak sonra irdeleyecektir. İnançtan uzaklaşmasının en önemli nedeni her dinin kendine inananların iyi ve ahlaklı olduğunu, kendi kitaplarının-peygamberlerinin- ve kurallarının en doğru olduğunu söylemesidir. Philip de kendi inancı olan İngiliz kilisesi için böyle hissetmektedir. Ancak fark eder ki, bu iki adam ondan farklı inançlara sahiptirler ve yine de akıllı, iyi yürekli ve eğitimlidirler. Özellikle Weeks ile tartışmalarında Tanrı tanımını irdeler: “İnsanlar tanrıları daima kendi görünümlerine göre biçimlendirirler”. Bu kadar dindar yetiştirilse bile itiraz edebilecek cesareti kaç insan bulabilir mi? Daha ileride bunun anlamını daha ayrıntılı tartıştığı yerlerle birlikte ele alacak olursak dinlere inanmayı bırakırsak yaşam tarzımıza neler getirir bu? Tüm bu soruların yanıtları sanıyorum herkese göre değişir. Ancak yazarın vurguladığı çok önemli bir nokta var: o da dine inanmayı bıraktığımız zaman bize dayattığı ahlak anlayışı ne olur? Bu, Harari’nin Sapiens kitabında da işlenen bir konu: dinler, ahlak, kurallar, yasalar bunların hepsi insanların toplum içinde yaşayabilmek için geliştirdikleri ortak mitlerdir. İnsanı diğer türlerden ayırıp ulaştığı gelişimi açıklayan en önemli nokta da sosyal olabilmesidir. Buradan bakacak olursak insan büyüyen toplumları içinde dinler, kurallar vs geliştirmiş ve sonra bunlarla kendini sınırlamıştır. Yani kendi yarattığı mitler toplumun iyiliği için insanı bu konular hakkında kendi başına düşünmekten uzaklaştırmıştır. Aslında “doğal” ya da “ahlaki” nin tanımı nedir diye bakacak olursak yine Harari’nin kitabından kaynak göstererek belirtmeliyim ki “doğayı yaratan Tanrı’nın niyeti doğrultusunda” ya geliyoruz. Peki din inancı olmayan biri için bunun anlamı nedir? İşte bu soru inanmayı bırakan Philip’in kitabın ilerleyen noktalarında yanıt aradığı önemli sorulardan biri. Peki bu noktadan bakınca soruyorum: ahlak sizce nedir? Almanya’da Hayward ve Weeks ile ilişkisi dışında onun yaşamında izi olan iki olay daha vardır. İlki Herr Sung adlı Çinli ve Fraulein Cecile adlı genç kız arasında, sevgililerin kaçması ile sonuçlanan tutkulu aşkın onda uyandırdığı “aşka merak” duygusu; ki Blackstable’a dönünce Miss Wilkonson ile yaşadığı kısa süreli ilişkide bunun ciddi bir etkisi var. Diğeri ise Fransızca öğretmeni “Mösyö Ducroz”: bu adamın devrimci, politik idealleri nedeniyle ciddi acılar çekmiş ve sonuçta yaşamıyla bile bağdaşmaz bir yoksullukla sonuçlanmış yaşamına tanıklık eder. Bu adam, yorgunluğu, hastalıklı görüntüsü ve yoksulluğu ile özgürlük adına yapılan devrimler için kendi yaşamından vazgeçmiş ancak yıllar sonra dünya düzeninde ne kadar da az şeyi değiştirebildiğini gören bir kuşağı temsil ediyor. Belki de biraz 1960’ların o güzel çiçek çocuklarını anımsatıyor. Onlar da bu adamcağız gibi ya kapitalizmin kendilerine dayattığı düzene uyum sağlamış ve tüm özgürlükçü ideallerinden vazgeçmişlerdir ya da yüksek doz uyuşturucu ve depresyonda bulanıp yaşamlarını sonlandırmışlardır. | Peki hangisi doğru, kaybetmek adına ideallerinde direnmek mi yoksa yaşamda kalmak adına onlardan vazgeçmek mi? Belki de bir ortasını bulmak. Peki ortası var mı? Şimdiki kapitalist, insanı insan yerine koymayan, savaşı bir kazanç kapısı olarak gören düzen ile 1960 ların savaş karşıtı, herkesin eşit olması gerektiğini savunan o sosyalist çocukları hangi noktada buluşabilirdi? Yani Fransızca öğretmeninin yaşamı boş yere mi heba olmuş dersiniz?
Londra’yı yaşamında kendini bulmak anlamında en önemli zamanlardan biri olan Paris günleri izler. İki yıl süresince kaldığı Paris’te hem resim eğitimi alır hem de birçok yeni insanla karşılaşır. Paris’te resim eğitimi alan ve sanatla ilgili birçok kişi ile tanışır: Clutton, Lawson, Cronshaw bunlardan bazılarıdır. Unutulmaması gereken ve belki de onun sonraki kaderini önemli ölçüde etkileyen kişi de Fanny Price’dır. Clutton ve Lawson karakterleri sanata bakış açılarıyla oldukça ayrıdır. Lawson ortalama bir sanatçıdır ama para kazanmayı başarabilecektir. Clutton ise tam olarak hiç açık edilmese de daha mükemmeliyetçi bir sanatçıdır. Farklı bir bakış açısı vardır ancak o kadar mükemmel bir şey yapmaya çalışırken hiçbir şey üretemez. Fanny Price, yeteneksizliğinin farkında olmayan, sonunda yoksulluktan kendini öldüren bir kadındır. Onun ölümü ve herkesin kendi yeteneği konusunda emin oluşu, Philip’e kendini sorgulatır; gerçekten bu işi yapmak isteyip istemediğini ve ressamlık için yeteneği olup olmadığını. Sonunda bir eleştirmenden de aldığı görüş ile bu konuda yeterince yetenekli olmadığı ve sıra dışı bir ressam olmayacağı fikrine varır. Paris’teki sanat eğitimini yarım bırakır ve doktor olmaya karar verir. Paris’teki yaşamdan söz etmeyi bırakmadan önce ressam arkadaşları ile tanıştığı başarısız şair Cronshaw’a da değinmek gerekir. Cronshaw, oldukça sefil bir hayat sürmektedir. Philip’in her ne kadar dine inanmayı bıraksa da dine bağlı ahlaki değerlere göre yaşam sürdüğünü öne sürer. Yazar Philip’e bir İran halısı hediye eder ve yaşamın anlamının bunda saklı olduğunu söyler. Kitabın ilerleyen yerlerinde Philip keşfedecektir ki bu pis İran halısı düğüm düğüm, motif motif oluşturduğumuz ve aslında hiç bir anlamı olmayan, gidişini bazen biz ama çoğunlukla koşulların belirlediği yaşamı anlatır. O oluşan İran halısı sadece dokuyan için anlam taşımaktadır. Tam bu sıralarda kendisine gerçekten şefkat göstermiş olan yengesinin ölüm haberini alır. Annesinden bu yana kaybettiği ilk yakınıdır. İnsanın esareti’ nerede başlar, nerede biter? ‘İnsanın esareti’ nerede başlar, nerede biter |