Carmen Laforet
Hiç

Carmen Laforet

 

Anasayfaya
Eleştiri sayfasına

 

14.08.2013


  Editörün Notu : İspanyol savaşından beş yıl sonra, yirmi üç yaşındaki yazar Carmen Laforet "Hiç" (Nada) adlı eserinde Franko rejiminin allak bullak ettiği sosyal, ekonomik ve ahlâki değerleri acımasızca irdeler. Üniversite öğrencisi kitap kahramanının, savaş sonrası açlık, politik baskı ve zulüm yüklü Barselona ve sevgisiz, tekinsiz ailesi ile  baş edebilmesi için elinde "HİÇ" ten başka bir şey yoktur.

   

Kapsamlı bir inceleme : http://inquiry.uark.edu/issues/v02/2001a04.pdf


 

Leyla Şen, "62 yıllık 'hiç' " Time Out İstanbul, Şubat 2008

http://www.metiskitap.com

Kusursuz inşa edilmiş aile-toplum-savaş üçgeninden bile sıyrılmayı bilen bir genç kadının hikâyesi geç de olsa bu kuşağın kadınlarına da ilham verir mi dersiniz? Şu 'kadın yazar' etiketi hiç sevimli değil, ama bazen kullanmak gerekiyor. Carmen Laforet, 1944'te Hiç'i 23 yaşındayken, üniversiteyi bırakarak ve kendisini tamamen edebiyata adayarak yazdı; o yıl ilk kez verilen Nadal Edebiyat Ödülü'nü aldı, 1945'te de –ödülün karşılığı olarak– roman yayımlandı. O günden beri –en azından İspanya'da– baskısı hiç tükenmedi. Hatırlatalım: 1945 yılı İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ertesi... Avrupa genç kızların yalnız başına bir şehirde yaşayıp roman yazmaları için pek de uygun bir yer değil. Ama bundan sonra olacak. Hem cephe gerisindeki kadın işbirliği hem de yavaş yavaş dağılmakta olan aile ve toplum yapısı sonucu. Gerisini biliyoruz, Batı toplumlarında kadınların kamusal ve özel alandaki varlıkları netlik kazanacak, 60'lardaki cinsel devrimle taşlar hepten yerinden oynayacak. Yine de 1944-1945 bütün bunların tohumlarını barındırmakla birlikte, hâlâ zor seneler. Üstelik bir de şunlar var: Laforet 1939'da 18 yaşındayken Barselona'ya üniversiteye gitmiş (akrabalarının yanına); 1942'de Madrid'e geçmiş: Hem bölüm, hem üniversite hem de şehir değişimi yani. Dolayısıyla karşımızda sadece ödül alacak kadar yetenekli değil, dünyanın en zor zamanında bu zor zamanları hikâye edecek, hikâyesi kendi yaşamıyla doğrudan çakışan ve hikâye etme biçimi gündemdeki sanat hareketini takip etmeyi ve kusursuza ulaştırmayı kotaran bir 'kadın yazar' var.

Gelelim Salinger benzetmesine... Laforet'nin Hiç 'ten sonra evlenip çoluk çocuğa karışması, bir Katolik olarak, basından, sanat ve edebiyat ortamlarından elini eteğini çekmesi, röportaj vermemesi, kitaplarını bu sessizliğin içinden yazması vs. onun içine kapanık ve tuhaf biri olarak nitelendirilmesine yetmiş de artmış bile. Sonradan öğrenildiğine göre, bu durum Franco rejiminin yarattığı sevimsiz ve düşmanca politika ve edebiyat ortamından haz etmemesinin sonucu. Ayrıca ünlü olmaktan da biraz sıkılmış elbette. Yine de kendisinden sonraki 'gerçekçi' yazarları hayli etkilemiş.

Bu büyük edebiyat başarısı ve hemen yanındaki sessiz hayat, bilinen 'kadın yazar' tipolojisinden sapma yaratıyor gibi görünse de işin ilginç kısmı aslında bu: Kadın yazar illâ ki kadın olma vurgusunu röportajlarla, kamusal hayatta arzı endamla kuvvetlendirerek olunmayabiliyor demek ki. Bu edebiyat figürünün 'kadın' olmasının mahiyeti ayakta durduğu ortama dikkatle bakınca ortaya seriliyor; bir kadın olarak aslında büyümesi bile hayli güç olan ortamlarda nasıl İspanya Edebiyatı'nın temel taşı haline geldiği ile, yoksa her fırsatta bir kadın olarak karşımızda duruşuyla değil..

Bir de tabii roman var. Hiç bu ortamın, bu ortamda bir kadın olarak yetişmenin ve kendini kurmanın-kurtarmanın (Carmen Laforet'nin kendi hayatından yola çıkarak) hikâyesini anlatıyor. Net ve doğrudan. Kahramanımız Andrea, İspanya İç Savaşı'nın hemen ardından, yok olan ailesinin neredeyse yası bitmeden Barselona'ya üniversite okumaya gelir. Yalnız başına yapılan bir yolculuk: Yıl 1939, kızımızda korkudan eser yok. "...Gecenin içindeki bu uçsuz bucaksız özgürlük keyifli ve heyecan verici bir macera gibi geliyordu bana." Annesinin akrabalarının yaşadığı eve yerleşir; aile manen dağılmış, servet tükenmiş, akıllar başlardan uçmuştur. 'Yeğen' delibozuk aile üyelerinin yanında kendisini var etmeye çalışırken şunlarla uğraşır: Şiddet, kavga, açlık, kadri bilinmemiş sanatçı dayılar ve onların delilikleri, yine şiddet, hayalet gibi bir büyükanne, manastıra yerleşen bir teyze, yine şiddet, yüksek burjuvalardan arkadaşlar, onların garip aileleri ve yine şiddet... Dayısı karısını döver, dayılar birbirlerini, büyük teyze sözleriyle herkesi. Andrea pozisyon almaya çalışır, nafile: Herkes birbirinin arkasından konuşur, kuyusunu kazar. Evin en büyüğü, büyükanne büyük bir naiflikle herkesi anlamaya çalışır, Andrea kendisini en çok ona yakın hisseder. (Belki biraz da görebildiği şefkatin tek kaynağı olmasından ötürü) Ama karşı cephedeki şiddet dozu gerçekten yüksektir, çünkü beslendiği yer büyükannenin naiflikle kapatamayacağı kadar geniştir: İç savaş gerçekten de bir iç savaştır. Parasız, işsiz, amaçsız kalan aileleri kendi içine çökertir, şiddeti toplumsal tabana yayar, olası bir birey hayatının dibine böylece kibrit suyu döker. Andrea'nın Barselona'da kaldığı bir sene boyunca yok olan çekirdek ailesinin lafı bile geçmez; gündemdeki sözlü ya da fiziksel şiddet kendisinden başka bir odak tanımaz. Bu büyük aile de bu şiddeti kendi fonksiyonuna dahil ederek nefis bir biçimde normalleştirir. Tavana vurması gerekiyordur, allahtan da tavana vurur; bunca şiddet bunca acı kendisini başka nasıl tüketecek? En azından birisi bunlardan paçasını böylece sıyırmanın bir yolunu bulur, aile Andrea olmadan da nasılsa kendi şiddetli ortamını yeniden üretip yaşayabilir ama en azından bir kişi... Yeni kuşaktan bir kişi hem de... Kendisini kurtarabilir. Aile her zaman kendisinden kaçılması, kurtulunması gereken bir yapı, bir insan üretim merkezi değil elbette. Ama bir yerde, işler tıkandığında külahı öne alıp, aile bağlarını ve aileden toplumsala ya da aileden bireysele geçiş yollarını tekrar düşünmek lazım. Hele en temizinden toplumsal, politik, ekonomik krizler yaşanıyorsa. Çünkü bunlardan bizi ailenin geleneksel değerleri, atalarımızın manevi varlıkları, bu topraklara bağlılık, kanla sulanarak oluşturulmuş bayraklar, aile uğruna işlenen cinayetler (yani töre cinayetleri), aile dışında bellediklerimizi sürekli suçlamak, aile içindekileri 'aileye uygun' davranmamakla sürekli suçlamak kurtarmayacak. Bu mutsuz yaşayıştan bizi yeni düzenlemeler, yeni denge arayışları belki çıkarabilir. Tabii bunun için içinde yaşanılan durumun 'normal' olmadığını kavrayacak kadar sağduyulu olmak, ya da en azından durumdan memnuniyet duymamayı becerecek kadar hissiyat sahibi olmak, neden mutsuz olunduğunun kuvvetli ve katmanlı bir sorgulamasını yapabilecek kadar da kendini bilmek gerekiyor.

Bunu aile içinde ya da toplumda birlikte yapmak mümkün elbette .   Ama mümkün olmayan yerlerde ya da koşullarda da, mümkünmüş gibi yapıp ('burası özgür bir ülke' gibi mesela) kendisini kurtarmaya çalışanları bu değerleri hiçe sayıyor diye hedef göstermek de pek mâkul değil. İnsanın bir canı var zira, bazen onu kurtarmaya çalışmak bütün bu aile-toplum kutsal değerlerinden daha değerli olabilir. Şu olabilir: Kendisini bir biçimde kurtaranlar ve kuranlar, Andrea ya da Carmen Laforet gibi, sonraki kuşaklara yardımcı olabilirler. Biz de kadın olmak, bir kadın olarak zor ailevi ve toplumsal koşullarda yetişmek konusunda fikir ve vizyon sahibi olabiliriz. Yani hâlâ umut var. Yine de bu umudun içinde de kendisini kurtaramayanları, böyle bir şansı olmayanları ya da böyle bir şansı varken bile kendisini gerçekten (belki de fark etmeden) feda edenleri unutmamak gerek.

Evet, aile toplumun temel direğidir. Ama hangi aile, hangi toplumun?


 

Vikipedi

Biography

http://en.wikipedia.org/wiki/Carmen_Laforet

Laforet was born in Barcelona, Spain, but at the age of 2 she moved with her family to the Canary Islands where she spent her childhood.[1] At age 12 she suffered the loss of her mother, and her father subsequently married a woman disliked by Laforet and her siblings (unsavory experiences portrayed in much of her literature). In 1939 at the age of 18, Laforet left for Barcelona where she studied Philosophy at the University of Barcelona while living with relatives. In 1942 she departed for Madrid where she studied Law at the Universidad Complutense. During her second year, she withdrew from classes to devote herself completely to writing, and between January and September 1944 she penned her first novel, Nada, which earned Editorial Destino's Nadal Prize in its first year of publication (1945). A novel of female adolescent development, Nada is considered a classic in 20th century Spanish literature; in many respects, this novel is Spain's The Catcher in the Rye with regard to such universal themes as existentialism and the adolescent search for identity.{See articles by Mark P. Del Mastro on the search for identity in Laforet's novels}

Like Salinger, Laforet maintained a very distrustful relationship with her critics, especially after she struggled to match the outstanding critical acclaim of her first novel. However, she did publish a total of five novels: the 1952 publication of La Isla y los demonios, which is essentially the prequel to Nada; her 1955 La mujer nueva, motivated by her re-discovery of her Catholic faith and recipient of the Premio Menorca; her 1963 La insolación, the initial installment of the trilogy Tres pasos fuera del tiempo; and finally her posthumous Al volver la esquina, published in May 2004 and considered by many to be her most accomplished psychological novel. Following her visit to the U.S. as a guest of the State Department in 1965, Laforet published her travel notes entitled Parelelo 35 in 1967. Her friendship with fellow Spanish author and U.S. resident Ramón J. Sender was revealed in a series of letters published in 2003 entitled Puedo contar contigo. She also authored short stories, the majority of which were published in a 1952 collection entitled La muerta, as well as novelettes that were published in a 1954 collection entitled La llamada. Four additional short stories--"El infierno," "Recién casados," "El alivio," and "El secreto de la gata"--were published in the journalsÍnsula (1944 & 1952), Destino (June 1953) and Bazar (March 1952) respectively.

Legacy

Since Laforet's death on 28 February 2004, renewed critical attention has focused on her lesser known works (essentially everything published after Nada), yet undoubtedly the public will always think of Nada when Laforet's name is mentioned, as evidenced by the Spanish phrase, Después deNada, nada, or After Nada, nothing.[2]

 
  Bir toplumun ergenlik sıkıntıları

  ERKAN CANAN Radikal Kitap / 25/01/2008

http://www.radikal.com.tr.

Büyüme dönemi, her birey için başlıbaşına zorluklar barındırır. Zira, meydana gelen hormonal ve zihinsel değişim, birey kişiliğinde olağanüstü dönüşümlere sebep olur. Bunun iyi veya kötü olup olmadığını bilemeyiz..

Büyüme dönemi, her birey için başlıbaşına zorluklar barındırır. Zira, meydana gelen hormonal ve zihinsel değişim, birey kişiliğinde olağanüstü dönüşümlere sebep olur. Bunun iyi veya kötü olup olmadığını bilemeyiz. Fakat bunun zorunlu bir süreç olduğunun farkında olarak, bu durumu yaşadığımız anda, en azından daha az sıkıntı ve acı çekmek isteriz. Çünkü ne denli aklı başında veya havai olursak olalım, bu süreçte yaşadığımız olağanüstülüklere hiçbir şekilde hazırlıklı değilizdir. Her yeni durum, yarının sürekli olağanüstü bir düş gibi gözümüze görünmesi, bizi sadece şaşırtır ve korkutur. Burada dikkat çeken bir ayrıntı, bu dönemi aştıktan yıllar sonra, aslında gözümüzde büyüttüğümüz sözkonusu dünyanın, o denli abartılmayı hak edecek bir sıkıntı barındırmadığını kabul ederiz. Fakat o dönem yaşanırken, böylesi bir süreç daha önce deneyimlenmediğinden, durum her birey için biricik olarak yaşanır.

İspanyol edebiyatının önemli isimlerinden Carmen Laforet'in Hiç isimli romanı, kahramanı Andrea'nın böylesi mucizeler ve olağanüstülüklerle dolu yetişkinliğe adım atma dönemini hikâye ediyor. Fakat bu romanı, bilinen gençlik romanlarından ayıran durum, Laforet'nin kahramanı Andrea'nın iç dünyasını tasvir ederken, bunu yaşanan aile ve toplumsal koşullarla da olabildiğince harmanlayarak vermesidir. Hiç'in yetkinliği, kahramanının gençlik sıkıntılarını anlatırken, İspanya İç Savaşı'yla alt üst olmuş, yoksulluk, açlıkla savaşan ve bu durumu aşabilmek için de elinden sadece gaddarlık gelen o zamanların İspanyol toplumunun zihniyetini eksiksiz tasvir etmesidir. Dolayısıyla Hiç, hem kahramanının yaşadığı büyüme sıkıntısını hem de yoğunluğuyla bu sıkıntıyı geride bırakan, Andrea'nın "devam eden her şey grileşiyor ve mahvoluyordu" dediği bir ailenin ve toplumun savrulduğu düşmüşlüğü yetkin bir şekilde tasvir edişiyle dikkat çekiyor. Kurgudaki metaforik anlam, sadece Andrea'nın değil, aslında savaşın yıkımını yaşamış bir toplumun yaşadığı sıkıntılardır..

Kötü zamanlar, kötü aileler.

Laforet'nin kahramanı, on sekiz yaşındaki Andrea, annesinin ölümünden sonra, üniversite eğitimi almak için Barselona'ya, anne tarafından akrabalarının evine taşınır. Bu aile, önceleri oldukça varlıklı, fakat büyükbabanın savaştan hemen önceki ölümünden sonra tüm servetlerini kaybetmiş bir ailedir. Andrea'nın anlatımıyla verilen aile, isimsiz büyükanne hariç, artık birbirine karşı derin nefretler dışında, neredeyse hiçbir duygu besleyemeyen Angustias, Juan ve Román kardeşler ile Juan'ın eşi Gloria, çiftin bebeği ve hizmetçi kadın Antonia'dan müteşekkildir. Romanın en ilgi çeken yanı, aslında bu ailenin nevi şahsına münhasır bireyleri ile bu bireylerin mükemmel tasviridir. Ailede yaşanan tüm kötülükleri görmezden gelen, aileyi birbiriyle iyi geçinen bireylerden ibaret gören, kötülüklerden bihaber büyükanne; başarısız bir ressam olan, fakat sürekli ressamlık yeteneğinden ve keşfedilemediğinden dem vuran Juan; onun aksine, hem resim hem de müzik alanlarında büyük bir yetenek sahibi olan, fakat bu yeteneklerinin kötü karakterinin gölgesinde heba eden Román; geçmişte Román'la gayri meşru bir aşk yaşayan, muazzam güzelliğinin yanına cahilliğini de ekleyen Gloria; savaşın yıkıp geçtiği bu aileye artık tahammül edemeyerek kendini bir manastıra kapatan Angustias ve nihayet, siyah bir gölge gibi evde dolaşıp duran, çok az konuşan ve tek sevdiği varlık evin yaşlı köpeği Hayta olan hizmetçi kadın Antonia..

Andrea, ailenin bireyleri arasındaki çekişmeleri ve nefreti anlatırken, aslında savaşın bir toplum üzerinde nasıl etkide bulunacağının iyi örneklerini de vermiş oluyor. Çünkü, Aribau Sokağı'nda yaşayan aile bireylerinin tümünün, savaştan önce ve sonra şeklinde, keskin kopuşlarla birbirinden ayrılmış hayatları vardır. Sofrasında, neredeyse hiçbir zaman etin bulunmadığı, hergün eski günlerden kalmış bir zenginliğin izini taşıyan eşyalardan birinin satıldığı, bireylerin sadece yaşamak için mücadele ettiği bu aile, aslında savaş sonrası İspanya'sının yaşadığı büyük trajedinin birebir simgesidir. Romanı okurken, henüz on sekiz yaşında gencecik bir kız olan Andrea'nın "Şimdi omuzlarıma çok daha ağır hatıralar yüklenmişti. Biraz altında kaldığım bir yük" cümlesi okuru şaşırtmaz. Zira kendisinin, Aribau Sokağı'nda tanık olduğu olağanüstü kötülükler, onun vaktinden önce yetişkin olmasına neden olmuştur. Hiç böylece, Andrea'nın hayatı öğrenmesi ve keşfetmesi ekseninde, temelde bu ailenin trajik hikâyesini anlatıyor. Burada ilgi çeken ayrıntılardan biri, büyükannenin gözünden ailenin görünme biçimidir. Parçalanmış bir ailenin bu en eski üyesinin, çocuklarının hiçbir kötülüğünü görememesi, üstüne üstlük onları birer iyilik timsali olarak algılaması, kendisini kurgudaki en ilginç karakterlerden biri kılar. İlerleyen sayfalarda önemli roller üstlenecek olan Román karakterinin, "Bu iğrenç ve güzelim dünyada, hangi insana tahammül edecek kadar fazla ilgi duyacaksın?" cümlesiyle ifade ettiği gibi, aslında uzun bir süre önce parçalanan, fakat beraber yaşamakta ısrar eden, aynı zamanda aralarında sevgi bağı bulunmayan aile bireyleri, yaşlı kadının gözünde hep iyi, şefkatli ve sevecendir. .

Andrea'nın beraber yaşadığı aile dışındaki hayatı ise kendisi için biricik sosyalleşme aracıdır. Dolayısıyla, üniversitede tanıdığı arkadaşları, daha sonra bu arkadaşları aracılığıyla ilişkiye geçtiği sanat camiası, özellikle de üniversitede Ena isimli karakterle kurduğu yakın ilişki ve güzelliğiyle kendisini büyüleyen bir şehir olan Barselona, romanın ikincil konularını oluşturuyor. Bu sosyal ilişkiler Andrea için, sadece acı bir deneyimden ibaret olan aile yaşamından kurtulma çabasından başka bir anlama gelmez. Çünkü üniversite hayatında kurduğu arkadaşlıklar, sadece nefretin egemen olduğu aile yaşamında tanık oldukları sonucunda yitirdiği özgüvenini azıcık da olsa telafi etme görevi üstlenir. Fakat bu arkadaşları arasında yaşadığı sınıfsal fark, hayatını daha da içinden çıkılmaz bir hale getirir. Okuldaki zengin çocuklar arasında bocalayan Andrea, bir şekilde onların aileleriyle de tanıştıktan sonra, aralarında ne denli muazzam bir uçurumun bulunduğunu görecektir. Dolayısıyla ilk etapta, önemli bir sosyalleşme aracı olan bu arkadaşlıklar, Andrea'nın "Hayatımın her bir neşesinin bir talihsizlikle dengelenmesi gerektiğini düşündüm" cümlesiyle de ifade ettiği gibi, kurgunun ilerleyen sayfalarında kendisi için büyük bir hayalkırıklığına dönüşecektir..

Hiç'in, özellikle Laforet'in sağlam hayal gücü, trajikomik unsurları kullanmadaki ustalığı, sağlam karakterleri ve dönem ruhunu iyi yansıtan üslubuyla öne çıktığını vurgulamam gerekiyor. 1921 yılında Barselona'da doğan Laforet'nin bu ilk romanı, kendisi henüz yirmi üç yaşındayken yayımlandı ve ona kısa sürede dünya çapında ün getirdi. Hiç, yayımlandıktan bir yıl sonra, 1945 yılında Nadal Ödülü'nü, 1948'de Fastenrath Ödülü'nü aldı. Laforet'nin bundan sonra kaleme aldığı eserler hep bu ilk romanın gölgesinde kaldı. Son olarak, Hiç'in anlatıcısı Andrea'nın Laforet'yle otobiyografik benzerliklere sahip olduğunu söylememde fayda var. Çocukluğunu Kanarya Adaları'nda geçiren Laforet de, annesi öldükten ve babası da yeni bir evlilik yaptıktan sonra, on sekiz yaşında, Barselona'daki akrabalarının yanına taşınıp burada üniversiteye başlamıştı..

 

Nada

by Carmen Laforet, translated by Edith Grossman

During my adolescence, in the Buenos Aires of the 60s, my friends and I believed that the only worthy literature in Spanish was written in Latin America, an arrogant opinion that seemed confirmed by the wealth of the writers brought on by the so-called boom, such as Julio Cortazar and Gabriel Garcia Marquez. The literature of Spain, smothered by the civil war, appeared to have survived only in its poetry, and not at all in its fiction. Then, one day, we discovered Nada by Carmen Laforet and realised how mistaken we had been. Written quickly, in barely a few months, expressly to take part in the first Nadal literary prize (which it won), Nada (Nothing) took the Spanish readership by storm. First published in 1944, barely five years after the end of the civil war, it now appears in English for the first time, in a fluid translation by Edith Grossman.

The author was 23, and it is hard to understand how someone so young, within the isolation of Franco's Spain, should have been able to produce such an accomplished novel, so powerful in its story and so polished in its style. With Nada, Laforet broke Spanish literature free from the cumbersome shadow of 19th-century prose and the cold, censored rhetoric of Spanish fascism. Read in Argentina before the military dictatorship, it spoke to us of a state of fear and oppression that we could not know was threatening us; read in English today, it retains, within the now alien world it depicts, a note of warning and salutary unease.

Nada tells the story of Andrea who, like Laforet herself, leaves her native Canary Islands at the age of 18 to live in her grandmother's house in Barcelona, with the intention of studying literature at the university. Besides her grandmother, the house is inhabited by her two uncles, Juan and Roman, her aunt Angustias, the maid Antonia, and Juan's wife, Gloria, plus a menagerie of cats, an old dog and a parrot. Andrea is a sort of 20th-century Alice, fallen into a Wonderland whose characters and rules she fails to understand, and whose maze of family dramas she must reluctantly follow, beset by narrow-mindedness, poverty, violence and hunger.

Gloria has been Roman's mistress before and after her marriage to Juan, the straight-laced Angustias has been having an affair with her married boss, the grandmother (who never sleeps) fawns over her two sons while disdaining her daughters - three of them managed to leave the dreadful house long ago, including Andrea's mother. The maze spreads outside the house, into the postwar city, into the gambling den kept by Gloria's sister, into the university circles of would-be artists, into the dark streets and crumbling churches. Even Andrea's relationship with her best friend Ena provides another twist in the course, when Andrea discovers that Ena's mother was once humiliated by her uncle Roman and that Ena's friendship serves to accomplish a terrible revenge.

Chesterton said somewhere that more terrible than a maze with a monster at its centre is a maze that has no centre. "And it came to me in waves," says Andrea when she realises, early on, that she has walked into a nightmare: "First, innocent memories, dreams, struggles, my own vacillating present, and then, sharp joys, sorrows, despair, a significant contraction of life, a negation into nothing." At the centre of Andrea's maze lies the void that gives the book its title.

Nada is a story that winds and folds on to itself: the haunted house is within a haunted city and contains the haunted souls of Andrea and her kin, each coil deepening the feeling of loss and vacuity of the other. One of the earliest Spanish novels, the 16th-century Lazarillo de Tormes , notes that "there are unfortunate houses, of ill luck, that stick their misfortune on to those who inhabit them". This is a theme that runs through Spanish literature and finds in Nada a sort of apotheosis. Everything and everyone in the postwar landscape is contaminated by a sense of desolate ruin, of meaninglessness. At her first sight of her grandmother's bathroom, Andrea remarks that it has the appearance of "a witches' house. The stained walls had traces of hook-shaped hands, of screams of despair. Everywhere the scaling walls opened their toothless mouths oozing dampness. Over the mirror, because it didn't fit anywhere else, they'd hung a macabre still-life of pale bream and onions against a black background. Madness smiled from bent taps." The absurdity of Alice's Wonderland has become hideous dejection, terrifying anguish.

At the end of the novel, Andrea escapes to Madrid, but there is no true sense of resolution. Within the country, within the characters, nothing has changed. And yet, Andrea heralds the first awakenings of spiritual rebirth, of what was going to be known in Spain as la movida , the artistic revolution that came into being shortly after Franco's death in 1976. Laforet died almost exactly three years ago, after having converted to Catholicism in 1951 and published several novels and collections of short stories no doubt more carefully written, no doubt better structured than Nada , but lacking the fiery genius of her first, incandescent masterpiece.


 

Valid HTML 4.01 Transitional

Valid CSS!