![]() |
| Anasayfaya |
http://xroads.virginia.edu/~MA98/silverman/poe/frame.html http://en.wikipedia.org/wiki/Edgar_Allan_Poe | http://www.sparknotes.com/lit/poestories/themes.html http://en.wikipedia.org/wiki/The_Narrative_of_Arthur_Gordon_Pym_of_Nantucket | |||
İnsan Yüreğinin Karanlık Yüzünü Anlatan YazarRaşel Rakella Asal Her yazar, okura bir dünya sunar. Okur, çeşitli amaçlarla bu dünyaya konuk olur. Kimi okur okumaktan haz alma duygusuyla, kimi meraktan, kimi yazara duyduğu hayranlıktan ve daha başka sebeplerle yazarlar okurlarıyla buluşurlar. Poe’yu hepimiz onun lise yıllarımızın edebiyat kitabımızdaki 'Annabel Lee' şiiriyle tanırız. Ama Poe daha çok polisiye -kara roman türüne verdiği öyküleriyle edebiyat dünyasında kendinden söz ettirmiş bir yazardır. Hele onun 'Morgue Sokağı Cinayeti'nin girişindeki analitik çözümleme üzerine yazdığı metni defalarca okumaktan kendimizi alamayız. İzlediğimiz korku filmlerinin jeneriklerinde onun adının yer alması sinema dünyasını da kendi etki alanına çekmiş olmasının iyi bir kanıtıdır. Poe, çağdaş polisiyenin, `ucuz roman`ın, keşif hikayelerinin, bilimkurgunun, Gotik korku anlatılarının ve kasvetli metropol öykülerinin olduğu kadar (ilk kitabı Timurlenk ve Öteki Şiirler`le) Doğu`nun cazibesinden beslenen yapıtların da habercisiydi. İlk deneyen şüphesiz o değildi ama bütün bu türlerin edebiyattaki konumunu kökten değiştirmesiyle edebiyata damgasını vurdu. 'Usher Konağı'nın Çöküşü', 'Kızıl Ölümün Maskesi' gibi ölümün mutlaklığını çarpıcı bir biçimde dile getirdiği gotik, korku öyküleri bu dalda yazarlara iyi bir kılavuzdur. Bir de onun yalnızca polisiyede değil, bilim kurgu türünde de bir öncü olduğunu fark edince gözümüzde daha da büyür. Gerçekten de 'Hans Pfaall'ın Benzersiz Öyküsü' nde Jules Verne'den yıllar önce aya yolculuğu anlatmıştır. Hem de sayfalar dolusu bilimsel açıklamalar yaparak. Üstelik bu öyküyü yazdığında yirmi üç yaşındadır. Bu öyküyü yazarken sergilediği hava ulaşımı ve gökbilim konularındaki bilgilerinin derinliği şaşırtıcıdır. Edgar Allan Poe'nun öykü yazarlığının yani sıra edebiyat eleştirmenliği de çok önemlidir . Antik çağların üç birlik kuralı temelinde modern edebiyat kuramı oluşturması, onun daha sonra Fransız simgeci şairleri tarafından öncü sayılmasına neden oldu. Geliştirdiği edebiyat kuramını kendi öykülerinde geliştirerek kullanıyordu. Ona göre öykü, bütünlüğü olan bir olay işlemeli, olaylar aynı yer ve aynı zaman dilimi içinde gelişmeliydi. Öykü sadece belli olayları anlatmanın ötesinde, okurda atmosfer duygusu yaratmalı, kaba olmayan benzetmelerle süslenmeliydi. Poe sıra dışı olandan hoşlanır. Onun öykülerinde korku ve gerilim öğesinin önemli bir yeri vardır. Korku öykülerini yazarken doğaüstü motiflerle dolu zengin bir repertuarı okuyucuya sunmaktan kendini alamaz. Okuyucunun merakını gidermekte acele etmemek, hatta bu duygunun uzamasını sağlamak gereklidir. Yazarın düşsel, gotik dünyalarda geçen öykülerine, bazen bir hayalet bazen bir dedektif öyküsünün tadını duyumsarız. Öte yandan hiçbirinde eksik olmayan bir unsur vardır: gerçeklik izlenimi veren ince ayrıntılar. Poe’nun öykülerinde gerçek ve düş birbirine karışmış gibidir. Poe’nun anlatılarındaki duyulan bu özellik, toplumsal kökenlere dayanır. Yazarın öykülerinde gerçekçi bir hava sezinleriz, öte yandan okuduklarımız düş gücümüzün sınırlarını zorlayan olaylardır. Gerçek ve kurmaca ikiliğinden oluşan bu ilginç uyum, Poe’nun öykülerini daha geniş kitlelerin ilgi odağı haline getirmiştir. Peki öyleyse, amacımız Poe’yu gotik öyküler yazarı olarak incelemekse o zaman gotik yazın nedir sorusunu sormamız gerekecek. Gotik yazının ilk örneklerine on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında popüler bir tür olarak rastlıyoruz. Fransız Devrimi gibi toplumsal değişikliklerin ve köklü sosyal hareketlerin yaşandığı bir dönemdir. Edebiyat yazınında korkunç hayaletler, gizemli şatolar, doğaüstü ve şeytani güçler, tutku ve şehvetin aşırılılıkları ile dolu bir anlatının ortaya çıkması yadırganabilir ama bu dönemi Aydınlanma’yı reddedip Ortaçağ’ın karanlık ve batıl inanışlarına dönüş olarak görebilirsek o devirde çıkan gotik yazına baktığımızda değişime direnme ve muhafazakarlık olarak da yorumlayabiliriz. Gotik romanların ilk örneklerini romansın yanısıra korku ve dehşet öğeleri de barındıran eserler alır çoğunlukta. Korku öğeleri denince de Ortaçağ’ın ezici dini baskısının körüklediği şeytani güçler, öte dünyadan gelip bu dünyada yaşayanları etkileri altına alan hayaletler, ruhlar, cadılar ve büyücüler bir çırpıda sayılabilir. Kötü güçlerin etkisi altına giren insanlar toplum düzeninin izin vermediği her tür çılgınlığı ve aşırılığı yaparlar: Kendi kardeşleriyle yatarlar, ölümcül günahların hepsini işlerler. Sonuçta kötüler cezalarını buluyor; bazen dünyevî, bazen uhrevî bir güç tarafından hadleri bildirilir. Anavatanı İngiltere olan gotik yazın, yeni kıtada da bir takım meraklıların ilgi odağı olmakta gecikmez. Akla gelen ilk isim ise Edgar Allan Poe’dur. Bu bir rastlantı olmasa gerek; Poe, klasik gotik’in sıkı izleyicilerindendi kuşkusuz. Yarattığı grotesk, gizemli, korku ve dehşet yüklü polisiye-gerilim öyküleri; gerek konularını, gerekse atmosferdeki etkilenimlerini İngiliz gotik yapıtlardan almışlardı. Özellikle esrarlı ve garip bir anlatımın hakim olduğu, ölümün çeşitli biçimlerde anlatıldığı bu öyküler, işte bu kaynaktan yola çıkarak ve bazen onları aşan özellikler de taşıyarak yeni kıtada Amerikan klasik gotiğini yaratmıştır.***** Bu aydınlatıcı bilgi ışığında, bakın ünlü İngiliz eleştirmen H. E. Bates, Poe’nun başarısının ardında yatan toplumsal nedenleri nasıl açıklıyor: ‘… 19. yüzyıl Poe için uygun bir zamandı. Bilimsel buluşlar, spiritüalizme duyulan inanılmaz ilgi, eğitimin dokunuşuyla yıkılan eski batıl inançlar, melodramaya ve doğaüstü olaylara susamış bir toplum, kitap okuyanların sayısında hızlı bir artış ve bu insanların, loş ışık altında hayalet öyküleri okuma sevgisi, bilinmeyenin çekiciliğini içine alan toplumsal tutku… Sözünü ettiğimiz çağ, Poe virüsünün yayılması için çok uygundu.” Edgar Allan Poe 1809'da Amerika'da Boston / Massachusetts'de yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası David aslında zengin bir aileden geliyordu. Poe'nun dedesi bağımsızlık savaşına katılmış bir generaldi. Ama Poe'nun babası David, güzelliğiyle ünlü İngiliz aktristi Elizabeth Arnold'a aşık olup evden ayrılır. Elizabeth'le evlenir, karısı gibi oyunculuk yapmaya başlar. İkisi de tiyatrocu olan anne ve babasının ona Edgar adını aynı yıl sahneledikleri Kral Lear`dan esinle koydukları söylenir. Ama Poe`nun hayatı boyunca Shakespeare`e karşı hayranlık (en azından, mesela Tennyson`a duyduğu kadar) duyduğuna dair bir kayıt yok. Bir yaşındayken babasını, bir yıl sonra da annesini kaybeder. Allan orta ismini kendisini evlatlık edinen tüccar John Allan`dan alır. İlk gençliğinden itibaren babalığıyla aralarında başlayan çatışma yıllarca sürecek, Poe`nun `baba figürü`yle/otoriteyle olan sorunlu ilişkisini bilinçaltına itmesine yol açacaktır. Yalnız geçen çocukluk, mutsuz değilse de yalnız, arkadaşsız bir çocukluk geçirir. Sonraki hayatında pek anmadığı yalnız çocukluğuna öykülerinde ve şiirlerinde örtük göndermeler yapar. (Örneğin, kız kardeşini evlatlık edinen Usher ailesine, unutulmaz öyküsü “Usher Evi`nin Çöküşü”yle selam vermişti). Birkaç yılı İngiltere`de, orman yürüyüşleri, spor ve şiirler arasında geçen çocukluktan geriye çok iyi bir eğitim kalır. Doğaya ve doğa bilimlerine yakınlığı ve ilgisi yanında o konuda sahip olduğu bilgi birikimine hayran kalmamak elde mi? Ama askerlik onun yapısına uygun değildir. Yüklü bir tazminat ödeyerek ordudan da ayrılır. Babalığı John Allan, tazminatı asla ödemez ve ölüm döşeğinde bile Poe`ya karşı yumuşamaz. Allan`ın ölümüyle Poe ikinci kez yetim kalır. Edebî yeteneğini hor gören babalığından intikamını daha sonra “The Bussiness Man” adlı öyküsüyle alacaktır. Poe için artık kendi parasını kazanmak için ömrünün sonuna kadar sürdüreceği eleştirmenlik/yayıncılık dönemi başlar. Jeffrey Meyers’`ın Edgar Allan Poe - His Life & Legacy adlı kapsamlı biyografisinde aktardığına göre şair (zihinlerdeki `aylak` imajının aksine) çok çalışkan bir editör, sıkı bir okurdur. Yazdığı kitap eleştirilerinde sözünü sakınmaz, bu `dürüst` eleştiriler ona çok sayıda düşman kazandırır. Henüz metinlerarasılık edebiyatta bilinmezken öykülerini ve şiirlerini başka kitaplara göndermelerle, onlardan alıntılarla donatmaya bayılır. O yıllarda bir yandan da, geçmiş mutlu günleri hatırlamanın kederini tanımaya başlar ve unutuşu içkide bulur. Teyzesi ve yedi yaşındaki kuzeni Virginia’yla birlikte yaşamaya başlar. Poe`nun yapıtlarındaki `saf güzellik`, `ölü güzel kadın` gibi baskın izleklerde belirleyici olan Virginia 13 yaşına geldiğinde evlenirler. Kısa yayıncılık hayatında Doğu yakasının büyük şehirleri (Richmond-New York-Philadelphia-Baltimore) arasında mekik dokur. Editörlük kariyeri boyunca ayırdına varmadan da olsa çağdaş okuyucunun beklentileri konusunda çok şey öğrenmiştir. Yazmak dışında hiçbir uğraştan para kazanmayı başaramaz. Amerikan edebiyatının, geçimini yalnızca kalemiyle sağlayan ilk yazarı olur. Çalıştığı dergilerde yorulmadan öykü ve şiirler yayımlar. Özellikle “Usher Evi`nin Çöküşü” adlı öyküsü, ilk öykü kitabı Grotesk ve Arabesk Öyküler`in yolunu açar. Poe, yayımlanan şiirleriyle kazanamadığı saygınlığı öyküleriyle elde eder. Kitap çıkınca Coleridge ile kıyaslanır, Boston Nation dergisi, onun geleceğin okurlarına seslendiğini duyurur. Kitap çok satmasa da, tek romanı A. G. Pym`in yaşattığı hayal kırıklığından sonra Poe`ya ihtiyacı olan saygınlığı kazandırır. Bu sayede Dickens ve Hawthorne’la tanışır (Ne ki Dickens, ona verdiği İngiltere`de yayıncı bulma sözünü tutamaz). Arkadaşı James Russell Lowell’`a şöyle demişti Poe: “Hayatta iki şeyi çok istedim: Uluslararası Telif Yasası`nın çıkması ve aylık bir dergiye sahip olmak”. Söz konusu telif yasası, ancak Poe`nun ölümünden 41 yıl sonra çıkar (Poe, hayatı boyunca toplam sadece 6200 dolar kazanabilmişti). Aylık dergi hayaliyse asla gerçekleşmez. Adını Stylus koymayı düşündüğü dergisi için ölümüne kadar topladığı malzemeler hiçbir zaman yayımlanmaz. 1847`de karısı Virginia 25 yaşındayken ölür. Karısının ölümüyle çok sarsılır. Aslında, bu trgedya, koyu ve karanlık bir gölge halinde onun yapıtına çöreklenir. Ölüm, uğursuzluk, korku izleklerinin onun öykülerinde sık sık görülmesi, belki bu nedene bağlanabilir.* Bu ölümün ardından Poe`nun yayımladığı son şiir `Annabel Lee` olur. Şairin hayatına giren başka kadınlar Annabel Lee`nin kendileri olduğunu öne sürseler de şiirde anlatılan, Virginia`dır. `Ölü güzel kadın` imgesi ilk kez Poe`nun bir şiirinde ölümü aşıyordu. Kalan iki yılını dergisi için para arayarak geçirir. Baltimore`da bir gece sokak ortasında genç bir yayıncı tarafından bulunduğunda beş parasızdır. Halüsinasyonlar görüyor, anlaşılmaz dualar mırıldanıyor ve Virginia`yı hayatta sanıyordu. Bulunduktan beş gün sonra 7 Ekim 1849`da ölür. Poe`nun mirası Edgar Allan Poe, yazdıklarının edebiyat tarihinde meydana getirdiği kırılmayı göremedi ama az çok seziyordu. Örneğin, ünlü şiiri “Kuzgun”a bugüne kadar yazılmış en iyi şiir diyecek kadar güveniyordu yeteneğine. Bugünün popüler edebiyat türlerine açtığı yolun yanı sıra, edebiyata etkinin birliği ilkesini miras bıraktı: Buna göre:
Şimdi, bu bilgiler çerçevesinde ilk ve tek romanı olan “Nantucketlı Arthur Gordon Pym’in öyküsünü yakın merceğe alalım. Olay örgüsünün yoğun olduğu, mitolojinin, sembolizmin, yer aldığı bu kurgusal hikayede Poe kötü kaderli Pym’in bir deniz macerasını anlatır. Poe alay ve belirsizlikle, müphem ve başka yan anlamlar da taşıyan öğelerle donattığı bu kurgusal hikayeyi “ben” anlatım tekniği ile gerçekmiş gibi okura sunar. Poe bu eserini en yoğun verimlilik çağında ele almıştı. Ama ne yazık ki onun için maddi ve kişisel sıkıntılar dönemiydi aynı zamanda. Yayınevinin yoğun yazı işleri ile ilgili olsa da, öykülerini yayınlatma kaygıları taşısa da , bu yoğun çalışma döneminde bu eseri yazmaktan kendini alamaz. O sıralar Virginia eyaletinde Southern Literary Messenger adlı bir yayın evinin editörlerinden biridir. Bu dönemde yaşamı da yoğundur. Kuzeni ve nişanlısı Virginia Clemm’i ve teyzesini Baltimore’den Richmond’a yerleştirme telaşındadır. Maddi sıkıntısı yokmuş gibi bir de onların geçimini sağlamayı üstlenmiştir. Yayın evinde çalıştığı bir yıl zarfında Poe yüz dergiden fazla yayın çıkarır. Bu dergilerin yanı sıra “Autography” başlığı altında yetmiş altı makale ele alır. Editörlük, redaktörlük, yayın evindeki üstlendiği yazışmalar ve bu gibi gündelik işler epey zamanını alır. Aralık 1835’te yayın evinin baş editörlerinden biri konumuna gelir. Pym’in öyküsü ilk Ocak ve Şubat 1936’daki dergilerde yayınlanır. Ekim ve Kasım sayıları geç yayınlanır. Aralık sayısı hiçbir zaman basılamaz. Basılamayınca Poe Ocak 1837’de yayın evinden ihtar alması ile editörlükten ayrılmaya, serbest yazar olarak yazın hayatını sürdürmeye karar verir. Nişanlısı ve teyzesi de New York’a yerleşirler. 1837 ve 1838 arasında yaşamı hakkında çok az bilgiye sahibiz. Fakat o sene enflasyondan dolayı dergilerin basılamaz oluşu Poe’ya ekonomik bir yıkım getirir. Geniş bir okur kitlesine sahip olması için yayıncılar, onu , küçük küçük öyküler yazmaktansa, roman yazmaya ikna ederler. Böylece Pym şekillenir. Ancak okur karşısına çıkışı 1838 Temmuz’unda olur. Bu zaman zarfında Pym’i tekrar ele alır. Bölümler arasına gerilim koyar. Birkaç dergide hakkında yazılar çıkar. Çok kısa bir süre için rağbet gören bir eser olsa da yavaş yavaş okurun ilgisi kaybolur. Romanın konusu şöyle gelişir: Pym macera düşkünüdür. Massachusetts’de yaşar. Bir deniz kaptanı olan bay Barnard’ın oğlu Augustus ile yakın arkadaştır. Augustus’tan babası ile birlikte balina avına çıktığını ve güney pasifik okyanusundaki maceralarını duydukça ister istemez arkadaşının anlattıklarından etkilenir. O da denize açılmak için büyük bir arzu duymaya başlar. Maceracı ruhlu Pym arkadaşı Augustus’u da ikna ederek onunla beraber Ariel adlı 75 dolarlık yelkenlisi ile denize açılır. Rüzgar sert eser. Yelkenliye bir balina gemisi çarpar. Kurtarılırlar. Fakat maceraya atılma fikri hiçbir zaman aklından çıkmaz, ta ki bir gün yaşadıkları faciadan on sekiz ay sonra bir deniz şirketinin balina avı için hazırlanmaya başladığını, geminin idaresinin Bay Barnard’a verildiğini ve Augustus’un da onlarla beraber gideceğini öğrenene kadar. Gemi yolculuğa hazırlanırken Augustus Poe’nun seyahat hayallerini bildiğinden onu böyle bir yolculuğu gerçekleştirmek için ikna etmeye çalışır. Bu onun için mükemmel bir fırsattır. Augustus’un söyledikleri gerçekten ilgisini çeker. İki arkadaş bir plan yaparlar. Planlarına göre gemi yola çıkmadan iki gün önce Pym’in babası,Bay Ross adındaki bir akrabalarından bir mektup alacaktır. Bu mektupta Pym’in babasından Pym’in oğulları ile iki hafta geçirmesini isteyecektir. Augustus bu mektubu yazıp babasına ulaştıracaktır. Güya New Bedford’a doğru yola çıkmak için ayrılacak ama arkadaşıyla buluşacaktır. Augustus ona gemide saklanacak bir yer de ayarlamıştır. Saklanacağı yerde dışarı çıkmak zorunda kalmadan günlerce yaşayabilmek için gerekli her şeyi sağlayacaktır. Sonunda Haziran ortası gelir çatar. Her şey ayarlandığı gibi yürür. Mektup yazılıp gönderilmiştir. Güya evden New Bedford’a yola çıkmak üzere evden ayrılan Pym sokak köşesinde onu bekleyen Augustus ile buluşup teknenin yolunu tutar. Planlarına göre Pym’i Augustus bir kabinde dört gün boyunca saklı tutar. Odada dört günlük yetecek yiyecek-içecek bulunur. Dört gün geçer. Augustus gelmez, açlık, susuzluk ve havasızlıkla boğuşmaktadır. Pym geminin sallanmasından okyanusa oldukça açılmış olduklarını anlar. Bu arada gemideki denizcilerin isyan ettiklerini kaptanı da küçük bir sala bıraktıklarını öğrenir. İsyancıların niyeti korsanlık yapmaktır. Verd Burnu adalarından Porto Riko’ya gitmek isteyen bir geminin önünü kesmek isterler. Bu telaş içinde kimse Augustus’la ilgilenmez. Augustus’un bağları çözülmüştür. Denizcilerden biri Dirk Peters, Pym ve Augustus’a saklanmaları için yardım eder, onlara yemek tedarik eder. Tüm tayfa öldürülmüştür. Yalnız isyancılardan Parker hayattadır. Çıkan sert rüzgar yelkeni parçalar. Bu fırtınadan sağ çıksalar da açlık hayati bir engel olarak karşılarına çıkar. Umutsuzlukla ölüm kalım savaşının pençesine düşerler. Parker’ı öldürmeye ve onun etini yemeye karar verirler. Bu arada rüzgar dinmek yerine gittikçe şiddetlenerek kasırgaya dönüşür. Kurtulma şansları yok gibidir. Augustus ağır bir yara alır ve kan kaybından ölür. Cesedi denize atarlar. Balinalar cesedi vakit kaybetmeden parçalarlar. Peters ve Pym ise gemi diplerine yapışan bir çeşit midyeyi yiyerek hayatta kalmayı başarırlar. Bir mucize eseri Jane Guy adındaki Liverpool’dan kalkan bir ticaret gemisi onları kurtarır. Bu ticaret gemisi Antartika’ya gitmektedir. Kötü hava şartları onları Tsalal adasına yönlendirir. Bu adada garip ve katil ruhlu yerli halkla karşılaşırlar. Korkunç bir vahşete tanık olurlar. Adada gördükleri her şey siyah renktedir. Yerli halkın beyaz renge tahammülü yoktur; beyaz görünce öfke nöbetlerine tutulurlar. Beyaz adamları adalarından yollamak için toprak kayması yaratırlar. Gelen yabancıları adadan dışarıya gemiye doğru yönlendirirler. Peters ve Pym tutsak alınırlar. Şans eseri küçük bir sandal bulup adadan kaçmayı başarırlar. Güneye doğru yol alırlar. Sıcak bir suya girerler. Gittikçe uyuşukluk içindedirler ve üzerlerine külümsü bir madde yağar. Bir sis perdesinin içindedirler. Karşılarına bir yarık açılır. Yollarına kefenli bir insan çıkar. Normal bir insandan çok daha uzun boyludur. Teni de kar beyazıdır. Burada anlatı biter. Poe bundan sonra anlatıya not ekler. Bu notta Pym’in öldüğünü ve son bölümlerin eksik olduğunu yazarın ağzından dinleriz. Anlatılan hikayenin Pym tarafından bize aktarıldığını geri kalan kısmını ise yazar Poe’nun tamamladığını okuruz. Böylece bu roman üst kurmaca tekniğinin uygulandığı eserler arasında yerini almış olur. Eleştirmeler Pym’in öyküsünde muhtelif temalar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Psikoloji, mitoloji, tarih, tabiat bilgisi, din bilgisi, arkeoloji, astronomi ve denizcilik gibi. Çoğu eleştirmen ölüm ve yeniden doğuş teması üzerinde durur. (Her olayda ölümle burun buruna gelen ve tekrar yaşama dönen Pym.) Hayatta kalma romanda bir rastlantıya dayandırılmıştır. Kahramanlar olaylar karşısında engel göstermezler. Sadece olayları geldikleri gibi yaşarlar. Aldanma, hayal kırıklığı başka bir temadır. (Pym’in saklanması ve Augustus’un ona yardıma gelememesi, kitabın sonunda çıkan beyaz kefenli insan gibi.) Tsalal adasına girince orada Babylon’a benzer tarihi kalıntılarla karşılaşır. Adadaki yerliler İncil’de bahsi geçen kabileleri çağrıştırır. Bazı eleştirmenler Pym’nin yolculuğunu embriyonun ana rahminden yeryüzüne çıkışını simgelediğini söyler. Kimi eleştirmen ırk sorununa değinildiğini, siyah ve beyaz sembolizmi yansıttığı görüşündedir. Günümüzde çoğu eleştirmen anlatının kurgulama boyutuna değinir. Poe’nin inceden inceye, özenle planlanmış bir çeşit bilmeceli oyun olarak kurgulandığına dikkat çeker. Son yüzyılda Poe’nun bu romanı eleştirmenlerce değişik evrelerden geçti. Poe Pym için çok saçma bir kitap olarak söz eder. İlk yayınladığı 19. yüzyılın ortalarında ihmal edilen, dikkate değer bulunmayan, edebi bir muziplik olarak nitelendirilen bu eser, 20. yüzyılın ortasında Poe’nun en çok üzerinde tartışıldığı eseri olarak karşımıza çıkıyor. Bazı eleştirmenler dili kullanımı ve gotik edebiyatına iyi bir örnek olarak bu romanı gösterir. Günümüz eleştirmenlerini en çok ilgilendiren Pym’in bu yolculuğunu anlatış şeklidir. Anlatıyı keserek, delerek söze girişmesi, anlatıyı başka yöne çekme becerisini öne çıkarırlar. Bu doğru bir tespittir. Anlatıyı okudukça sanki anlatı yiter, gerçekle algı arasındaki kat kalınlaşır, serüvenin peşine düşerken anlatının özünden uzaklaşırsınız. Sonsuz sayıda olay örgüsü anlatı zemininde döne döne yayılır. Faltaşı gibi açılmış gözlerle serüvenden serüvene sürüklenirsiniz. Bir örümcek ağı gibi sonsuz sayıda olay sergilenmiştir ve siz okur olarak bir bütüne varmayı hedeflersiniz. Bazen coğrafi, bazen arkeolojik bir bilgi devreye girer. O karmakarışık ağı bir türlü yakalayamayacakmışsınız gibi gelir. Anlatı hiç durmamacasına akıp gider. Anlatıda sanki hiçbir düzen yoktur, sadece yaşanan olayın heyecanı vardır. Sonsuz bir anlatı boşluğunun etrafında dolanıp duran uçsuz bucaksız bir baş dönmesi, sonsuz bir girdabın çevresindeki devinimi duyumsarsınız. Anlatılar, birbirlerine karıştıkları nehri unutan, hiç durmadan değişerek, sonsuzca sınırsızlaşan suların kıvraklığıyla akar gider. Asla varılamayacak bir yere yetişmek istercesine devinimden devinime, belirli bir mesafeye tutunup okumaya, hiç bırakmamacasına tutunursunuz. Dramatik anlatım gücü, ayrıntı ve gözleme düşkünlüğü, kolay kolay çürütülemeyen mantığı ve büyük çözümleme yeteneği, Poe’yu polisiye öykünün olduğu kadar bilimkurgu örneğinin de öncüsü yapar.* Okurda panik duygusunu en üst düzeye çıkaracak bir biçimde okuru tek bir konu üzerine odaklanmasını birbiri ardına gelen imgelerin etrafında sağlar. Okur üzerinde istediği tepkiyi, korku dozunu ve heyecanı yaratan bir anlatım biçimini kavramış olması ona başarıyı getirmiştir. Poe iyi şiirin ve öykünün kısa olması gerektiğini genç yaşta anlamıştı; ne yazık ki hiçbir uzun yapıtını tamamlayamadı. Edebiyat tarihine, Sherlock Holmes’in`un atası sayabileceğimiz Auguste Dupin (Morg Sokağı Cinayeti) ve Roderick Usher (`Usher Evi`nin Çöküşü) gibi iki unutulmaz karakteri hediye etti. O harfinin/sesinin kederine inanıyordu. Uzun bir `o` harfi gibi okunan kendi adı da İngilizcede (poetry) `şiir` sözcüğünün yarısıydı. Baudelaire’`i derinden etkiledi. Claudel kendisine hayranlık, Paul Valery saygı duyuyordu, onda “bir matematikçinin ışıklı zekası”nı buluyordu. Mallarme `Poe`nun Mezarı`nı yazdı. Rilke, Henry James, Kafka, Auden ve daha birçok edebiyatçı ondan etkilendiklerini söylemekten çekinmediler. Poe'nun yalnızca kırk yıl süren yaşam öyküsünü okuyunca insan hüzünlenmeden edemiyor. O insanoğlunun yüreğindeki karanlık bölgeye ışık tutuyordu. O bölgede korkusuzca yürümeyi deniyordu. Poe'yu ölümsüz kılan, sapkınlıktan erdeme, bencillikten özveriye, korkaklıktan kahramanlığa, şefkatten vahşete kadar birçok güdü ve duyguyu içinde barındıran insan yüreğinin karanlık yüzünü anlatma çabasıydı. Öncülüğünü yaptığı polisiye ve cinayet öyküleri, H:G: Wells’in yolunu açan bilimkurguyu andıran öyküler üzerinde üstün bir başarı yakaladı. Ölümünün üzerinden 150 yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen Poe'nun metinleri hâlâ yaşamayı, insanları etkilemeyi sürdürüyor. Raşel Rakella Asal Kaynakça: Ahmet Ümit: Karanlığın kıyısındaki deha: Edgar Allan Poe Kasım 22, 2009 | Edgar Allan Poe (1809 -1849 )Asuman Kafaoğlu-Bükehttp://www.bilimkurgu2000.com/asp/Yazar.asp?inNo=146 Allan Poe'nun hüzünlü yasamöyküsü öykü ve siirlerine de fon olusturur. CAN BAHADIR YÜCEhttp://kitapzamani.zaman.com.tr/?hn=1990 Sevgili Edgar,Bir öykünde çok uzak bir kavim gibi andığın Türklerden birinin, çantasında senin öykülerinin Türkçe baskısıyla, neredeyse her gün, bir zamanlar yaşadığın odanın önünden geçeceğini hayal edebilir miydin? Bunu duymak, tek gerçekliğin düşler olduğuna inanan senin gibi birini belki de şaşırtmazdı. Yine de bazen, şimdi kapısına cam takılı, penceresinin önüne bir kuzgun maketi yerleştirilmiş ve bir tür küçük müzeye dönüştürülmüş odana bakarken bütün bunlar bana bir düş gibi geliyor. Bir kısmının tohumu bu kampüste geçirdiğin günlerde atılan öykülerinin, her gün ders çıkışında gidip çalıştığın masalarda, başka bir dilde okunduğunu bilmeni isterdim. Geçen haftalarda Türkiye'de, bütün öykülerinin şimdiye dek yapılmış en iyi Türkçe çevirisi yayımlandı. Senin doğumundan ancak 200 yıl sonra da olsa, Türk okuyucular da artık derli toplu bir çeviriyle öykülerinin gizemli dünyasına girecekler. Bazı dostların gibi sana “Allan” diye değil de, ilk adınla seslenmeyi tercih ettim. ‘Kötü kalpli' üvey babandan aldığın o ismin seni hep rahatsız ettiğini düşünürüm. Ama o ismi niçin ölene kadar taşıdığını da merak etmiyor değilim. Sahi neden hayatın boyunca mektuplarını üç isimle imzaladın? İki hafta önce, çocukluğunun şehrindeydim. Üvey babanla paylaştığınız evin yerinde yeller esiyor. Yaşadığınız sokağa çok yakın, yüzyıllar öncesinden kalma başka bir bina (artık ona “Eski Taş Ev” diyorlar) şimdilerde “Poe Müzesi”. Ne ki, müzeye her gidişimde seni asıl öldürenin Amerika olduğunu söyleyen Bernard Shaw'un çok da haksız olmadığını düşünüyorum. Müzede genç bir rehber senin ne kadar iyi bir polisiye yazarı olduğunu anlatıp duruyor. Şairliğinden, düşlerinden pek söz etmiyorlar (belki de Amerikalı ‘yerli turistlerin beklentisini karşılamanın tek yolu budur). Kısacası, bugünün “Poe mitolojisi” seni bir polisiye yazarı düzeyine indirmeyi şart koşuyor. 160 yıl sonra cenaze töreni“Kalabalıkların” insana neler yapabileceğini genç yaşta kaleme almış biri olarak sanırım bu rezilliğe şaşırmazdın. Kalabalık demişken, bu yıl 160. ölüm yıldönümünde Baltimore'daki mezarında bir cenaze töreni düzenlendi. Fikri sevmedim ve törene gitmedim. Anlatılanlara göre “kalabalık” bir tören olmuş. Asıl cenazendeki insan sayısı bir düzineyi geçmediğinden, bu töreni akıl edenler kendilerini başarılı saymış olmalılar. “Kalabalıkların Adamı” adlı unutulmaz öykündeki muhteşem alıntıyı bilmiyorlardı belki de: “Yalnız olmamak, bu büyük mutsuzluk”. Okuldaki odanın önünden aldırışsız geçen kalabalığı her gün gördükçe o öyküye daha çok inanıyorum (Paul Valéry dememiş miydi zaten: “Poe, tek kusursuz yazardır. O asla yanılmadı.”). Senden bir asır sonra yaşayan Türk şairi Celal Sılay'ın bir dizesi var: “Geri ver bakışlarımı ey kalabalık!” Bu dize ne zaman dilime gelse, sen de bunu severdin diye düşünürüm. Bir ara epey araştırmıştım: Okulda vaktinin çoğunu kütüphanede geçirirmişsin. Haftada altı gün, sabah altıdan dokuz buçuğa kadar süren derslerden sonra, zihninin hâlâ dinç olduğu vakitlerde şiirlerin üzerinde çalışırmışsın. Sonra ilk kitabındaki bütün şiirleri –biri hariç- burada elden geçirdiğini öğrendim. Tamerlane'deki, toy şairlere has süslü söyleyişi yok etme çabasıydı belki. “Ayyaş Poe” efsanesi bir tarafa, burada çalıştığın günler ve sonraki hayatın, bir şairin nasıl üretken olabileceğinin kusursuz bir örneği gibi geliyor bana. Çoğu kişinin kabul ettiği gibi, hem döneminin en iyi eleştirmeni hem çalışkan bir editör olmak, onca şiir, öykü ve polisiye türünün ilk sağlam örnekleri.. bu efsaneyi geçersizleştirmeye yeter. Çevremdekilere senin ayyaş değil, çalışkan bir editör olduğunu söylediğimde şaşırıyorlar; efsane, gerçeği bulandırıyor. Yine de “gerçeklik” hakkında kesin konuşmamayı öykülerinden öğrendim; Michel Butor'un, Amerikan toplumunun seni alkolün yardımı olmadan şiir yazamaz hale getirdiği iddiasını büsbütün yabana atmıyorum. Hem Amerikan edebiyatının kurucu öğesi (gerçi Amerikalılar, ardılın Whitman'ı senden daha çok sahiplenmiş görünüyor) hem de ilk Amerikan karşıtı olmak gibi sıra dışı bir konumun var. Elbette içinde taşıdığın ‘sonsuzluk’, Baudelaire'in deyişiyle “maddi şeylere ihtiras duyan” öyle bir topluma fazla gelecekti. Geçen yaz, gizemli ölümün hakkında bir kitap okuyunca çocukluğunun şehrine tekrar gidip kayboluşunu hayal etmeye niyetlenmiştim; bir niyet olarak kaldı. Ama hayatındaki o son yedi gün biliniyor mu? Seninki gerçekten ‘neredeyse bir intihar' mıydı? Kaybolduğun yolculuğa çıkacağın gün, Messenger'ın editörüne “Annabel Lee” şiirini bırakmıştın, “Sizin için bir değeri olabilir” diyerek. O şiir gerçekten kime yazılmıştı? “Kusursuz şiir” hayaline onunla ulaşmış mıydın? (Başka bir Türk şair, Melih Cevdet o şiiri “kusursuz” biçimde Türkçeye çevirdi, belki de “Annabel Lee”nin bütün dillerdeki en güzel çevirisidir.) Yoksa seni en çok tatmin eden şiirin “Kuzgun” muydu? Philadelphia'da kaybolan o iki metninde neler yazılıydı? Son yolculuğa çıkarken niçin kolay olan yolu seçmemiştin? Sevgili Edgar,Şairin yaşadığı yere benzediğine inanmam ama ‘öteki'ni anlamak için onun yaşadığı yerlerin havasını solumanın gerekliliğine artık inanıyorum. Boston'da doğduğun halde Baudelaire'in sana neden ısrarla “Virginialı” dediğini anlar gibiyim, elbette onun seni nasıl bu kadar iyi anladığına şaşırarak… Baudelaire'i biraz da bu yüzden seviyorsam, ikinize de “şarlatan” diyen o sıkıcı Henry James'i galiba hayat boyu sevemeyeceğim. Sözü uzattım. 200. doğum yılın için yapılan sayısız etkinliğin arasında en değerli hediye, bence, toplu öykülerinin Türkiye'de üç cilt halinde yayımlanmasıydı. Baudelaire, Mallarmé, Valéry gibi hayranlarının “İngilizce kulağı”na sahip olmadıkları için dilini duyumsayamayacaklarını söyleyen Aldous Huxley belki haklıydı. Ama ben Türkçedeki Bütün Öyküleri'nin okura senin dünyanın kapısını açacağına inanıyorum. Sorular bir mektuba sığmaz. Onca düşünce, soru, sızı arasından seçemediğim bir yığın şey var; öykülerinden birinin kahramanının sözleriyle söylersem: “Düşünceler hep belli belirsiz anılarla, yabancı söylencelerin ve yüzyıllar öncesinin açıklanamaz anılarıyla karışıyor.” Bazen evrenin duvarlarını düşündüğün o odanın kapısında düşlerim seninkilere mi karışıyor, ayırt edemiyorum. Ve merak ediyorum: Sen hiç başkasının düşünü gördün mü? C.B. GÖKÇEN EZBER1999′da, 150. ölüm yıldönümünde dünyanın her yanında çeşitli etkinliklerle anılan Edgar Allan Poe, sınırsız düş gücünün kaynaklarından çıkmış özgün öyküleriyle, yüz elli yılı aşkın bir zamandan beri yalnızca okurların kurmaca dünyalarını renklendirmekle kalmamış, yapıtlarının çoğuna biçim veren kısa öykü türünün yerleşip gelişmesine de büyük katkı sağlamıştır. Poe’nun öykücülüğünü tanımlama girişimleri çoğu zaman, düş gücümüzün doğaötesine uzanan sınırlarını zorlamayı gerektirir. Poe’nun düş gücünü, imgelem zenginliğini, yaratıcılığını sunan ve hareketli kurmaca dünyalar kuran öykülerinin bir başka önemi de, kısa öykü türünü, bir daha hiç silinmemecesine yazın dünyasına yerleştirmesidir. Kadın, suç, ölüm ve sanat gibi, neredeyse saplantı derecesine varan konuları irdelediği öyküleri, Poe’nun birçok eleştirmen tarafından kısa öykünün öncüleri arasında anılmasına neden olmuştur. Başka bir deyişle, öykülerinde usanmadan ölüm temasını irdeleyen Poe, yazını ve kurmaca dünyaları ölümle yüzleştirerek, ‘kısa öykü’ adında yeni bir yazınsal tür doğurmuştur. Peki Poe’nun öyküleri, yazınsal dünyanın neresine yerleştirilebilir? Amerikalı eleştirmen Arthur Ransome, Poe’nun yazınsal konumunu, yaratı dünyasını ve öykülerinin esin kaynağını, son derece renkli bir imgelemle betimliyor. ‘… Balzac’ın geniş ve çok renkli açık arazisi değil, fakat çevresi uzun ağaçlarla kapanmış ve sürekli karanlığın egemen olduğu küçük bir koruluktur. Burada dolaşan hayaletlerin yüzleri, acı ya da korku ile doludur. Poe bu küçük koruluktan, kendisini ölümsüzleştiren tuhaf öyküler getirmiştir ve ruhu, sıradan dünyada dolaşmadığı zamanlarda, burada dinlenmektedir.’ Poe’nun ölüm konusunda haklı gerekçeleri vardı. Ünlü yazarın yaşam çizgisi, bir anlamda, ölümle çizilmişti. Küçük yaşta anne ve babasını, on sekiz yaşındayken üvey babasını ve sevgili genç eşini kaybetmişti. Yukarıdaki soruların yanıtı, büyük ölçüde, Poe’nun en çok kullandığı türün özelliklerinde, yani kısa öykünün tanımında yatmaktadır. Kısa öykü, kesin ve genel bir tanım kabul etmeyen bir tür. Belki tıpkı şiir gibi zor tanımlanması, onun yazınsal bir tür olarak sağlamlığını, kurmaca dünyaları ve duyguları yansıtma aracı olarak vazgeçilmezliğini kanıtlamaktadır. Bu türe ilişkin ortaya konulan farklı tanımlar ne olursa olsun, kısa öykü, çok sesliliği, kapsayıcılığı, az sözle çok şey söyleyebilmesi, görünürdeki yalınlığı altında barındırdığı engin kurmaca dünyaları ve dinamizmi ile, usta yazarların elinde gerçek birer yazınsal ziyafete dönüşebilmekteler. Poe da, ele aldığı az sayıda temayı işleyerek, onlarca farklı öykü yazmış ve her birinde, işlediği tema aynı olsa bile, farklı kurmaca dünyalar kurmayı başarmıştır. İnsanların sabırsız bir gelişme güdüsü beslediği bu dönemde, Amerikan ulusu düşlerini gerçekleştirme umudu içindeydi. Yaşanan birçok gelişme sonucu, Amerika ayağa kalkmış ve kendi ayakları üzerinde durabildiğini herkese göstermişti. Britanya’nın üzerlerine saldığı Püritenlik’in katı ve her türlü yeniliklere kapalı dünyası, yerini gelişmeye, olasılıkların sınırsızlığına ve düş gücünün renkli bahçelerine bırakmıştı. Poe, işte böyle bir dönemde, toplumun içinden çıkan başarılı bir yazardı. Yazdıklarının ölümsüzleşmesinin sırrı, yazarın bakışını toplumun üzerinden hiç ayırmamasında gizlidir. Ünlü İngiliz eleştirmen H. E. Bates, Poe’nun başarısının ardında yatan toplumsal nedenleri açıklarken şunları söyler: ‘… 19. yüzyıl Poe için uygun bir zamandı. Bilimsel buluşlar, spiritüalizme duyulan inanılmaz ilgi, eğitimin dokunuşuyla yıkılan eski batıl inançlar, melodramaya ve doğaüstü olaylara susamış bir toplum, kitap okuyanların sayısında hızlı bir artış ve bu insanların, loş ışık altında hayalet öyküleri okuma sevgisi, bilinmeyenin çekiciliğini içine alan toplumsal tutku… Sözünü ettiğimiz çağ, Poe virüsünün yayılması için çok uygundu.’ Toplumun nabzını tutabildi1900′lü yılların ortaları, Amerika’nın kendi gerçeğini aradığı bir dönemdi ve bu gerçek yalnızca doğada değil, doğaüstünde de aranıyordu. Geniş halk kitleleri, bilinmeye, doğanın ötesi olarak tanımlanarak, insan düşüncesi tarafından işlenmeye kapatılmış doğaüstü olaylara karşı büyük bir ilgi ve merak beslemeye başlamıştı. Tüm bu yargılara günümüzde varmak çok kolaydır, fakat o dönemde, tüm bu sürecin içinde yaşayan, çevresinde olup bitenlere tanıklık eden birinin, yaşadığı dönemi böylesi bir yalınlıkla betimleyebilmesi, kendisinin, içinde yaşadığı toplumun, kendi toplumunun dünya üzerindeki konumunun ve işlevinin ayırdında olması, sık rastlanılan bir durum değildir. Poe, işte tam da bu nitelikleriyle, yani yaşadığı toplumun nabzını tutmayı başarmış olması sayesinde adını ölümsüzleştirebilmiştir. ‘Bay Valdemar Vakasındaki Gerçekler’ adlı öyküde işlenen ölüm teması, okurlara yalnızca ölümün soğuk yüzünü ortaya koymak adına gündeme getirilmemiştir. Poe, ölümü herkesin çok iyi tanıdığını bilmektedir. Poe’nun öyküsünü ve ölüm temasını ele alışını farklı kılan, Poe’nun tüm bu sıra dışı, doğaüstü ya da gotik unsurları, geniş kitlelerin dikkatini çekebilen popüler bir çerçeve içine yerleştirebilmesidir. Öykülerindeki insanların çoğu, genelde yazıldıkları dönemde yaşayan orta sınıfın insanlarıdır. ‘Bay Valdemar Vakasındaki Gerçekler’ adlı öyküde, ölüm anında hipnoz edilen yaşlı ve hasta adam ile onu hipnoz eden doktor, okurların gözlerinde canlandırmakta zorluk çekmeyecekleri tiplemelerdir. İşte bu gerçek yaşamın içindelik ve dışındalık, yani gerçek ve kurmaca okurlara aynı anda sunulduğunda, ortaya kısa öykü türünün tanımına da çok uyan bir dinamizm çıkmaktadır. Bu dinamizm, Poe’nun başka öykülerinde de görülmektedir. Yazınsal yeniliklerin habercisi‘Usher Evi’nin çöküşü’ adlı ünlü öyküsünde, Poe yine ölüm temasını işler. Ölüm temasını en başarışı biçimde bu öyküde işlediği bile söylenilebilir. ‘Usher Evi’nin çöküşü’nde Poe, okurlara ölümün farklı yüzlerini gösterir. Valdemar öyküsünün tersine, bu öyküye dinamizm katan, yine ölümün kendisidir. Kısa öykünün taşıması gerektiği düşünülen yazınsal dinamizm açısından, Poe’nun öykülerinde ölüm temasının önemli bir yeri vardır. Yazarın düşsel, gotik dünyalarda geçen öykülerinde, bazen bir hayalet, bazen de bir dedektif öyküsünün tadını duyumsarız. Öte yandan Poe’nun öykülerinde hiç eksik olmayan başka bir unsur daha vardır: Kurmaca ve gerçekliğin başarılı içiçeliği. Poe bunu, gerçeklik izlenimi veren ince ayrıntılarla sağlamaktadır. Poe’nun öykülerindeki bu özellik, yine toplumsal kökenlerde aranabilir. Yaşadığı dönemdeki gerçeğe ve düşünselliğe duyulan eş zamanlı istek ve tutkunun mantıksallaştırılma çabası, yazarın öykülerini de popüler kılmıştır. insan yaşamı, tutku ve sağduyu arasında süren sonu gelmez bir savaşsa eğer, Poe, yazdığı kısa öykülerde bu savaşı hem bir konu hem de bir yapı malzemesi olarak kullanmakla, yalnızca kendi adını değil, yazınsal bir tür olarak kısa öykünün da yazınsal dizge içinde yerleşiklik kazanmasını sağlamıştır. Edgar Allan Poe (19 Ocak 1809 – 7 Ekim 1849) ABD’li şair, kısa öykü yazarı, editör ve edebiyat eleştirmeni. Amerikan Romantik Akımı’nın öncülerinden biridir. ABD’nin ilk kısa hikâye yazarlarından olan Poe modern anlamda korku, gerilim ve polisiye türlerinin de öncüsüdür. Bugün birçok kimse tarafından ABD’nin ilk büyük yazarı kabul edilse de Poe hayattayken sık sık küçük düşürülmüş ve yanlış anlaşılmıştır
Edgar Allan Poe |
|