|
Kapsamlı bir inceleme :
http://inquiry.uark.edu/issues/v02/2001a04.pdf
Leyla Şen, "62 yıllık 'hiç'
" Time Out İstanbul, Şubat 2008
http://www.metiskitap.com
Kusursuz inşa edilmiş aile-toplum-savaş üçgeninden bile
sıyrılmayı bilen bir genç kadının hikâyesi geç de olsa bu kuşağın kadınlarına
da ilham verir mi dersiniz? Şu 'kadın yazar' etiketi hiç sevimli değil,
ama bazen kullanmak gerekiyor. Carmen Laforet, 1944'te Hiç'i 23 yaşındayken,
üniversiteyi bırakarak ve kendisini tamamen edebiyata adayarak yazdı; o
yıl ilk kez verilen Nadal Edebiyat Ödülü'nü aldı, 1945'te de –ödülün karşılığı
olarak– roman yayımlandı. O günden beri –en azından İspanya'da– baskısı
hiç tükenmedi. Hatırlatalım: 1945 yılı İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ertesi...
Avrupa genç kızların yalnız başına bir şehirde yaşayıp roman yazmaları için
pek de uygun bir yer değil. Ama bundan sonra olacak. Hem cephe gerisindeki
kadın işbirliği hem de yavaş yavaş dağılmakta olan aile ve toplum yapısı
sonucu. Gerisini biliyoruz, Batı toplumlarında kadınların kamusal ve özel
alandaki varlıkları netlik kazanacak, 60'lardaki cinsel devrimle taşlar
hepten yerinden oynayacak. Yine de 1944-1945 bütün bunların tohumlarını
barındırmakla birlikte, hâlâ zor seneler. Üstelik bir de şunlar var: Laforet
1939'da 18 yaşındayken Barselona'ya üniversiteye gitmiş (akrabalarının yanına);
1942'de Madrid'e geçmiş: Hem bölüm, hem üniversite hem de şehir değişimi
yani. Dolayısıyla karşımızda sadece ödül alacak kadar yetenekli değil, dünyanın
en zor zamanında bu zor zamanları hikâye edecek, hikâyesi kendi yaşamıyla
doğrudan çakışan ve hikâye etme biçimi gündemdeki sanat hareketini takip
etmeyi ve kusursuza ulaştırmayı kotaran bir 'kadın yazar' var.
Gelelim Salinger benzetmesine... Laforet'nin Hiç 'ten sonra evlenip çoluk
çocuğa karışması, bir Katolik olarak, basından, sanat ve edebiyat ortamlarından
elini eteğini çekmesi, röportaj vermemesi, kitaplarını bu sessizliğin içinden
yazması vs. onun içine kapanık ve tuhaf biri olarak nitelendirilmesine yetmiş
de artmış bile. Sonradan öğrenildiğine göre, bu durum Franco rejiminin yarattığı
sevimsiz ve düşmanca politika ve edebiyat ortamından haz etmemesinin sonucu.
Ayrıca ünlü olmaktan da biraz sıkılmış elbette. Yine de kendisinden sonraki
'gerçekçi' yazarları hayli etkilemiş.
Bu büyük edebiyat başarısı ve hemen yanındaki sessiz hayat, bilinen 'kadın
yazar' tipolojisinden sapma yaratıyor gibi görünse de işin ilginç kısmı
aslında bu: Kadın yazar illâ ki kadın olma vurgusunu röportajlarla, kamusal
hayatta arzı endamla kuvvetlendirerek olunmayabiliyor demek ki. Bu edebiyat
figürünün 'kadın' olmasının mahiyeti ayakta durduğu ortama dikkatle bakınca
ortaya seriliyor; bir kadın olarak aslında büyümesi bile hayli güç olan
ortamlarda nasıl İspanya Edebiyatı'nın temel taşı haline geldiği ile, yoksa
her fırsatta bir kadın olarak karşımızda duruşuyla değil..
Bir de tabii roman var. Hiç bu ortamın, bu ortamda bir kadın olarak yetişmenin
ve kendini kurmanın-kurtarmanın (Carmen Laforet'nin kendi hayatından yola
çıkarak) hikâyesini anlatıyor. Net ve doğrudan. Kahramanımız Andrea, İspanya
İç Savaşı'nın hemen ardından, yok olan ailesinin neredeyse yası bitmeden
Barselona'ya üniversite okumaya gelir. Yalnız başına yapılan bir yolculuk:
Yıl 1939, kızımızda korkudan eser yok. "...Gecenin içindeki bu uçsuz bucaksız
özgürlük keyifli ve heyecan verici bir macera gibi geliyordu bana." Annesinin
akrabalarının yaşadığı eve yerleşir; aile manen dağılmış, servet tükenmiş,
akıllar başlardan uçmuştur. 'Yeğen' delibozuk aile üyelerinin yanında kendisini
var etmeye çalışırken şunlarla uğraşır: Şiddet, kavga, açlık, kadri bilinmemiş
sanatçı dayılar ve onların delilikleri, yine şiddet, hayalet gibi bir büyükanne,
manastıra yerleşen bir teyze, yine şiddet, yüksek burjuvalardan arkadaşlar,
onların garip aileleri ve yine şiddet... Dayısı karısını döver, dayılar
birbirlerini, büyük teyze sözleriyle herkesi. Andrea pozisyon almaya çalışır,
nafile: Herkes birbirinin arkasından konuşur, kuyusunu kazar. Evin en büyüğü,
büyükanne büyük bir naiflikle herkesi anlamaya çalışır, Andrea kendisini
en çok ona yakın hisseder. (Belki biraz da görebildiği şefkatin tek kaynağı
olmasından ötürü) Ama karşı cephedeki şiddet dozu gerçekten yüksektir, çünkü
beslendiği yer büyükannenin naiflikle kapatamayacağı kadar geniştir: İç
savaş gerçekten de bir iç savaştır. Parasız, işsiz, amaçsız kalan aileleri
kendi içine çökertir, şiddeti toplumsal tabana yayar, olası bir birey hayatının
dibine böylece kibrit suyu döker. Andrea'nın Barselona'da kaldığı bir sene
boyunca yok olan çekirdek ailesinin lafı bile geçmez; gündemdeki sözlü ya
da fiziksel şiddet kendisinden başka bir odak tanımaz. Bu büyük aile de
bu şiddeti kendi fonksiyonuna dahil ederek nefis bir biçimde normalleştirir.
Tavana vurması gerekiyordur, allahtan da tavana vurur; bunca şiddet bunca
acı kendisini başka nasıl tüketecek? En azından birisi bunlardan paçasını
böylece sıyırmanın bir yolunu bulur, aile Andrea olmadan da nasılsa kendi
şiddetli ortamını yeniden üretip yaşayabilir ama en azından bir kişi...
Yeni kuşaktan bir kişi hem de... Kendisini kurtarabilir. Aile her zaman
kendisinden kaçılması, kurtulunması gereken bir yapı, bir insan üretim merkezi
değil elbette. Ama bir yerde, işler tıkandığında külahı öne alıp, aile bağlarını
ve aileden toplumsala ya da aileden bireysele geçiş yollarını tekrar düşünmek
lazım. Hele en temizinden toplumsal, politik, ekonomik krizler yaşanıyorsa.
Çünkü bunlardan bizi ailenin geleneksel değerleri, atalarımızın manevi varlıkları,
bu topraklara bağlılık, kanla sulanarak oluşturulmuş bayraklar, aile uğruna
işlenen cinayetler (yani töre cinayetleri), aile dışında bellediklerimizi
sürekli suçlamak, aile içindekileri 'aileye uygun' davranmamakla sürekli
suçlamak kurtarmayacak. Bu mutsuz yaşayıştan bizi yeni düzenlemeler, yeni
denge arayışları belki çıkarabilir. Tabii bunun için içinde yaşanılan durumun
'normal' olmadığını kavrayacak kadar sağduyulu olmak, ya da en azından durumdan
memnuniyet duymamayı becerecek kadar hissiyat sahibi olmak, neden mutsuz
olunduğunun kuvvetli ve katmanlı bir sorgulamasını yapabilecek kadar da
kendini bilmek gerekiyor.
Bunu aile içinde ya da toplumda birlikte yapmak mümkün elbette .
Ama mümkün olmayan yerlerde ya da koşullarda da, mümkünmüş gibi yapıp ('burası
özgür bir ülke' gibi mesela) kendisini kurtarmaya çalışanları bu değerleri
hiçe sayıyor diye hedef göstermek de pek mâkul değil. İnsanın bir canı var
zira, bazen onu kurtarmaya çalışmak bütün bu aile-toplum kutsal değerlerinden
daha değerli olabilir. Şu olabilir: Kendisini bir biçimde kurtaranlar ve
kuranlar, Andrea ya da Carmen Laforet gibi, sonraki kuşaklara yardımcı olabilirler.
Biz de kadın olmak, bir kadın olarak zor ailevi ve toplumsal koşullarda
yetişmek konusunda fikir ve vizyon sahibi olabiliriz. Yani hâlâ umut var.
Yine de bu umudun içinde de kendisini kurtaramayanları, böyle bir şansı
olmayanları ya da böyle bir şansı varken bile kendisini gerçekten (belki
de fark etmeden) feda edenleri unutmamak gerek.
Evet, aile toplumun temel direğidir. Ama hangi aile, hangi toplumun?
Vikipedi
Biography
http://en.wikipedia.org/wiki/Carmen_Laforet
Laforet was born in Barcelona, Spain, but at the age
of 2 she moved with her family to the Canary Islands where she spent her
childhood.[1] At age 12 she suffered the loss of her mother, and her father
subsequently married a woman disliked by Laforet and her siblings (unsavory
experiences portrayed in much of her literature). In 1939 at the age of
18, Laforet left for Barcelona where she studied Philosophy at the University
of Barcelona while living with relatives. In 1942 she departed for Madrid
where she studied Law at the Universidad Complutense. During her second
year, she withdrew from classes to devote herself completely to writing,
and between January and September 1944 she penned her first novel, Nada,
which earned Editorial Destino's Nadal Prize in its first year of publication
(1945). A novel of female adolescent development, Nada is considered a classic
in 20th century Spanish literature; in many respects, this novel is Spain's
The Catcher in the Rye with regard to such universal themes as existentialism
and the adolescent search for identity.{See articles by Mark P. Del Mastro
on the search for identity in Laforet's novels}
Like Salinger, Laforet maintained a very distrustful relationship with her
critics, especially after she struggled to match the outstanding critical
acclaim of her first novel. However, she did publish a total of five novels:
the 1952 publication of La Isla y los demonios, which is essentially the
prequel to Nada; her 1955 La mujer nueva, motivated by her re-discovery
of her Catholic faith and recipient of the Premio Menorca; her 1963 La insolación,
the initial installment of the trilogy Tres pasos fuera del tiempo; and
finally her posthumous Al volver la esquina, published in May 2004 and considered
by many to be her most accomplished psychological novel. Following her visit
to the U.S. as a guest of the State Department in 1965, Laforet published
her travel notes entitled Parelelo 35 in 1967. Her friendship with fellow
Spanish author and U.S. resident Ramón J. Sender was revealed in a series
of letters published in 2003 entitled Puedo contar contigo. She also authored
short stories, the majority of which were published in a 1952 collection
entitled La muerta, as well as novelettes that were published in a 1954
collection entitled La llamada. Four additional short stories--"El infierno,"
"Recién casados," "El alivio," and "El secreto de la gata"--were published
in the journalsÍnsula (1944 & 1952), Destino (June 1953) and Bazar (March
1952) respectively.
Legacy
Since Laforet's death on 28 February 2004, renewed critical attention has
focused on her lesser known works (essentially everything published after
Nada), yet undoubtedly the public will always think of Nada when Laforet's
name is mentioned, as evidenced by the Spanish phrase, Después deNada, nada,
or After Nada, nothing.[2]
|
|
Bir toplumun ergenlik
sıkıntıları
ERKAN CANAN Radikal Kitap / 25/01/2008
http://www.radikal.com.tr.
Büyüme dönemi, her birey için başlıbaşına zorluklar barındırır.
Zira, meydana gelen hormonal ve zihinsel değişim, birey kişiliğinde olağanüstü
dönüşümlere sebep olur. Bunun iyi veya kötü olup olmadığını bilemeyiz..
Büyüme dönemi, her birey için başlıbaşına zorluklar barındırır. Zira, meydana
gelen hormonal ve zihinsel değişim, birey kişiliğinde olağanüstü dönüşümlere
sebep olur. Bunun iyi veya kötü olup olmadığını bilemeyiz. Fakat bunun zorunlu
bir süreç olduğunun farkında olarak, bu durumu yaşadığımız anda, en azından
daha az sıkıntı ve acı çekmek isteriz. Çünkü ne denli aklı başında veya
havai olursak olalım, bu süreçte yaşadığımız olağanüstülüklere hiçbir şekilde
hazırlıklı değilizdir. Her yeni durum, yarının sürekli olağanüstü bir düş
gibi gözümüze görünmesi, bizi sadece şaşırtır ve korkutur. Burada dikkat
çeken bir ayrıntı, bu dönemi aştıktan yıllar sonra, aslında gözümüzde büyüttüğümüz
sözkonusu dünyanın, o denli abartılmayı hak edecek bir sıkıntı barındırmadığını
kabul ederiz. Fakat o dönem yaşanırken, böylesi bir süreç daha önce deneyimlenmediğinden,
durum her birey için biricik olarak yaşanır.
İspanyol edebiyatının önemli isimlerinden Carmen Laforet'in Hiç isimli romanı,
kahramanı Andrea'nın böylesi mucizeler ve olağanüstülüklerle dolu yetişkinliğe
adım atma dönemini hikâye ediyor. Fakat bu romanı, bilinen gençlik romanlarından
ayıran durum, Laforet'nin kahramanı Andrea'nın iç dünyasını tasvir ederken,
bunu yaşanan aile ve toplumsal koşullarla da olabildiğince harmanlayarak
vermesidir. Hiç'in yetkinliği, kahramanının gençlik sıkıntılarını anlatırken,
İspanya İç Savaşı'yla alt üst olmuş, yoksulluk, açlıkla savaşan ve bu durumu
aşabilmek için de elinden sadece gaddarlık gelen o zamanların İspanyol toplumunun
zihniyetini eksiksiz tasvir etmesidir. Dolayısıyla Hiç, hem kahramanının
yaşadığı büyüme sıkıntısını hem de yoğunluğuyla bu sıkıntıyı geride bırakan,
Andrea'nın "devam eden her şey grileşiyor ve mahvoluyordu" dediği bir ailenin
ve toplumun savrulduğu düşmüşlüğü yetkin bir şekilde tasvir edişiyle dikkat
çekiyor. Kurgudaki metaforik anlam, sadece Andrea'nın değil, aslında savaşın
yıkımını yaşamış bir toplumun yaşadığı sıkıntılardır..
Kötü zamanlar, kötü aileler.
Laforet'nin kahramanı, on sekiz yaşındaki Andrea, annesinin ölümünden sonra,
üniversite eğitimi almak için Barselona'ya, anne tarafından akrabalarının
evine taşınır. Bu aile, önceleri oldukça varlıklı, fakat büyükbabanın savaştan
hemen önceki ölümünden sonra tüm servetlerini kaybetmiş bir ailedir. Andrea'nın
anlatımıyla verilen aile, isimsiz büyükanne hariç, artık birbirine karşı
derin nefretler dışında, neredeyse hiçbir duygu besleyemeyen Angustias,
Juan ve Román kardeşler ile Juan'ın eşi Gloria, çiftin bebeği ve hizmetçi
kadın Antonia'dan müteşekkildir. Romanın en ilgi çeken yanı, aslında bu
ailenin nevi şahsına münhasır bireyleri ile bu bireylerin mükemmel tasviridir.
Ailede yaşanan tüm kötülükleri görmezden gelen, aileyi birbiriyle iyi geçinen
bireylerden ibaret gören, kötülüklerden bihaber büyükanne; başarısız bir
ressam olan, fakat sürekli ressamlık yeteneğinden ve keşfedilemediğinden
dem vuran Juan; onun aksine, hem resim hem de müzik alanlarında büyük bir
yetenek sahibi olan, fakat bu yeteneklerinin kötü karakterinin gölgesinde
heba eden Román; geçmişte Román'la gayri meşru bir aşk yaşayan, muazzam
güzelliğinin yanına cahilliğini de ekleyen Gloria; savaşın yıkıp geçtiği
bu aileye artık tahammül edemeyerek kendini bir manastıra kapatan Angustias
ve nihayet, siyah bir gölge gibi evde dolaşıp duran, çok az konuşan ve tek
sevdiği varlık evin yaşlı köpeği Hayta olan hizmetçi kadın Antonia..
Andrea, ailenin bireyleri arasındaki çekişmeleri ve nefreti anlatırken,
aslında savaşın bir toplum üzerinde nasıl etkide bulunacağının iyi örneklerini
de vermiş oluyor. Çünkü, Aribau Sokağı'nda yaşayan aile bireylerinin tümünün,
savaştan önce ve sonra şeklinde, keskin kopuşlarla birbirinden ayrılmış
hayatları vardır. Sofrasında, neredeyse hiçbir zaman etin bulunmadığı, hergün
eski günlerden kalmış bir zenginliğin izini taşıyan eşyalardan birinin satıldığı,
bireylerin sadece yaşamak için mücadele ettiği bu aile, aslında savaş sonrası
İspanya'sının yaşadığı büyük trajedinin birebir simgesidir. Romanı okurken,
henüz on sekiz yaşında gencecik bir kız olan Andrea'nın "Şimdi omuzlarıma
çok daha ağır hatıralar yüklenmişti. Biraz altında kaldığım bir yük" cümlesi
okuru şaşırtmaz. Zira kendisinin, Aribau Sokağı'nda tanık olduğu olağanüstü
kötülükler, onun vaktinden önce yetişkin olmasına neden olmuştur. Hiç böylece,
Andrea'nın hayatı öğrenmesi ve keşfetmesi ekseninde, temelde bu ailenin
trajik hikâyesini anlatıyor. Burada ilgi çeken ayrıntılardan biri, büyükannenin
gözünden ailenin görünme biçimidir. Parçalanmış bir ailenin bu en eski üyesinin,
çocuklarının hiçbir kötülüğünü görememesi, üstüne üstlük onları birer iyilik
timsali olarak algılaması, kendisini kurgudaki en ilginç karakterlerden
biri kılar. İlerleyen sayfalarda önemli roller üstlenecek olan Román karakterinin,
"Bu iğrenç ve güzelim dünyada, hangi insana tahammül edecek kadar fazla
ilgi duyacaksın?" cümlesiyle ifade ettiği gibi, aslında uzun bir süre önce
parçalanan, fakat beraber yaşamakta ısrar eden, aynı zamanda aralarında
sevgi bağı bulunmayan aile bireyleri, yaşlı kadının gözünde hep iyi, şefkatli
ve sevecendir. .
Andrea'nın beraber yaşadığı aile dışındaki hayatı ise kendisi için biricik
sosyalleşme aracıdır. Dolayısıyla, üniversitede tanıdığı arkadaşları, daha
sonra bu arkadaşları aracılığıyla ilişkiye geçtiği sanat camiası, özellikle
de üniversitede Ena isimli karakterle kurduğu yakın ilişki ve güzelliğiyle
kendisini büyüleyen bir şehir olan Barselona, romanın ikincil konularını
oluşturuyor. Bu sosyal ilişkiler Andrea için, sadece acı bir deneyimden
ibaret olan aile yaşamından kurtulma çabasından başka bir anlama gelmez.
Çünkü üniversite hayatında kurduğu arkadaşlıklar, sadece nefretin egemen
olduğu aile yaşamında tanık oldukları sonucunda yitirdiği özgüvenini azıcık
da olsa telafi etme görevi üstlenir. Fakat bu arkadaşları arasında yaşadığı
sınıfsal fark, hayatını daha da içinden çıkılmaz bir hale getirir. Okuldaki
zengin çocuklar arasında bocalayan Andrea, bir şekilde onların aileleriyle
de tanıştıktan sonra, aralarında ne denli muazzam bir uçurumun bulunduğunu
görecektir. Dolayısıyla ilk etapta, önemli bir sosyalleşme aracı olan bu
arkadaşlıklar, Andrea'nın "Hayatımın her bir neşesinin bir talihsizlikle
dengelenmesi gerektiğini düşündüm" cümlesiyle de ifade ettiği gibi, kurgunun
ilerleyen sayfalarında kendisi için büyük bir hayalkırıklığına dönüşecektir..
Hiç'in, özellikle Laforet'in sağlam hayal gücü, trajikomik unsurları kullanmadaki
ustalığı, sağlam karakterleri ve dönem ruhunu iyi yansıtan üslubuyla öne
çıktığını vurgulamam gerekiyor. 1921 yılında Barselona'da doğan Laforet'nin
bu ilk romanı, kendisi henüz yirmi üç yaşındayken yayımlandı ve ona kısa
sürede dünya çapında ün getirdi. Hiç, yayımlandıktan bir yıl sonra, 1945
yılında Nadal Ödülü'nü, 1948'de Fastenrath Ödülü'nü aldı. Laforet'nin bundan
sonra kaleme aldığı eserler hep bu ilk romanın gölgesinde kaldı. Son olarak,
Hiç'in anlatıcısı Andrea'nın Laforet'yle otobiyografik benzerliklere sahip
olduğunu söylememde fayda var. Çocukluğunu Kanarya Adaları'nda geçiren Laforet
de, annesi öldükten ve babası da yeni bir evlilik yaptıktan sonra, on sekiz
yaşında, Barselona'daki akrabalarının yanına taşınıp burada üniversiteye
başlamıştı.. Nada
by Carmen Laforet, translated by Edith Grossman
During my adolescence, in the Buenos Aires of the 60s,
my friends and I believed that the only worthy literature in Spanish was
written in Latin America, an arrogant opinion that seemed confirmed by the
wealth of the writers brought on by the so-called boom, such as Julio Cortazar
and Gabriel Garcia Marquez. The literature of Spain, smothered by the civil
war, appeared to have survived only in its poetry, and not at all in its
fiction. Then, one day, we discovered Nada by Carmen Laforet and realised
how mistaken we had been. Written quickly, in barely a few months, expressly
to take part in the first Nadal literary prize (which it won), Nada (Nothing)
took the Spanish readership by storm. First published in 1944, barely five
years after the end of the civil war, it now appears in English for the
first time, in a fluid translation by Edith Grossman.
The author was 23, and it is hard to understand how someone so young, within
the isolation of Franco's Spain, should have been able to produce such an
accomplished novel, so powerful in its story and so polished in its style.
With Nada, Laforet broke Spanish literature free from the cumbersome shadow
of 19th-century prose and the cold, censored rhetoric of Spanish fascism.
Read in Argentina before the military dictatorship, it spoke to us of a
state of fear and oppression that we could not know was threatening us;
read in English today, it retains, within the now alien world it depicts,
a note of warning and salutary unease.
Nada tells the story of Andrea who, like Laforet herself, leaves her native
Canary Islands at the age of 18 to live in her grandmother's house in Barcelona,
with the intention of studying literature at the university. Besides her
grandmother, the house is inhabited by her two uncles, Juan and Roman, her
aunt Angustias, the maid Antonia, and Juan's wife, Gloria, plus a menagerie
of cats, an old dog and a parrot. Andrea is a sort of 20th-century Alice,
fallen into a Wonderland whose characters and rules she fails to understand,
and whose maze of family dramas she must reluctantly follow, beset by narrow-mindedness,
poverty, violence and hunger.
Gloria has been Roman's mistress before and after her marriage to Juan,
the straight-laced Angustias has been having an affair with her married
boss, the grandmother (who never sleeps) fawns over her two sons while disdaining
her daughters - three of them managed to leave the dreadful house long ago,
including Andrea's mother. The maze spreads outside the house, into the
postwar city, into the gambling den kept by Gloria's sister, into the university
circles of would-be artists, into the dark streets and crumbling churches.
Even Andrea's relationship with her best friend Ena provides another twist
in the course, when Andrea discovers that Ena's mother was once humiliated
by her uncle Roman and that Ena's friendship serves to accomplish a terrible
revenge.
Chesterton said somewhere that more terrible than a maze with a monster
at its centre is a maze that has no centre. "And it came to me in waves,"
says Andrea when she realises, early on, that she has walked into a nightmare:
"First, innocent memories, dreams, struggles, my own vacillating present,
and then, sharp joys, sorrows, despair, a significant contraction of life,
a negation into nothing." At the centre of Andrea's maze lies the void that
gives the book its title.
Nada is a story that winds and folds on to itself: the haunted house is
within a haunted city and contains the haunted souls of Andrea and her kin,
each coil deepening the feeling of loss and vacuity of the other. One of
the earliest Spanish novels, the 16th-century Lazarillo de Tormes , notes
that "there are unfortunate houses, of ill luck, that stick their misfortune
on to those who inhabit them". This is a theme that runs through Spanish
literature and finds in Nada a sort of apotheosis. Everything and everyone
in the postwar landscape is contaminated by a sense of desolate ruin, of
meaninglessness. At her first sight of her grandmother's bathroom, Andrea
remarks that it has the appearance of "a witches' house. The stained walls
had traces of hook-shaped hands, of screams of despair. Everywhere the scaling
walls opened their toothless mouths oozing dampness. Over the mirror, because
it didn't fit anywhere else, they'd hung a macabre still-life of pale bream
and onions against a black background. Madness smiled from bent taps." The
absurdity of Alice's Wonderland has become hideous dejection, terrifying
anguish.
At the end of the novel, Andrea escapes to Madrid, but there is no true
sense of resolution. Within the country, within the characters, nothing
has changed. And yet, Andrea heralds the first awakenings of spiritual rebirth,
of what was going to be known in Spain as la movida , the artistic revolution
that came into being shortly after Franco's death in 1976. Laforet died
almost exactly three years ago, after having converted to Catholicism in
1951 and published several novels and collections of short stories no doubt
more carefully written, no doubt better structured than Nada , but lacking
the fiery genius of her first, incandescent masterpiece.
|