|
Kemal Tahir Üzerine Notlar
Alp Beşe
http://alperbese.blogspot.com.tr/
Edebiyatımızda olduğu kadar düşünce yaşamımızda da derin
izler bırakan Kemal Tahir 1910 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Babası
saray yaverlerinden Yüzbaşı Tahir Bey’in tayinleri dolayısıyla çocukluğunu
birçok Anadolu kentini gezerek geçirir. Gezdiği illerde başladığı eğitiminde
son durağı Galatasaray Lisesi’dir. Lisenin onuncu sınıfında okuldan ayrılarak
hayata atılır Kemal Tahir. Bir süre avukat katipliği ve ambar memurluğu
yaptıktan sonra gazeteciliğe başlar. İstanbul’da çeşitli gazetelerde düzeltmenlik,
çevirmenlik, sekreterlik ve röportaj yazarlığı yapar. Daha sonra Karagöz
gazetesine başyazar olur. Başarılı bir gazetecilik kariyeri olan Kemal Tahir,
adı Sabiha ve Zekeriya Sertel’le özdeşleşen, Aziz Nesin ve Sabahattin Ali’nin
de yazarlık yaptığı ve 1945 yılında bir baskınla matbaasının talan edildiği
Tan gazetesinin yazı işleri müdürlüğüne getirilir. Bu görevini sürdürürken
hayatının akışını değiştirecek bir olay gerçekleşecektir.
1938 yılında Kara Harp Okulu’nda başlatılan ve kamuoyunda Harp Okulu Olayı
olarak bilinen bir kovuşturma, Kemal Tahir’in hayatını derinden etkiler.
Harp Okulu öğrencilerinin üstlerinde ve dolaplarında yapılan aramalarda
yasaklı sol yayınların bulunması ile çok sayıda öğrencinin o dönemde gizli
bir örgüt olan Türkiye Komünist Partisi’ne üye oldukları iddiasıyla açılan
davada içlerinde Nazım hikmet ve A. Kadir’in de bulunduğu beş kişi hapis
cezasına çarptırılır. Mahkeme kararının üst mahkemece onanmasından sonra
bu kez Deniz Kuvvetleri bünyesinde benzer bir soruşturma başlatılır. Donanma
Olayı olarak anılan bu soruşturmada tutuklananlar arasında Kemal Tahir de
vardır. Askeri isyana teşvik suçundan on beş yıl hapis cezası alır bu davadan.
Çocukluğundaki gibi Anadolu kentleri yine onu beklemektedir. İstanbul, Çankırı,
Nevşehir, Malatya ve Çorum cezaevlerinde on iki yıl yattıktan sonra, 1950
yılında çıkan af yasasıyla serbest kalır.
Kemal Tahir, hapishane yıllarında Anadolu köylüsünü yakından tanıma fırsatını
bulur. 1930’ların başında edebiyata şiirle başlayan Kemal Tahir, öykü yazmaya
hapishanede karar verir. Yazdığı öyküleri aynı davadan hükümlü olarak başka
cezaevlerinde yatan Nazım Hikmet’e göndermektedir Kemal Tahir düzenli olarak.
Öğrenmeye hevesli genç bir öğrenci gibi, hocasının yorumlarını beklemektedir.
Nazım Hikmet’in yönlendirmeleriyle kalemi sağlam, kurgusu güçlü, olaylara
yaklaşımı zekice bir yazar doğar Türkiye’nin hapishanelerinde…
Kemal Tahir, otuzlu yaşlarının tamamını dört duvar arasında geçirdikten
sonra, 1950 yılında özgürlüğüne kavuşur. İstanbul’a yerleşir ve yazarak
para kazanmaya çalışır. Çeşitli gazetelerde tefrika romanlar yayımlar. Takma
adlarla serüven ve aşk romanları yazar. Türk okurunun büyük ilgi gösterdiği
Mickey Spillane’in dedektif Mike Hammer karakterinin yeni maceralarını da
yazar Kemal Tahir bu dönemde. 1955’te 6-7 Eylül olayları bahane edilerek
tekrar tutuklanır. Altı ay daha geçirir cezaevinde.
Kemal Tahir’in ilk romanı, Sağırdere 1955 yılında yayımlanır. İki yıl sonra
yayımlanacak olan Körduman’la birlikte ikili bir bütünlük oluşturan Sağırdere,
Kemal Tahir’in adının duyulmasını sağlar.
Kemal Tahir romanı, tarihsel ve sosyolojik incelemelere dayanan, hatta biraz
sosyolojik metoda dayanan bir roman olma özelliği taşır. Türk tarihinin
yeniden gözden geçirilmesi için kullanılması gereken bir alandır roman Kemal
Tahir’e göre. Cumhuriyet tarihini ve Osmanlı tarihini konu edecektir romanlarının
çoğunda. Bu romanların ilki 1956’da yayımlanan Esir Şehrin İnsanları’dır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası işgal edilen İstanbul’u çeşitli kesimlerden
insanlarla birlikte bir çerçeve gibi ele alarak cumhuriyete geçiş dönemini
irdeler Kemal Tahir, daha sonra iki cilt daha yazacağı Esir Şehir üçlemesinde.
Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı adlı romanlarla bütünlenen bu seride Kemal
Tahir, bir paşa çocuğu olan ve istemediği takdirde canını ve malını tehlikeye
düşürmeden yaşamını sürdürebilecek konumda bulunan Kâmil Bey’in Anadolu’daki
kurtuluş hareketine katılması ile başlayan olayları aktarır okuyucuya. İşgal
kuvvetleriyle mücadele eden tek bir grup olmadığını cesurca yazar Kemal
Tahir, resmi tarihin aksine. Sonradan vatan haini ilan edilen ve azımsanamayacak
kadar çok sayıda olan insanın elini taşın altına nasıl soktuğunu anlatır.
Gazeteciler, eski İttihatçılar, din adamları ve sosyalistlerin de kurtuluş
mücadelesinde emeği olduğunun altını çizer. Daha sonra cumhuriyetin kurucuları
tarafından bunların nasıl tasfiye edildiği üzerinde de durur. Diğer Kemal
Tahir romanlarında da görülen bir özellik, Esir Şehir üçlemesinin de en
önemli yönlerinden birisidir: Kemal Tahir’in roman kişileri mutlak iyi veya
mutlak kötü kişiler değildir. Bir insan “haklı” olan tarafta yer alıyor
diye, hatalardan arınmış, zaafı bulunmayan bir kişi olarak ortaya çıkmaz
Kemal Tahir’de. Kemal Tahir, insanı ve olayları her boyutuyla görüp yazmayı
birincil ilke edinir yazarlığı boyunca.
Kemal Tahir’in romanı konumlandırdığı yer her zaman bir kıvılcımla yeniden
alevlenebilecek bir tartışmanın zeminini oluşturmuştur. Kemal Tahir’in roman
anlayışı üzerine Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı kitabında
yazdıklarına bakmakta yarar var:
“Kemal Tahir ateşli tartışmalara neden olmuş, yapıtları kimilerince çok
övülmüş, kimilerince çok yerilmiş bir romancı” diyerek başlıyor sözlerine
Moran. Ona göre bu tartışmalar, Kemal Tahir’in romanlarının değeri üzerindeki
bir anlaşmazlıktan çok, yazarın ideolojik platformda aldığı tavırdan kaynaklanır.
Çünkü Kemal Tahir Türk tarihi üzerine yaptığı araştırmalardan çıkardığı
sonuçları roman yoluyla duyurmak istemiştir. Bundan ötürü Kemal Tahir’in
görüşlerine katılanlar romancılığını da överken, görüşlerine katılmayanlar
genellikle romancılığında da övülecek bir şey bulamamışlardır. Bu durumda
Kemal Tahir’in Türk tarihi ve toplum yapısı hakkında düşündükleri yazarın
romanını inceleyenler için önem kazanmıştır. Ayrıca Türk toplumunun batıdakinden
farklı, kendine özgü bir romanı olması gerektiği inancı ve bu roman üzerine
ileri sürdüğü kuramsal görüşler de, kendisinin tarihsel, toplumsal ve ekonomik
sorunlarla ilgili tezlerinden ayrı düşünülemez, Moran’a göre.
Berna Moran, Kemal Tahir’in tarihe yaklaşımını da derli toplu bir biçimde
özetler: Türk tarihine Marksçı bir yöntemle yaklaşan Kemal Tahir’in hareket
noktası, Osmanlı ve doğu toplumlarının tarih içindeki gelişmelerinin, batı
toplumlarının klasik gelişiminden farklı olduğu olgusudur. Osmanlı toplumu,
kölelik, feodalite, kapitalizm evrelerinden geçmemiştir ve bunun nedeni
de Asya Tipi Üretim Tarzı’dır. Başka bir deyişle Osmanlı’da üretim aracı
olan toprağın sahibi devlettir ve özel toprak mülkiyeti olmadığı için servetin
bireylerin elinde birikimi ve güçlü bir sınıfın oluşumu engellenmiştir.
Bundan ötürü Osmanlı toplumu sınıfsız bir toplumdur. Batı toplumuna benzemez.
Ne batıdaki soylu feodal anlamında derebeyi vardır, ne serf durumunda köylü
ne de sonraki burjuvazi. Bu durumda Osmanlı bürokrat sınıfının tarihi sürecin
bir aşamasında batılılaşma siyaseti güderek imparatorluğun sorunlarına çare
araması tamamıyla yanlış bir siyasetti, çünkü daha sağlıklı olan Osmanlı
toplum yapısını geliştirmek yerine, insancıl olmayan ve bize uymayan bir
yapıyı getirdi Türkiye’ye. Batının sorunları da bulduğu çözümler de uymaz
bize. 1920’lerden sonra daha da hızlandırılan batılılaşma ve devrim hareketleri
yine kopyacılıktır ve halka rağmen yapıldığı için tabana dayanmayan bu üstyapı
değişiklikleri hem Türk aydını ile halkı arasındaki kopukluğu arttırmış
hem de geçmişle aramızdaki bağı koparmıştır.
Avrupa’nın geçirdiği toplumsal dönüşümlerin bir ürünü olan roman, aynı biçimiyle
kullanılırsa Türkler için bir anlama gelemeyecektir Kemal Tahir’e göre.
Türk tarihi de batılı metotlarla yazıldığı için açıklayıcı değildir. Türk
tarihine de özgün bir yöntemle yaklaşmak gerekir.
Kemal Tahir batı romanıyla, kendi romanını ayıran özellikler konusunda bir
söyleşisinde şöyle söyler:
“Batı romanı neye dayanır?... Drama mı?... Batıda dram nerden kaynaklanıyor?
Sınıf çalışmasından, sınıf içindeki insanın yalnızlığından... Benim toplumumda
sınıf var mı? Yok... Sınıf olmayınca, çatışması da, yok... Toplumda görünen
tabakalaşmalar sınıf değil: Uyuşmazlıklar, çatışma değil... Ayrıca benim
insanım, toplumda yalnız da kalmıyor... O halde ben romanda batının anladığı
dram dışında bir dram anlayışına varmam gerekir. Belki batının kişi dramına
karşılık, ben toplumun dramını işlersem, kendi romanımı vereceğim...”
Başka bir söyleşide de aynı noktadan hareketle görüşlerini şu şekilde dile
getirir:
“Bizim romanımızda insan dramı batıya göre çok boyutludur. Daha çok zengindir.
Drama düşmüş roman kişisini ele alışta insanlığı bir insan boyutuyla değil
toplumuyla ölçerek, oranlayarak zenginleştirmek zorundadır romancı.”
Kemal Tahir’e göre, bir toplumun gerek tarihsel, gerekse bugünkü gerçekleri,
onun diğer toplumlarla ilişkileri göz ardı edilerek, salt iç dinamikleri
ya da unsurlarıyla kavranamaz. Yani, diğer toplumlar ve onlarla kurduğu
ilişkiler, bir toplumu kuşatan maddi zorunluluklardır. Bu dış zorunlulukların
yorumlanmasında, toplumlar arası ilişkilerin kavranmasında, dünü ve bugünü
açıklayan gerçekçi bir kuramsal zemine, bir hareket noktasına ihtiyaç vardır
ki, bu zemin doğu-batı ayrımı ve çatışmasıdır. Kemal Tahir için öncelikle
yanıtlanması gereken soru, Türk toplumunun bu ayrım ve çatışmada ne tarafta
yer aldığı, ya da alması gerektiği sorusudur. Kemal Tahir’in gerek notlarında
ve söyleşilerinde ve gerekse tarihsel romanlarında bu soruya verdiği yanıt
kesindir: Türk toplumu tarihsel olarak bu ayrımda doğu tarafında yer alır.
Bugünkü Türkiye’de gerek tarihsel geçmiş, gerek bu geçmişin bir ürünü olan
toplumsal ve ekonomik yapı göz önünde tutulduğunda, Osmanlı gibi doğulu
bir toplumdur ve bu çatışmada doğunun safında yer alması gerekir.
Kemal Tahir’in ölümünden sonra konularına göre ayrılmış ciltler halinde
yayımlanan notlarında yer alan şu ifade de Kemal Tahir’in doğu-batı ayrımını
hangi noktadan kavradığını göstermek bakımından önemlidir: “Bizim millet,
dış görünüşündeki aldatıcılığa rağmen, hürriyetsizlikten iğrenir. Çünkü
tarihinde, batıdakine benzer kölelik dönemi yaşamamıştır. Geçmişte ne köle
olmuştur, ne de köle çalıştırmıştır. Bunun için her çeşit hürriyetsizliği
insanlık onuruna hakaret sayar. Aslında halklarına baskı yapan idareler,
isteseler bile halkçı olamamış pis idarelerdir. Halkçı olamamak, soygunculuktan,
bir de yeteneksizlikten gelir.”
Kemal Tahir, Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecini anlattığı Devlet Ana’da
tarih ve topluma ilişkin görüşlerini yansıtır. Batıdan farklı biçimde üreten,
farklı şekilde örgütlenen ve idare edilen bir toplum yapısını göstermek
ister okuyucuya. Devleti, alışıldığı gibi, otoriter bir baba figürü yerine,
anaç ve merhametli bir anneye benzetir. Bu yaklaşımı, özellikle sol çevrelerce
gericilikle suçlanmasını da beraberinde getirir. Yönetmen Halit Refiğ, bu
sürece değinir bir yazısında: "Sicilli bir komünist olarak bilinmesine rağmen
romanlarında pek de Marksist sayılamayacak yaklaşımlarından ötürü Kemal
Tahir’e ihtiyatla yaklaşan sol aydınların yanı sıra, Devlet Ana yayınlandıktan
sonra, Türkiye’nin Batı’ya toz kondurulmasına tahammül edemeyen “entel”leri,
edebiyat tarihimizde eşi görülmemiş bir saldırı kampanyasına giriştiler.
Bunlara göre Kemal Tahir cahil, dönek, gerici, psikopat, insanlık düşmanı
ve kabiliyetsiz idi. Roman yazmasını bilmiyor, tarihten anlamıyordu. Bu
kampanyanın bir sonucu oldu. Sol geçmişinden ötürü o tarihe kadar Kemal
Tahir’e uzak duran, hatta düşmanca davranan gelenekçi, milliyetçi çevreler
ona ilgi duymaya, hatta zaman zaman sahiplenmeye başladılar."
Kemal Tahir’in devlet kavramını ön planda tuttuğu bir başka romanı da Rahmet
Yolları Kesti adını taşır. Yaşar Kemal’in, devlete başkaldıran bir eşkıya
olan İnce Memed’i öven tavrına karşın, Kemal Tahir, eşkıyanın devlet karşısındaki
zavallılığını dile getirir. İnce Memed’e bir cevap olarak, hatta onunla
alay etmek için yazılmıştır Rahmet Yolları Kesti.
Kemal Tahir, resmi tarihin yazmadığını yazmakla kalmaz, resmi tarihin göstermemek
için çabaladıklarının üzerindeki perdeyi kaldırmak için var gücüyle çalışır.
Devlet Ana’da çektiği tepkilerden daha fazlasını cumhuriyet tarihine ilişkin
yazdığı romanlarla çekecektir. Türk edebiyatının köşe taşlarından olan Yorgun
Savaşçı’da Esir Şehir üçlemesindeki gibi Kurtuluş Savaşı’nın isimsiz kahramanlarını
göz önüne çıkartır. Son yüz yılını üst üste yenilgilerle geçiren bir ordunun
yorgun subaylarının yılgın olmadığının altını çizer. Kurtuluş Savaşı ile
cumhuriyetin kuruluşu arasındaki sürecin bazı kesimler için biraz sancılı
olacağının ilk işaretlerini verir Yorgun Savaşçı’da. Kurt Kanunu romanı
ise bu sancının işlendiği bir kitap olacaktır.
Kurt Kanunu, 1928 yılında Atatürk’e karşı yapılması planlanan suikastı ve
gerçekleştirilemeyen suikastın zanlılarının hikayesidir. Kemal Tahir’e göre,
İzmir Suikastı, anlatılageldiği gibi eski İttihatçıların örgütlü bir şekilde
planladığı bir eylem değildir. Hatta yazar, böyle bir suikast hazırlığını
yapılmış olduğuna bile şüpheyle yaklaşır. Bu girişim bahane edilerek, İttihat
ve Terakki Partisi önderlerinin etkisiz hale getirilmesinin planlandığını
iddia eder Kemal Tahir. Nitekim, İstiklal Mahkemesi, suçu sabit olmayan
İttihatçıların idamına hükmeder. Kemal Tahir yeni rejimin adalet anlayışını
ve tarih yaklaşımını kıyasıya eleştirir Kurt Kanunu’nda. Ayrıca İzmir İktisat
Kongresi’nde liberalizmin benimsenmiş olmasına da roman karakterleri aracılığıyla
karşı çıkar.
Kemal Tahir’in, büyük çoğunluğun “ak” dediği bir nesneye “kara” dediği bir
diğer romanı da Bozkırdaki Çekirdek’tir. Kimi çevrelerce, yeryüzünde keşfedilmiş
en iyi eğitim modeli olarak kabul edilen Köy Enstitüleri’nin aslında köylüyü
köylü bırakmak için kurulduğu görüşüne yaslanır yazar bu romanda. Aslında
yaptığı biraz da başka sorunlara dikkat çekmek olarak görülebilir Kemal
Tahir’in. “Köy Enstitüleri kapatılmasaydı her şey bambaşka olacaktı” demekten,
çözüm üretmeye vakit ayırmayanlara ince bir uyarı olarak da okunabilir,
mizah unsurunun da okuma keyfini arttırdığı bu roman.
Kemal Tahir, Türkiye’de romancının bir ödevi olduğu görüşünü savunur. Bu
ödev, romancının tarihin belli bir döneminde ele aldığı topluma bir bilim
adamı gibi yaklaşması, bu toplumun kurumlarını, hangi tarihsel koşullar
altında bu noktaya geldiğini bilmesi ve buradan nereye gideceğini kestirmesidir.
TRT Genel Müdürlüğü, 1975 yılında Aşk-ı Memnu’yu başarılı bir şekilde televizyon
dizisi olarak çeken yönetmen Halit Refiğ’e Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sını
da çekme önerisi götürür. Bir Kemal Tahir hayranı olan Refiğ teklifi kabul
eder ve çalışmalara başlanır. Çekimler tamamlanmış, dizinin montajı yapılmıştır
ancak Türkiye, artık başka bir ülke kimliğindedir. 12 Eylül darbesi olmuş
ve her alanda sıkı bir denetim uygulanmaya başlanmıştır. Yorgun Savaşçı
da 12 Eylül yönetimi tarafından “Atatürk düşmanlığı yapıldığı” gerekçesiyle
sakıncalı bulunur. Bu sakıncalı yapımın yayınına izin vermemekle kalmaz
yönetim, filmi yakmaya karar verir. Sansürün en kötüsü olarak tarihe geçen
bu uygulamadan kurtulan bir kopya yıllar sonra ortaya çıkacak ve dizi TRT
ekranlarında yayınlanacaktır.
Kemal Tahir’in Kurt Kanunu ve Karılar Koğuşu romanları da beyaz perdeye
aktarılır, yazarın ölümünden sonra. Kemal Tahir, on iki yılını hapishanede
geçirdiği altmış üç yıllık hayatına 1973 yılında veda eder. Mehmet Barlas’ın
evinde, Mete Tunçay ve İsmail Cem’in de bulunduğu bir yemeğe davetlidir
21 Nisan akşamı. Yemekte Mete Tunçay’la sert bir tartışma geçer aralarında.
Eve döndüğündeyse geçirdiği kalp krizini atlatamaz.
ESİR ŞEHRİN NAMUSU
Esin Pervane
(Roman Kahramanları -2011/Ocak sayısı'nda yayımlanmıştır.)
Kamil Bey'den bahsetmek oldukça güç. Her ne kadar Esir Şehrin İnsanları
ve Esir Şehrin Mahpusu'nun kahramanı gibi gözükse de... Her ne kadar bu
iki kitap, birer dönüşüm romanı gibi, onun dönüşümü temelinde ilerlese de...
Dönüşüm kurgusunda, kahramanın omuzları üstünden, onun iki şey arasında
seçim yapma sürecini, bir noktadan bir noktaya yolculuğunu izlemeyi bekler
okur. Ancak bu iki roman özelinde, kahramanın neden, hangi saikler, düşünceler,
çelişkiler, tereddütlerden hareketlendiğini tam olarak kestirmek mümkün
olmaz. Bir şeyler hep muğlak, muallakta kalır.
Kamil, Kemal Tahir'in Mütareke dönemi aydınının psikolojisini vermek ve
eleştirisini yapmak için yarattığı bir tiptir. Öyleyse onun kimliği, yeni
bir kimlik edinme süreci, içinde yaşadığı tarihi süreçle ortaklaşarak ya
da çelişerek, bu dönemi açıklamaya yardımcı olsa gerektir. Oysa böyle olmaz.
Kamil sık sık, Kemal Tahir'in anlatmak istediği olaylar, belletmek istediği
tarih tezleri, yorumları önünde sürüklenir, kimileyin görünmez olur. Aslında
kitabın kahramanıyken, varlığı, kendisininkinden ziyade başka hikayelerinin
anlatılmasının bir aracı haline gelir.
Belki de şunu verili durum kabul ederek yola çıkmamız gerek: Kemal Tahir
romanları çok karakterli, çok kahramanlı romanlardır. Her ne kadar birine
baş kahraman payesi verilmiş olsa da, o klasik bir baş kahraman olmaz. Yardımcı
roller onu -alışıldıktan fazla- destekler. Zira asıl önem verilen toplumsal
taban ve tarihi arka plandır. Bu yüzden birey ancak toplumsallığı, aidiyetleriyle
tebarüz edebilir, velev ki anlatının öznesi gibi görünsün.
Toplumsal ve tarihî arka planı vermek için iyi bir seçim Kamil Bey. Çünkü
o sürekli ''arayan adam''dır. Avrupa'da geçirdiği sekiz sene sonra İstanbul'a
döner. Ne İstanbul bildiği İstanbul, ne İmparatorluk bildiği İmparatorluktur
artık. Roman boyunca, içine düştüğü yeni siyasî ve toplumsal ortamı, dengeleri
ve zaten yabancı olduğu halkını tanımaya çalışır. Kamil'in kendi öğrenme
sürecine okuru da dahil etmesi tasarlanmıştır belli ki. Onun bu arayış ve
tanımaya çalışma hali, dinlediği(miz) uzun söylevlere zemin hazırlar. Neredeyse
tüm bilgilerini insanların aktarımlarından edinen Kamil Bey, bu uzun söylevler
karşısında, çoğu kez pasif bir dinleyici konumunda kalır, yorum yapmaz.
Konuşmanın monolog değil diyaloga benzemesi için arada ufak sorular sorar;
bunlar da karşısındakinin daha çok konuşmasına neden olur.
Kemal Tahir'in diyaloglar üzerinden olay akıtmasını da verili bir durum,
bir üslûp kabul edelim. Ancak uzun uzun hikayelerini dinlediğimiz bu roman
kişilerinin anlatımları, çoğu kez romanın akışına olumlu bir katkı yapmaz.
Yapamaz, çünkü bu anlatılar -zaten sıkı olmayan- olay örgüsüne organik biçimde
eklemlenmez. Anlatıcıların çoğunun olay örgüsü içinde yeri yoktur; sahneye
çıkar, diyeceklerini der ve kaybolurlar. ESİ'nın henüz başında sekiz sayfa
İngiliz Haberalma şefi ve Jandarma Müfettişi Henri Dikson'a ve on yedi sayfa
da Mahir Fuat Bey'e ayrılmıştır; o monologu andıran diyaloglarla... Yenilgiyi
sindiremeyen bir subayın intihar mektubunu okuruz, dokuz sayfa... Üç sayfa
da tapu kaydı ve ferman... Elbette müstakil bölümler olarak bakıldığında,
hepsinin kendi içlerinde bir anlamı var. Örneğin subayın intihar mektubu
ve Mahir Fuat Bey'in derviş olma hikayesi, savaştan mağlup çıkmış kişilerin,
dolayısıyla bir milletin psikolojisini anlatmak için yazılmıştır. Romanın
meramıyla da bağlantılı gözüken bu bölümler, ne yazık ki kurgu içinde yoğrulmamış,
anlatıya yedirilmemiştir. Romanın henüz başında karşımıza çıkan bu motif
ve kişilerin devamlılığı yoktur; havariler gibi mesajlarını sunup yok oluverirler.
Bir amaç uğruna araçlaştırılarak romana sokulan bu kişilerin neye hizmet
ettikleri o kadar bellidir ki, onlara inanmakta güçlük çekeriz.
Üstelik, Kemal Tahir'in dizginleyemediği didaktik yanı durmadan kendini
gösterir. Konunun dağılmasına aldırmadan, Mahir Fuat'a tarikat tarihinden
kaz beslemeye kadar bir sürü şey anlattırır; Henri Dikson'ın ağzından sınıfsız
toplum, Türklerin devlet kurmaktaki üstün yeteneği ve Bizans'ın Osmanlı'yı
bozduğu gibi tezlerini açıklar...1
Böylece kesilip atılsa, romana hiçbir şey kaybettirmeyecek, kerameti kendinden
menkul bir dolu parça ortaya çıkar.2
Yani ne yan hikayeler ana hikayeyi, ne de yan karakterler baş karakteri
besler. Sonuçta ortaya bir insanlar ve olaylar kolajı çıkar. Kat yerleri
alabildiğine belirgindir. Aynı dönemde yaşıyor/ geçiyor olmaları, önümüze
yığılan bu hayatlar, tanıklıklar, hadiselerden kafamızda anlamlı bir bütün
oluşturmayı kolaylaştırmaz. Roman bir yamalı bohça gibi hantallaşıp okurunu
oradan oraya savururken, Kamil bey pasif dinleyici konumunda silikleşir.
Dönüşmek, ama nasıl?
Roman bir dönüşüm romanı olarak okunabilir demiştik. Gerçekten de, kitabın
anahatlarını özet olarak belirlediğimizde tipik bir geçiş töreni izleğine
oturduğu görülür. Kamil mensubu olduğu topluluktan ('işbirlikçi burjuvazi'
ve 'alafranga züppe'ler olarak resmedilmiş akrabalarından) ayrılır; yeni
bir toplumsal gruba (Milli Mücadele yandaşlarına) dahil olmak için kimi
eylem, yardım ve fedakârlıklarda bulunur.
Ancak Kamil'e dair o kadar az şey biliyoruz ki... hele ki siyasi ikirlerine
dair... Yine de elimizdekilerin ışığında, Milliciliğe giden yolculuğuna
biraz daha yakından bakalım. Savaş yüzünden İmparatorluk'tan gelen havalelerin
arkası kesilince anlar Kamil bey savaşın hiç de iyiye gitmediğini. Beş parasız
kalıp da Avrupa'da ''barınmak imkansız hale gelince'' -yani çaresizlikten-
İstanbul'a döner. Ne evi ne parası olduğundan, karısı Nermin'in halası ile
eniştesinin yanına sığınır. Hala Hanım, Enişte Bey ve kızları Sabriye, savaş
ve mütarekede zenginliklerine zenginlik katmış ve Kamil'in gözünde zevksiz
ve görgüsüz, 'alafranga züppe' bir ailedir.
İstanbul'a tam da işgalin başladığı 1920'nin Mart ayında inmiştir. Geleli
on beş gün olmuştur. Bu on beş gün içinde neler yapmıştır? Ev sahiplerinin
çok nazik, yemeklerin neis, servisin mükemmel olduğu ve Kamil bey ile karısının
belli belirsiz tombullaştığından başka bir şey öğrenemeyiz kitaptan. Memlekete
dair, siyasi gidişata dair malumatı var mıdır? Gazete okumuş mudur? Boğaz'a
demirlemiş İngiliz donanmasını görmüş müdür? Sokakta yabancı askerlere tesadüf
etmiş midir?4
Ne düşünmüştür, ne hissetmiştir?
Böyle somut şeyler görüp tepki vermez Kamil bey; romanda pek rastlanan bir
durum değil... Bu yüzden Kamil'in yaşamı, bize gerçeklik duygusu vermez.
Onu sürekli bir takım mizansenlerin içine atılmış görürüz. Henri Dikson'la
karşılaşması da böyle bir mizansendir. Dikson'a Kerkük'teki arazilerini,
petrol hisselerini satmaması, Kamil'in Milliciliğe giden yolculuğunun ilk
adımları gibi gösterilir. Buna ''birden ve kesinlikle'' karar vermiştir.
Ona Türk-İngiliz olmasını teklif eden Sör Henri, Kamil bey'in onuruna dokunmuş,
milliyetçi duygularını uyandırmıştır.5
İçinde bulunduğu maddi sıkıntı göz önüne alınırsa, Para sıkıntısı ve Nedime
Hanım, Kamil Bey'in Millici olma serüveninde büyük rol oynuyorlar. ''Nedime
Hanım için yardım istemiş olmasalardı da, kendisini (...) Mustafa Kemal
Paşayla tanıştırsalardı, Paşa yardımını rica etseydi, ''Benim işim değil
efendim!'' diyeceğine emindi.'' Bu sözleri duyan biri, Nedime'ye aşık olduğunu
düşünebilir. Ancak Nedime hem gebedir (ki neredeyse hep 'gebe bir kadın'
diye anılır) hem de arkadaşının karısıdır. Belki de bu tehlikeli ihtimal
yüzünden cinsellikten alabildiğine uzak çizilmiştir. Devamında ''zengin
olsaydı'' dergiye sermaye sağlayıp Nedime'yi tehlikeden uzak tutacağını
söyler ve ekler: ''Parasıyla vatanseverlik yaptığı için gönlü rahat olacağından,
karısının (...) yabancı subaylarla ahbaplığı ilerletmesinde sakınca görmezdi.''
(ESİ, s:259) Romanın başka yerlerinde de bu tarz söylemler karşımıza çıkar.
Para sıkıntısı ve Nedime Hanım, bu dönüşüm romanlarını okumak için iki ayrı
izlek olabilir. müthiş bir idealistliktir bu!
İkinci adım, mahalle kahvesinde yaşadığı aydınlanmadır. Kahvede geçen bu
sahne boyunca, Kemal Tahir kahramanını bir köşede bırakır; Kamil bey hiç
konuşmadan Padişahçı ve Millici ikirlerin çatışmasını, daha doğrusu ağız
dalaşını izler. ''Kısa bir zaman sonra, Kamil Bey için, gerçek sandığı birçok
şeyler tepetaklak'' olur. Millet, ''göründüğü kadar yılgın'' değildir. Bu
''kaba saba surat''lı adamların içinde gizlenmiş birer kahraman görmeye
başlar 6 . Az evvel ''İstanbul'a gezgin satıcı, apartman kapıcısı,hamal,
besleme sağlayan; sınırları belirsiz''7 bir memleket olarak gördüğü Anadolu'ya
inanç duymaya başlar.
Üçüncü adım romanın kırılma noktalarından biridir; Kamil'in Ahmet'le karşılaşması,
iilen Millici olmasıyla sonuçlanacaktır. Ancak bu kadar önemli bir olay
o kadar suni bir şekilde olur ki... Ahmet'in, Kamil'in henüz taşındığı Bağlarbaşı'ndaki
evi her nasılsa bulduğuna inanalım; evden avukatın yazıhanesini öğrendiğine,
sonra adliyeye gelip onu bulduğuna da inanalım. Peki ama, en azından sekiz
senedir görmediği bir insana nasıl güvenir? Ağzını bile aramaya, kimden
yana olduğunu, Ankara'ya nasıl baktığını öğrenmeye çalışmadan hem de...
Bu kadar bıçak sırtı, tehlikeli bir zamanda... Kamil'in başı derde girerse,
bu işten yakasını nasıl kurtaracağını düşünür, fakat Kamil'in onların başına
dert açabileceğini aklına getirmez bile! Bu baştan savma karşılaşmadan sonra
bir başka lise arkadaşlarıyla, Milli Mücadele'ye verdiği destek yüzünden
hüküm giymiş İhsan'la, cezaevinde görüşürler. Görüşmenin sonunda Kamil,
henüz eline bile almadığı Karadayı dergisinde çalışmaya başlar. Yani ''İngiliz'e
''Topraklarımı satmam'' dediği için kendisini apansız üstünde bulduğu çizgiyi
(..) İhsan'la görüştükten sonra ''resmen'' aşmış'' olur.8
Eğer romanın tezi ''O dönemde taraf seçmek, biraz da tesadüf eseriydi''
olsaydı, bütün bu akıl almaz karşılaşmalar yerine oturacaktı. Ancak değil.
Romanın tezi, ''O dönemde namuslu insan için tek yol vardı: Milli Mücadele'ye
katılmak!''Bu tezi İhsan'ın ağzından şöyle duyarız: ''İki ayrı şey yok ki
azizim. İki ayrı şey var olsa, ''hayırlıyı seçmekte yanıldı'' deriz. Bir
tek yol kalmış, o da döğüşmek.''9 Nermin ise üçlemenin son kitabı olan Yol
Ayrımı'nda aynı şeye değinecektir: ''1921'lerde ne yaptı Ayşe'nin babası?
Bütün namuslu insanların yapmayı ödev bildiğini... Kolayca yaptığını...''10
Fethi Naci de bu koroya katılır: ''Kamil Bey, Milli Mücadele gibi büyük
bir olayın geçtiği bir zamanda yaşıyor. Namuslu bir aydınsa, bir karşılaşma
(...) onu bu haklı yana götürecektir. Çünkü haklı ile haksız, doğru ile
yanlış kesin çizgilerle ayrılmıştır.''11 Tam burada bir şerh düşmek istiyorum:
Ben bu ayrımın, ancak olayların üzerinden yıllar geçtikten; yenen ve yenilen
belli olduktan sonra bu kadar kesin çizgilerle belirdiğini, belirebileceğini
düşünüyorum. Yıllar sonra, dışarıdan bakınca, yani her şey tarih olduğunda
doğruyla yanlışı ayırt etmek kolay olabilir. Tabii tarihi yenenlerin yazdığını
da unutmamak lazım. Eğer İstanbul Ankara'ya galebe çalsaydı, Ali Kemal 'namuslu
bir vatansever', Mustafa Kemal 'namussuz bir sergerde' olacaktı.
Romana bakıldığındaysa, ortada bir kaos yoktur, herşey çok açık ve nettir.
'Kurtarılması gereken' ve 'kurtarıcılarını bekleyen' bir vatan vardır. Vatan
borcu, namus borcudur. Bir tarafta bu borcu duyumsayan ve gereğini yerine
getiren, yani dövüşen 'namuslu' insanlar vardır; bir de şahsî çıkarları
peşinde koşup vatanı satanlar. Sorun ortaya böyle konunca, somut siyasi
gerçeklerin yerini soyut ahlaki değerler alır. (Bu yüzden Esir Şehir'deki
bütün İtilafçılar ahlaken oldukça yoz ve düşmüş biçimde resmedilir. Erken
dönem Cumhuriyet romanlarındaki şablonu takip eder biçimde, din adamları
da ikiyüzlü ve kötüdür.)
Sonuçta ortada zalim bir düşman vardır; bir işgalci ve onun işbirlikçileri
vardır. Bunlar vatanı ve milleti mazlum ve mağdur etmektedir. Bu düşmanı
yenmek için ''tek yol'' vardır: Vatanını seven milletin 'tek yumruk', 'tek
yürek' olması. Bir vatanseverlik potasında bütün sınılar, imtiyazlar, çatışmalar
erir. Tarih, insanları buna mecbur kılar. Birleşmek ve dayanışmak elzemdir.
Bunu görmemek için ya kör, ya akılsız, ya ahlaksız ya da gavur olmak lazımdır!
Böylece Kamil'in seçimi, siyasi bir tercihten öte, 'namuslu' ve 'onurlu'
bir insan olmasının gereği haline gelir. Milli Mücadele'ye katılmak, akıl
değil vicdan meselesi olarak sunulur. Vatan sevgisi ve millet bilinci ise
öğrenilmiş, insan marifetiyle yaratılmış değil, insana içkin, doğasında,
'öz'ünde olan bir şey olarak kurgulanır.
Gökalp İzleri
Kemal Tahir'in bu yaklaşımında, Ziya Gökalp'in izleri sürülebilir. Gökalp'e
göre, her milletin kalbinde uyuyan ve aslında ''cemiyetin görünmeyen varlığından
başka bir şey olmayan'' bir ''mefkûre'' vardır. Bu mefkûre milletlerin buhranlı
dönemlerinde, siyasi karmaşa zamanlarında uyanır. ''Ferdî irade'' susar,
artık akla da gerek yoktur; insan ''vazife''sinin ayırdına varır ve ''içtimaî
vicdan''ın emrine tabi olur. Kendini milletine adamaya, hatta fedaya hazır
hale gelir. Bu büyük ülkülere adanmak, aynı zamanda bir arınma ve yücelme
vasıtasıdır. Zaten ''entelektüel-felsefî meraklarının peşinden giden birey
topluma yabancılaşır ve bunalımlara düşer. (...) Bireyselliğin olan alçaltıcı
kaosa; milli olan ise kolektif vicdanın yüceltici enerjisine tabi olur.''12
Kemal Tahir'in bu görüşleri paylaştığına neredeyse eminim. Onun ''toplumsal
felaketleri altedebilmek için başvurulan milli kardeşlik''13 diye ifade
ettiği şeyle, Gökalp'in '' içtimaî vicdan'' fikrinin bir akrabalığı olsa
gerek.
Şimdi Kâmil'in dönüşüm serüvenine bu pencereden bakalım: Romanın başlangıcında,
evsizliğin, işsizliğin, parasızlığın ve ümitsizliğin bunalttığı bir Kâmil
Bey vardır. Ne Don Kişot'u çevirme hevesi, ne yaptığı resimler onu
bu durumdan çekip alamaz. Ancak ''bütün bu buhranlar''ı, ''saçmalığını bildiği
sıkılganlığını yenerek (...) mahalle kahvesine'' gittiğinde hailer. 14 Milletini
tanımasıyla birlikte ''İngilizlerin soğuk kasıntısı, Fransızların sinirine
dokunan kibarlığı, İtalyanların acemi sömürgeciliği, Amerikalıların hoyrat
neşesi, Japonların panter ciddiliği, Kamil Bey'i artık eskisi kadar ürkütmez''
olur. 15 Çünkü kendini bir bütünün parçası, milletin ferdi gibi hissetmektedir.
Karadayı'da çalışmaya başlamasıyla ise ''işe yaramazlık duygusundan kurtulur,
kendisini kendisine karşı yücelten bir görev sahibi olmanın onurunu'' duyar.
16 Kamil, ''insanlık, erkeklik vazifesinin'' farkına varmıştır ve ''memleket
uğruna hapse girmiş bir arkadaşının kahraman karısına yardım ederek vazifesini
yapmakta''dır. Böylece ''şereli yürek huzuruna'' kavuşur. 17 Cezaevindeyken
bile ümitsizliğe kapılmaz; ''tarih, destan, trajedi yapan insanlarla beraber
bulunmanın tarif edilmez gururunu'' taşımaktadır. Artık ''bu milli kardeşliğin,
bu genel güvenin dışında'' kalmanın ''kahredici yalnızlığından kurtulmuştur.
Kemal Tahir, Milli Mücadele dönemini de Gökalp'in tarif ettiği gibi bir
buhran ve uyanış devri olarak yorumluyor. Böyle bir dönemde, kahramanının
bireysel bilincini bir yana bırakıp ulusal kişilik içinde erimesi ona o
kadar doğal, o kadar kaçınılmaz geliyor ki Kamil'in dönüşümünü uzun uzadıya
açıklamaya gerek duymuyor bile.
-------------
1 Yazar, bu tezlerini işgalci bir subaya, dolayısıyla
olumsuz bir tipe anlatırmakla onlara 'nesnel' süsü vermek istemiş olmalı.
Henri Dikson, 'bizi seven ve üstünlüğümüze biad eden öteki'dir. Her iki
kitaba da egemen olan yabancı düşmanlığı, sadece işgalci askerlere değil,
'içimizdeki yabancılar' olarak gösterilen gayri-müslimlere, hata kadınlara
yönelik düşmanca tutum ayrıca incelenmeye muhtaçtır.
2 Bilhassa ESİ'nın ilk yüz sayfası içinde olup bitenlerden bahsetik. Zira
bir romanın başı, okurun öykü ve öykü kişileriyle tanışmayı beklediği dilimdir.
Romanın devamında da farklı bir manzara beklemez okuyucuyu. Üçlemenin ikinci
kitabı olan ESM'ndaysa bu biçimin tavan yaptığını görürüz. Kamil, adeta
karşısına çıkan insanların hikayeleri arasında boğulur. Üstelik karşılaştığı
herkes ya olağanüstü suçların, ahlaki düşkünlüklerin ya da 31 Mart, Meşrutiyet
gibi büyük tarihi olayların tanığıdır. Ne yazık ki bu tanıklıkların, romanın
omurgasıyla hiçbir rabıtaları yoktur.bulunur, yani bir sınavdan geçer, böylece
kendini ispat ederek yeni gruba kabul edilir, katılır 3. Peki, ama kahramanımızı
bu politik seçmeyi yapmaya iten nedir? Nasıl bir altyapıdan gelmektedir?
Ben'den biz'e doğru gitmektedir ama niçin? Neden Millici olmayı seçmiştir,
İtilafçı değil? Dönemin atmosferini canlandırabilmek için bu cevaplara ihtiyaç
var.
3 Berna Moran, geçiş törenlerini Arnold Van Gennep'e atıla anlatır. Berna
Moran, ''Devlet Ana'nın Kalıpları'', Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış II,
İletişim Yayınları, İstanbul: 2006, s.216.
4 Sanıyorum ki etmemiştir. Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler'de
Fransız askerlerinin İstanbul sokaklarında Mersayez marşını söyleyerek dolaştığını
dile getirir. (Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, Nakışlar Yayınevi,
İstanbul: ?,
s:19.) Kemal Tahir de kahramanına aynı marşı söyletecektir! (Kemal Tahir,
Esir Şehrin İnsanları, Adam Yayınları, İstanbul: 1993, s:298.)
5 Sahne böyle de okunabilir. Ancak bana, onuruna dokunan asıl şey parasızlığıymış
gibi geliyor. Asıl ökelendiği, eniştesinin bir kumpasla onu Dikson'la yalnız
bırakması, satış işine önayak olmak istemesidir sanki. Öyle ya, Kamil ve
ailesi, İstanbul'a geldiklerinden beri bu ailenin yanında ve onların parasıyla
yaşamaktadır. Sonrasında Enişte Bey'e çıkışması da bu zannı desteklemektedir:
''- Musul'daki toprakları hemen satmaya mecbur muyum? Borçlarımız çok mu
birikti? Alacaklılar kapıyı mı çevirdi? - Ne borcu, nereden çıkardınız borcu
harcı?..'' (ESİ, s:43)
6 ESİ, s:84
7 ESİ, s:72
8 ESİ, s:114
9 ESİ, s: 107
10 Kemal Tahir, Yol Ayrımı, Can Yayınları, İstanbul: 1982, s:360.
11 Fethi Naci, ''Esir Şehrin İnsanları'', Yüz Yılın 100 Türk Romanı, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul:2010, s:245.
12 Fethi Açıkel, ''Devletin Manevi Şahsiyeti ve Ulusun Pedagojisi'', Modern
Türkiye'de Siyasi Düşünce, Milliyetçilik, Cilt IV, İletişim Yayınları, İstanbul:2002,
s:117-139.
13 ESİ, s:115
14 Milletini tanımasıyla birlikte ''İngilizlerin soğuk kasıntısı, Fransızların
sinirine dokunan kibarlığı, İtalyanların acemi sömürgeciliği, Amerikalıların
hoyrat neşesi, Japonların panter ciddiliği, Kamil Bey'i artık eskisi kadar
ürkütmez'' olur.
15 Çünkü kendini bir bütünün parçası, milletin ferdi gibi hissetmektedir.
Karadayı'da çalışmaya başlamasıyla ise ''işe yaramazlık duygusundan kurtulur,
kendisini kendisine karşı yücelten bir görev sahibi olmanın onurunu'' duyar.
16 Kamil, ''insanlık, erkeklik vazifesinin'' farkına varmıştır ve ''memleket
uğruna hapse girmiş bir arkadaşının kahraman karısına yardım ederek vazifesini
yapmakta''dır. Böylece ''şereli yürek huzuruna'' kavuşur.
17 Cezaevindeyken bile ümitsizliğe kapılmaz; ''tarih, destan, trajedi yapan
insanlarla beraber bulunmanın tarif edilmez gururunu'' taşımaktadır. Artık
''bu milli kardeşliğin, bu genel güvenin dışında'' kalmanın ''kahredici
yalnızlığından kurtulmuştur.
Kemal Tahir’in Yaşam Öyküsü
"İki çeşit insanla konuşmağa doyulmaz. Ya hakikaten basit,
yahut da, hakikaten alim olmalı."
15 Nisan 1910'da İstanbul'da doğdu. 21 Nisan 1973’te İstanbul'da yaşamını
yitirdi. Asıl ismi Kemal Tahir Demir. Deniz yüzbaşı olan babası, Sultan
II. Abdulhamid'in yaverlerinden. Babasının görevleri nedeniyle ilk eğitimini
Türkiye’nin çeşitli yerlerinde tamamladı. 1923’te İstanbul Kasımpaşa'daki
Cezayirli Hasan Paşa Rüştiyesi'nde mezun oldu. Galatasaray Lisesi'nde 10’uncu
sınıftayken öğrenimini yarıda bıraktı. Avukat katipliği, Zonguldak Kömür
İşletmeleri'nde ambar memurluğu yaptı. İstanbul'da Vakit, Haber, Son Posta
gazetelerinde düzeltmenlik, röportaj yazarlığı, çevirmenlik yaptı. Yedigün,
Karikatür dergilerinde sayfa sekreteri oldu. Karagöz gazetesinde başyazarlık,
Tan gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1938’de Nâzım Hikmet'le beraber
Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde “askeri isyana teşvik” suçlamasıyla
yargılandı. 15 yıl hapse mahkum oldu. Çankırı, Çorum, Kırşehir, Malatya
ve Nevşehir cezaevlerinde yattı. 12 yıl sonra 1950'de genel afla özgürlüğüne
kavuştu.İstanbul'a döndükten sonra bir süre İzmir Ticaret gazetesinin İstanbul
temsilciliğini görevinde bulundu. “Körduman”, “Bedri Eser”, “Samim Aşkın”,
“F. M. İkinci”, “Nurettin Demir”, “Ali Gıcırlı” gibi takma isimlerle gazetelere
tefrika aşk ve macera romanları, senaryolar yazdı. Fransızca çeviriler yaptı.
6-7 Eylül olayları sırasında tekrar gözaltına alındı. Harbiye Cezaevi'nde
6 ay yattı. Çıktıktan sonra 14 ay kadar Aziz Nesin’le birlikte kurdukları
Düşün Yayınevi'ni yönetti.
Edebiyata şiirle başladı. İlk şiirleri 1931’de “İçtihad” dergisinde yayınlandı.
Yeni Kültür, arkadaşlarıya birlikte kurdukları “Geçit”, Var, Ses dergilerinde
şiirleri çıktı. İlk önemli eseri olan 4 bölümlük “Göl İnsanları” uzun öyküsü
Tan gazetesinde tefrika olarak yayınlandı, 1955’te basıldı. Yine 1955’te
basılan “Sağırdere” romanıyla adını duyurdu. İstanbul’u bir çerçeve gibi
alıp halkın Osmanlılıktan Cumhuriyet’e geçişini incelediği “şehir romanları”
dizisinin ilk kitabı “Esir Şehrin İnsanları” 1956’da yayınlandı. Bu kitapta
Mütareke dönemi İstanbul’unu anlattı. Dizinin diğer kitabı olan “Esir Şehrin
Mahpusu” 1961’de, “Hür Şehrin İnsanları” 1976’da basıldı.İlk kitaplarında
daha çok köy ve köylü sorunlarına eğildi. Daha sonra Türk tarihinin ve özellikle
yakın tarihin olaylarını ele aldı.
“Devlet Ana”da, kuruluş sürecindeki Osmanlı toplumu ve yönetim sistemini,
“Kurt Kanunu”da Atatürk’e karşı düzenlenmek istenen İzmir suikastini, “Rahmet
Yolları Kesti” ve “Yedi Çınar Yaylası”nda ağalık kurumu ve eşkıyalık olgusunu
inceledi. “Yorgun Savaşçı”da Anadolu’daki başsız, öndersiz yurtsever güçlerin
birleşip Ulusal Kurtuluş Savaşı’na başlamasına kadar geçen dönemi anlattı.
“Bozkırdaki Çekirdek”te de köy enstitüleri üzerinde durdu.
Kemal Tahir’in düşüncelerindeki çıkış noktası Marksist görüş ile Türkiye
gerçeği arasındaki bağlantı sorunuydu. Siyasi eylemlere de katılmış bir
yazar olarak, Marks ve Engels’in Doğu toplumlarıyla ilgili görüşlerini araştırdı.
Cumhuriyet dönemi resmi ideolojilerinin dışında kalan Ömer Lütfi Berkan,
Mustafa Akdağ, Halil İnalcık, Niyazi Berkes, Şerif Mardin gibi bilim adamlarının
eserlerini de inceledi. Vardığı sonuca göre, Osmanlı toplumu, Marksizm’in
toplumların sosyo-ekonomik süreçte birbirini izleyen zorunlu aşamalar olarak
gördüğü ilkel topluluk-kölecilik-feodalite-kapitalizm sürecinde yer almaz.
Kendi kültürel ve sosyal yapısından kaynaklanan çok daha özel bir gelişme
süreci, dinamikleri ile yapısal farklılıkları vardır. Bu nedenle Batılılaşma,
gerekli altyapısı olmayan bir topluma, soyut ve biçimsel bir üstyapı getirme
çabasından başka birşey değildir. Köklü bir ekonomik ve toplumsal devrim
yapılmadan başlatılan tepeden inme uygulamalar taklitçiliktir. Bu ana fikir
çerçevisinde “Devlet Ana”da Osmanlı toplumunun kölecilik ve feodalizmden
çok farklı ve insancıl bir temel üzerine kurulduğunu anlatmayı amaçladı.
Toplumsal gerçekçi çizgide sürdürdüğü yazarlık yaşamında eserlerinde yalın
bir dil kullandı. Diyaloglarla zengileştirdi, karizmatik karakterler yarattı.
En üretken romancılarımızdan biri oldu.
- İnsan Okur:
|
|
“Esir Şehrin İnsanları" Romanı
Üzerine Bir İnceleme
Mustafa KARABULUT (1)
ÖZ
Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları adlı romanda, İstanbul'un
işgali sırasında Türklerin tavırlarını anlatır. Bu eserde başlıca üç tip
insandan söz edilir: İstanbul Hükümetinin tarafını tutanlar, Kuvayi Milliyeciler
ve her şeyi oluruna bırakan vurdumduymazlar. Romandaki çatışma bu üç tip
insanın olaylara bakışından oluşur. Yazar, roman kahramanı Kamil Bey'in
şahsında ideal Türk aydınında bulunması gerekenleri ifade eder. Kamil Bey,
kimliğini hatırlayıp Anadolu'nun kurtuluşu için mücadeleye katılır. Kemal
Tahir bu romanında Türk aydınının kimlik bilincini kaybetmemesi gerektiğini
ifade eder. Kemal Tahir, İstanbul Hükümeti'nin işgaller karşısında yetersiz
kalmasının toplum üzerinde bıraktığı etkiyi başarılı bir şekilde ifade eder.
Anahtar Kelimeler: Esir Şehrin İnsanları, Türk aydını, işgal, duyarsızlık,
milli kimlik.
ABSTRACT
A Study of Kemal Tahir’s “Esir Şehrin İnsanları" (The People of the Captured
City)
Kemal Tahir tells the status and attitudes of the Turks during the Allied
occupation of Istanbul in his novel, “Esir Şehrin İnsanları”. The novel
is about three types of people: Those who sided with the Istanbul Government,
those who are in relation with the National Forces, and those who are indifferent
people who let everything follow its natural course. The conflict in the
novel is composed of the woridviews of these three types of people. The
author reflects in the novel what the Turkish intellectuals need to have.
Having filled up a national identity, Kamil Bey joins in this novel that
the Turkish intellectuals should not löse their consciousness of identity.
He also successfully tells the effects of weaknesses of the Istanbul Govenment
on society.
Key Words: Esir Şehrin İnsanları, Turkish intellectual, occupation, insensitivity,
national identity.
Türkiye'de roman türü, Tanzimat edebiyatıyla görülür. Önceleri çeviri yoluyla
giren bu tür, daha sonra ilk yerli ürünlerin verilmesiyle gelişimini sürdürür.
Fenelon'un Telemak'ı Türkçeye ilk çevrilen romandır. Daha sonra, Sefiller,
Robenson Crusoe, Paul ve Virgine vb. romanlar Türkçeye çevrilir. Tanzimat
döneminde özellikle Ahmet Mithat Efendi, bu türün ilk yerli ürünlerini verir.
Eserlerinde kıssadan hisse verme amacı ön planda olan yazar, sonraki nesillere
öncülük eder. Romancılığımız olgunluk devrine Servet-i Fünûn döneminde girer.
Halit Ziya, Avrupaî roman tekniğini Türk romancılığına getirir. II. Meşrutiyet
ve Milli Mücadele dönemlerinde gelişimini sürdüren romancılığımız, Cumhuriyet
dönemi Türk romanının oluşmasına zemin hazırlar.
Türkiye'de roman türünün ortaya çıkmasını sağlayan sosyal koşullar Batı'dan
farklıdır. Batıda burjuva sınıfının güçlenmesi ve hızlı sanayileşme ile
beraber roman da gelişmesini sürdürmüştür. Türkiye'deki sosyal değişmenin
romancılığımız üzerinde önemli etkileri vardır. Tanzimat ve Servet-i Fünûn
dönemlerinde Batılılaşmanın etkileri, Milli Mücadele yıllarında milli değerlere
yöneliş, Cumhuriyet'in ilk yıllarında sosyal ve kültürel değişim, II.Dünya
Savaşı yıllarında ise ekonomik çöküntü ve sosyal bozulmalar, romancılığımıza
doğrudan tesir eder.
Bazı romancılarımızın toplumsal gerçekleri farklı bir bakış açısıyla ele
alındığını belirtebiliriz. Bunların başında Sabahattin Ali, Orhan Kemal,
Yaşar Kemal Oktay Akbal ve Kemal Tahir gibi isimleri sayabiliriz. Kemal
Tahir sosyal-gerçekçi romancılığımızın en kuvvetli temsilcilerindendir.
Basit bir anlatıma yönelmeyen yazar, romanlarında ana çizgi olarak Türk
insanının değişim sürecini anlatır. Yazar, Esir Şehrin İnsanları'nda olduğu
gibi, yakın tarihin romanlarını işlediği kent romanları da kaleme alır.
Kemal Tahir, tarih ve toplum yorumuyla örtüşen kendine özgü bir roman anlayışı
geliştirmeye çalışır. Ona göre Türk toplumu Batı toplumlarından farklı olarak
sınıfsız bir toplumdur; bu sebeple Türk romanı da kendine özgü bir çizgi
takip etmelidir. İlk romanı Sağırdere’den (1950, Son Posta tefrika halinde
yayınlandı. 1955'te ise Körduman takma haliyle kitap halinde basıldı.) itibaren
tarihsel süreç içinde, Türk toplumunun son bir asırda geçirdiği sosyal ve
siyasal değişiklikleri dile getirir.
Kemal Tahir'in Esir Şehrin İnsanları2 (1952, Yeni İstanbul, tefrika olarak
yayınlandı. Nurettin Demir takma adıyla 1956 yılında kitap halinde yayınlandı.)
adlı romanı, Mütareke yıllarında işgal altındaki İstanbul'u anlatır. Bu
romandan başka Esir Şehrin Mahpusu, Yol Ayrımı ve Yorgun Savaşçı da aynı
tarzda yazılmış eserlerdir. Roman üç bölümden oluşur ve her bölüm de kendi
içinde alt kısımlara ayrılır. Birinci bölüm yedi, ikinci bölüm üç, üçüncü
bölüm yedi kısımdan meydana gelir.
Birinci bölüm, Esir İstanbul, ikinci bölüm Bulanık Su, üçüncü bölüm Kâmil
Bey adını taşımaktadır. Romanın başkahramanı Kâmil Bey, II. Abdülhamid'in
vezirlerinden Selim Paşa'nın tek oğludur ve genç yaşta büyük bir mirasa
sahip olmuştur. Hayatında o zamana kadar maddi bir sıkıntıyla karşılaşmamıştır.
Kâmil Bey İstanbul'da Galatasaray Lisesi'ni bitirdikten sonra, Fransa'da
felsefe okumuştur. Edebiyat, resim ve diğer sanatlara olan ilgisinden dolayı
Londra ve Roma'da kalmış; ayrıca Mısır , Hindistan, Çin, kuzey ve güney
Amerika'ya gitmiştir. Kâmil Bey, 1913'te yirmi yedi yaşındayken bir paşa
kızı olan Nermin'le evlenir. Kâmil Bey, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa
katılmayacağını sandığı için evlendikten üç gün sonra İspanya'ya gider.
Osmanlı İmparatorluğu son altı yılda 10 Temmuz, 31 Mart'ta iç sarsıntılar
geçirip Trablus ve Balkanlarda yenilgiler alır. Ordunun da derlenip toparlanması
için savaş dışı kalması gerekir.
Kemal Tahir bu bölümde tarihi hadiselerden bahsediyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun
Almanya'nın yanında savaşa girişini de bu bölümde anlatıyor. Birinci Dünya
Savaşı başladığında Kâmil Bey ile eşi İspanya'dadır. 1916'da kızları Ayşe
dünyaya gelir. Aile, savaş bittikten sonra İstanbul'a döner. Kâmil Beyin
İstanbul'daki malvarlığından iki dükkan ve bir köşk kalmıştır. Geri kalan
kısmı ise yangınlarda yanmış veya yağma edilmiştir. Üçüncü kısımda Kamil
Bey ailesi Üsküdar'da Bağlarbaşı'ndaki köşke gelir ve oraya yerleşirler.
İstanbul işgal altındadır ve esir olmalarına rağmen kurtuluşa inanmayan
insanların fazlalığı, Amerika'nın mandasını isteyenlerin tavırları, halkın
içinde bulunduğu sıkıntılı hayat şartları daha önce hiçbir zorlukla karşılaşmayan
Kâmil Bey'i derinden etkiler. Önceleri çevresiyle pek ilişkili olmayan Kamil
Bey, memleketin içinde bulunduğu gerçekleri görünce çevresindeki insanlarla
kaynaşıp vatanı uğruna faydalı işler yapmaya karar verir. Bu sırada Anadolu'da
direniş hareketleri başlamıştır. Kamil Bey de bu harekete yardımcı olur.
Behçet Necatigil, Kâmil Bey için, “Ariskotkrat bir aydındı, zamanla memleket
insan ve gerçeklerini tanıyarak devrimci bir insan olur, Milli Mücadele’ye
karışır”(Necatigil, 1971: 122) diyerek ideal Türk aydınından beklentisini
dile getirir.
Kâmil Bey, çocukluk arkadaşı İhsan Bey'in Karadayı adlı gazetesini çıkarmada
İhsan Bey'in eşi Nedime Hanım'a yardımcı olur. İhsan Bey, dört yıl cephede
savaşmış, yaralanmış, büyük fedakarlıklar yapmıştır. Ancak bir iftira sonrası
hapse atılmıştır. İstanbul Hükümeti aleyhine faaliyetler yapması nedeniyle
gazetenin çalışanları takibe alınır ve bazıları tutuklanır.
Kâmil Bey ile arkadaşları İstanbul Hükümeti'nden gizli olarak Anadolu'ya
silah kaçırmak isterler. Ararat vapuru ile Anadolu'ya 650 ton mermi kaçırılmasına
yardım ederler.
Daha sonra, Yunanlıların saldırı planlarını ele geçiren Kamil Bey, onları
Anadolu'ya gönderirken tutuklanır ve yedi yıl hapse mahkûm olur. Bu olaylar
İkinci İnönü zaferinin kazınıldığı dönemlerde meydana gelmektedir. Romanın
ilk bölümünde hakim anlatıcı vermek istediği mesaja göre devrin siyasi ve
sosyal durumunu da okuyucuya yansıtır. Daha sonra romanın başkahramanı Kamil
Bey'i ve eşi Nermin Hanım'ı tanıtır:
“Kâmil Bey, Abdulhamid’in en zengin vezirlerinden Selim Paşa’nın tek çocuğuydu.
Genç yaşta da çok büyük bir mirasa konmuştu....” (s.10)
“Kamil Bey nasıl paşa oğluysa, Nermin de paşa kızıydı. Yirmi yaşına kadar
yoksullukla, güvensizlikle, maddi, manevi hiçbir zorlukla karşılaşmamıştı.”(s.i5)
Kâmil Bey ile ailesi diğer yolcularla birlikte İspanya'dan İstanbul'a gemiyle
yolculuk etmektedirler. Birinci Dünya Savaşı yeni bitmiştir ve Anadolu'da
yer yer işgaller başlamıştır, aynı zamanda İstanbul da işgal altındadır.
İlerleyen bölümlerde vak'a zinciri zenginleşir. İlk bölümde Barcelona'dan
Çanakkale'ye yapılan yolculuk sırasındaki konuşmalar verilirken, romanın
içeriği hakkında okuyucu bilgi sahibi olur. Yunanlıların İzmir'e çıkmalarından
sonra bazı insanlar Madrid elçisi gibi Amerikan mandasını isteyerek, “Bu
vartayı atlatmaya bakacağız! Padişah-halife, bir de başkent kurtuldu mu
gerisi kolay.” (s.21) demektedirler. Romanın tezini yazar Kamil Bey vasıtasıyla
vermektedir:
“Nasıl kolaydı gerisi? Memleketsiz, milletsiz padişah-halife-
başkent neye yarayacaktır?” (s.21)
Roman türünde, Metin halkasını meydana getiren parçalar eserin vermek istediği
mesaja göre düzenlenir. Kâmil Bey'in İstanbul'a gelişiyle romanın aksiyonu
oluşmaya başlar. Burada Kâmil Bey, memleketi içine düştüğü durumdan çıkarmak
için herkesin kurtuluşa inanması gerektiğini düşünür. Değişim önce Kâmil
Bey'in şahsında görülür. Kâmil Bey, “Mütareke Dönemi’nde İstanbul’da bulunmuş
olmanın sağladığı imkânlarla cephe gerisinde özellikle aile çevresinde işgalci
subaylarla sürdürülen sorumsuz ve yozlaşmış hayata dair izlenimlerinden
yola çıkarak kimliğini hatırlar.” (Gündüz, 2004: 425) Yazar, Kâmil Bey'i
yeni kimliğiyle Kurtuluş Savaşı'na hazırlar. Kamil Bey, Türk milletinin
içinde bulunduğu vahim durumunun farkındadır ve bir şeyler yapılması gerektiğinin
bilincindedir.
Bu bölümde diğer taraftan yurdun değişik yerlerinden haberler gelmektedir.
Bolu-Düzce ayaklanması devam ederken Beypazarı ve Adapazarı'nda da ayaklanma
başlamıştır.
Romanın ilk bölümünden itibaren metin halkaları kronolojik bir tarzda (Aktaş,
1991: 128) eser boyunca verilmektedir. Daha önce Osmanlı İmparatorluğu'nun
kaybettiği savaşlar hatırlatıldıktan sonra İstanbul'un işgal edilmesine
geçilir:
“Tarih 16 Mart 1920, günlerden salıydı... İngilizler bu sabah İstanbul’u
işgal ettiler...” (s.70)
Yazar, romanın kurgusunu oluştururken devrin atmosferini esere yansıtmayı
başarır. İdeal bir tip olarak görülen Kâmil Bey'in güçler vardır. Romandaki
dramatik çatışmayı oluşturan güç değerlerin birbiriyle çarpışmasıyla oluşur.
Esir Şehrin İnsanları'nda bu çatışmayı şematik olarak şöyle gösterebiliriz:
Tematik Güç
/ Değer ve Kavramlar |
Karşı Güç / Çatışan Kişi
ve Değerler |
-
Kamil Bey
- Zorbalığa, adaletsizliğe karşı
başkaldırma
- Vatanseverlik
- İhsan Bey
- Ahmet Bey
- Kahramanlık
- Nedime Hanım
- Fedakarlık
- Niyazi Bey
- Ramiz Efendi |
- Vatan
hainleri
- İhanet
- Korkaklık
- İşgal güçleri
- Azınlıklar
- İhmalkârlık
- Otorite boşluğu
- Nemelazımcılık
- Dalkavukluk |
Tabloda tematik gücü temsil eden şahıs ve kavramlar, karşı
güçtekilerle tezat teşkil eder. Vatansever, fedakar birer kahraman olan
Kâmil Bey, Niyazi Bey, İhsan Bey, Ahmet Bey, Ramiz Efendi, Fatma Hanım ve
Nedime Hanım, işgale seyirci kalan vurdumduymazlar, hainler ve işgal güçleri
çatışma içindedir. Nedime Hanım, büyük bir özveriyle gazetesini çıkarmakta
ve vatanın kurtuluşu için çareler aramaktadır. Kâmil Bey, gazetede tanıştığı
Nedime Hanım'ın cesaretine ve vatan sevgisine hayran olur. Niyazi Bey, yıllarca
cephelerde savaşmış, Yunan'a ilk kurşunu atanlar arasında yer almış, oğlu
Rum çetelerince öldürülmüş, kızının ırzına geçilmiştir, karısı Anadolu'da
kaybolmuş bir şahıstır. Bu sebeplerden dolayı, düşmana duyduğu kin ve nefret
her geçen gün katlanarak artmaktadır. Öyle ki, vatan için verilen her göreve
seve seve gider. İhsan Bey, subay olarak harbe gitmiş, büyük yararlıklar
göstermiş, beş defa yaralanmış bir vatanseverdir.
Esir Şehrin İnsanları romanında İstanbul adeta bir hapishane gibidir. 16
Mart 1920'de İstanbul'un tekrar işgal edilmesiyle İmparatorluğun başkenti
artık bir esir şehirdir. Kamil Bey, uzun süre kaldığı Avrupa'da, Batı'nın
gerçek yüzünü, yani bencil ve zalim yönünü, görmüştür. Batılının tutsağı
olarak yaşamanın bir anlamı olmadığını düşünen Kamil Bey, büyük bir şaşkınlık
içindedir. Çünkü, halkın önemli bir kısmı işgale karşı tepkisizdir. Hatta
bir kısmı, İngilizlerle iş birliği yapar. İstanbul adeta bir yangın yeridir.
Bazı subayların gizlice Anadolu'ya kaçtıklarının haberleri gelmektedir.
Bulaşıcı hastalıklar yayılmakta ve ahlaksızlıklar artmaktadır. İşgallere,
felaketlere dayanamayan bazı memur ve subayların intihar ettiği de görülür.
Kamil Bey, kurtuluş için bir şeyler yapılması gerektiğini düşünmekte, ama
çevresinin kayıtsızlığı onun çelişkide kalmasına sebep olmaktadır. Kamil
Bey'in hanımı Nermin bile mücadeleden yana değildir. Nermin Hanım'ın halası
ve eniştesi de milli ve manevi değerlerden uzak vurdumduymaz kişilerdir.
Kamil Bey'in ailesini de bir tarafa bırakarak doğru bildiğini yapması, işgalcilerle
mücadele etmesi, vatanına olan sevgisinden ve gerçekten ismine layık kamil
bir insan olmasındandır. Vatan için büyük fedakarlıklar yapan Kamil Bey,
romanın sonunda tutuklanır. Yazar bu anı;
“Kamil Bey, yarı karanlık yer altı odasını birden doldurup soluklarını kesen
umutsuz yalnızlığın ortasında kalakalmıştı. Dört yanına şaşkın şaşkın bakarak
titreyen yumruğunu ağzına götürdü: Yedi yıl! Burada bir başıma...
Olmaz hayır, olmaz bu...”(s.34i) cümleleriyle anlatır. Yazar, Kâmil
Bey'i tutuklatarak adeta bir defa daha esaretin soğukluğunu hissettirmiştir.
Kemal Tahir'in “siyasi düşünceleri yüzünden 15 yıl hapse mahkum olması”
(Bakırcıoğlu, 1986: 288) bu romanda da verilmek istenen mesaja bağlı olarak
hapishane motifini okuyucuya iletmiştir.
Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış ve yer yer işgallere uğramış bir
ülkenin kurtarılması için toplumdaki her ferdin kurtuluşa inanması gerekmektedir.
Anadolu'da Mustafa Kemal'in öncülüğünde kurulan Kuvayi Milliyeciler, bağımsızlığın
ancak savaşarak kazanılacağını ifade etmektedirler. Karşı tarafta ise İstanbul
Hükümetine güvenilmesi gerektiği belirtilmektedir. Birtakım insanlar sanki
İstanbul'u işgal güçleri değil de Kuvayi Milliyeciler işgal etmiş gibi davranmaktadırlar.
Böylece savaştan yenik çıkmış olan ülkede karamsarlık duygusu daha da artmıştır
ve bağımsızlığın kazanılması çok uzakta görülmektedir. Bağımsızlığa inanmayış
romanda şöyle verilmektedir:
“Yenilen haddini bilmeli, kuyruğunu apış arasına alıp yenilginin sonucuna
katlanmalı. Memleketi bu duruma ittihatçılar getirdi. Koca Almanla beraberken
yenildik! Şimdi bir başımıza, çoban sopasıyla yedi düvelin karşısına çıkmak
ne demektir?” (s.71)
Romanda Kâmil Bey zengin bir aristokrat iken daha sonra devrimci bir aydın
olarak vatanı için faydalı işler yapmaya çalışan biri olur. İhsan Bey de
vatanı için canını seve seve verebilecek bir şahsiyettir. Nedime Hanım işgal
altındaki bir şehirde korkusuzca çabalayan. Türk kadının temsil etmektedir.
Fuat Mahir Bey memleketin içinde bulunduğu durumdan kaçarak kendini dervişliğe
vermiştir.
Yazar, bu sıkıntılı dönemde birlik ve beraberlik içerisinde olunması gerekirken
görüş ayrılıklarının ülke için büyük tehlike oluşturduğunu ele aldığı tiplerle
de romana yansıtmıştır.
Romanda vatanın işgal altında oluşu ve Türk aydınının buna karşı tutumu
sorgulanırken yan ifadeler de karşımıza çıkar. Mahalle imamı Mümin Hoca,
İslâmiyet’ten uzaklaşıldığı için bu kötü hadiseler yaşanmakta”(s. 81) sözüyle
anlatır. Kâmil Bey ise önceleri polisin, memurun, jandarmanın işgal güçlerine
yardım ettiğini düşünmesine rağmen bu fikirlerinden daha sonra uzaklaşır.
Bir taraftan vatanı kurtarmaya çalışan vatansever Türk insanları çalışırken,
diğer yandan kendi servetini düşünen insanlar görülür. Bazıları ise, maddi
çıkar uğruna dini alet olarak kullanır. Kâmil Bey İstanbul adliyesindeyken,
yapılan adaletsizlikleri yakından görmüş Türk insanındaki bu olumsuz değişmenin
kendi sonunu hazırladığı fikrine kapılarak şöyle der:
“Burada on dakika dolaşmak, temelleri birkaç yüzyıldır çatırdayan kocaman
bir imparatorluğun neden çöktüğünü insana anlatabilirdi. Bir devletin, devrini
tamamladığı, adaletinin bu halinden belliydi...” (s.89)
İkinci bölüm tematik bakımdan birinci bölümle paralel olarak verilir. İşgallerle
beraber birçok aydın kurtuluşa inanmayarak Avrupa'ya kaçmakta geriye kalanların
çoğu ise Amerikan mandasını istemektedir. Küçük çıkarlar uğruna vatana ihanet
edenlerin sayısı da fazladır. Bir yandan düşman kuvvetleri şehri işgal etmiştir,
diğer yandan ülkedeki fırsatçılar vatanın çöküşünü hızlandırmaktadırlar.
Ülke için asıl tehlike teşkil eden bu durum şöyle veriliyor:
“... Çöküntü devrinde iki çeşit insan tipi ortaya çıkıyor: Namussuzlarla
namuslular... Hele, önce ‘vatandaş’ sonra ‘insan’ olunması gereken dehşetli
sıralarda felaketle alçaklığın boğuşması kadar korkunç muharebe yok. Muharebede
düşman karşıdadır, üniformalıdır. Az da olsa, çok da olsa da bir zaman sonra
önemi kalmaz. Kaçarsın kovalarsın... Anında ölenler yaralananlar olur. Ama
hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde, dost kim,
düşman kim bilinmez!” (s.171)
Üçüncü bölüm romanın başkahramanı Kamil Bey'in etrafında şekillenmektedir.
Kamil Bey ikinci bölümün sonunda önemli belgelerle yakalanmıştır.
Kamil Bey romanın sonuna kadar tutuklu olmasına rağmen yine de vatanı için
faydalı olmaya çalışmaktadır. Romanın bu bölümünde vaka zincirine bağlı
olarak mekan da değişmektedir. Esir bir şehirde vatanı için çalışırken tutuklanan
Kamil Bey yedi yıl hapse mahkum edilince umutsuzca:".. Yedi yıl! Burada
bir başıma... Olmaz hayır, olmaz bu...” (s.341) diyerek isyan eder.
Kemal Tahir kahramanlarını seçerken de, diğer unsurlarda olduğu gibi, gerçekçiliğe
bağlı kalıır. Kâmil Bey, İhsan Bey, Nedime Hanım, Niyazi Efendi, Ahmet Bey,
Nermin Hanım, Ayşe; ustası, kahvecisi, amiri, memuru vb. tüm kahramanlar
toplumumuzun birer aynasıdır. “Kemal Tahir’in romanlarında kişiler zengin,
canlı, kalabalık bir kadro teşkil ederler.” (Kabaklı, 1994: 319) Esir Şehrin
İnsanları da şahıs kadrosu bakımından oldukça zengindir.
Kemal Tahir'in kahramanları dışa dönük ve hareketlidir. Kâmil Bey dışında,
tematik güçteki diğer kahramanlar da üstün özelliklere taşır. İhsan Bey,
Niyaz Efendi ve diğerleri, vatanı uğruna canını seve seve verebilecek şahıslardır.
Yazar, romanın tezini oluştururken kahramanlarının hayata bakışlarını, duygu
ve düşüncelerini dikkate almıştır. E.M. Forster roman kişileri konusunda
“romanı roman yapan, anlattığı öyküden çok kişilerin düşüncelerini eyleme
dönüştürmek için kullanılan yöntemdir” (Forster, 1982: 85) diyerek şahıs
kadrosunun eseri yönlendirmesi gerektiğini belirtmiştir. Esir Şehrin İnsanları,
kişilerin fikirlerini sosyal ve siyasi ortama uygulamalarını çok net biçimde
verir.
Hakim anlatıcı bakış açısının görüldüğü romanda olay örgüsü üç temel metin
halkası çerçevesinde oluşmaktadır. Metin halkaları arasındaki bütünlük,
romanın teknik açıdan güçlü kılar. Birinci bölümün ilk kısmını giriş üçüncü
bölümün son kısmını sonuç bölümü olarak ele aldığımızda geriye kalan kısımlar
gelişme bölümünü oluşturmaktadır. Romana aktivite sağlayan unsur, başkahraman
Kamil Beyin çevresindeki münasebetinden oluşur.
Esir Şehrin İnsanları, Birinci Dünya Savaşı'nda yenik ayrılmış Türk insanının
İstanbul'un işgali sırasındaki tutum ve davranışlarını dile getirir. Kamil
Bey'in şahsında ideal Türk aydınında bulunması gerekenleri içerir. Anlatmaya
bağlı edebi eserlerde, “dramatik vaziyeti hazırlayan altı fonksiyondan”
(Aktaş, 1991: 153) biri olan romanın birinci derecedeki kahramanı bu romanda
Kamil Bey'in şahsında dikkatlere sunulur. Romanda başlıca üç tip insandan
söz edilebilir: İstanbul Hükümetinin tarafını tutanlar, Kuvayi Milliyeciler
ve her şeyi oluruna bırakan vurdumduymazlar. Romandaki çatışma bu üç tip
insanın olaylara bakışından oluşturur.
Esir Şehrin İnsanları’nda Mütareke yıllarının kent yaşamından manzaralar
sunulurken, tarihi hadiselerden de bahsedilir. Bu durum, romanı bir tarih
kitabı haline getirmez. Tarihin görevi olup biteni olduğu gibi yansıtmaktır.
Tarih insanın gözlenebilen bütün hayatıyla ilgilenirken roman, insanın sözünü
edemediği bütün sevinçleri, üzüntüleri, düşleri, duygu ve düşüncelerini
dile getirmektedir. Kemal Tahir bu romanda bir nevi sosyolog, ekonomist
veya tarihçi gibi davranıyor. Berna Moran roman yazarı için, “yansıttığı
toplumun oluş yasalarını incelemeli ve açıklamalıdır.” (Moran, 1997: 136)
diyerek, yazar-toplum ilişkisini dile getirir.
Bu romanda, Kurtuluş Savaşı yıllarında sivil aydınların işgaller karşısında
tutumu anlatılır. Başkahraman Kamil Bey'in şahsında, aydın bir Türk'e düşen
görevler dile getirilir. Kamil Bey'in iç dünyasındaki çatışmalar, benliğini
bulmasına zemin hazırlar ve onu yazarın idealize ettiği bir aydın tipine
çevirir. Kamil Bey'in, kimliğini hatırlayıp Anadolu'nun kurtuluşu için mücadeleye
katılması, yazarın vermek istediği tezin bir göstergesidir. Eserde, Türk
tarihinin son derece önemli ve karışık bir dönemi seçilmiş, savaşın ve işgallerin
birey ve toplum üzerindeki etkisi anlatılmıştır. İstanbul Hükümeti'nin işgaller
karşısında yetersiz kalması, kendisini ordusuz hisseden insanların sevinçleri,
korkuları, umutları, umutsuzlukları, dönemin ve toplumun dramını meydana
getirecek şekilde düzenlenmiştir.
-----------
Kaynaklar
Aktaş, Şerif (1991), Roman Sanatı ve Roman
İncelemesine Giriş, Ankara.
Bakırcıoğlu, M. Ziya (1986), Başlangıçtan Günümüze Türk Romanı, İstanbul.
Forster, Edvard Morgan (1982), Roman Sanatı (Çev. Ünal Aytür) İstanbul.
Gündüz, Osman (2004), Cumhuriyrt Dönemi Türk Romanı, Yeni Türk Edebiyatı.
(1839-2000) El Kitabı, (Editör: Ramazan Korkmaz), Grafiker Yay., Ankara.
Kabaklı, Ahmet (1994), Türk Edebiyatı (Hikâye ve Roman) V. Cilt, İstanbul.
Korkmaz, Ramazan (1990), “Roman Tekniği Bakımından Kuyucaklı Yusuf”, F.Ü.
Sos.Bilimler Dergisi 4/2, Elazığ.
Moran, Berna (1997), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış -2, İstanbul.
Necatigil, Behçet (1971), Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, İstanbul.
Tahir, Kemal (1995), Esir Şehrin İnsanları, Adam Yayınları, İstanbul.
1Yrd. Doç. Dr., Adıyaman Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı
Bölümü, Adıyaman.
E-posta:
mkarabulut@posta.adiyaman.edu.tr
2Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları, Adam Yayınları, İstanbul, 1995 (341
s.) Alıntılar bubaskıya aittir.
Kemal Tahir’in Yaşam Öyküsü
Alp Beşe
http://alperbese.blogspot.com.tr/l
Edebiyatımızda olduğu kadar düşünce yaşamımızda da derin
izler bırakan Kemal Tahir 1910 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Babası
saray yaverlerinden Yüzbaşı Tahir Bey’in tayinleri dolayısıyla çocukluğunu
birçok Anadolu kentini gezerek geçirir. Gezdiği illerde başladığı eğitiminde
son durağı Galatasaray Lisesi’dir. Lisenin onuncu sınıfında okuldan ayrılarak
hayata atılır Kemal Tahir. Bir süre avukat katipliği ve ambar memurluğu
yaptıktan sonra gazeteciliğe başlar. İstanbul’da çeşitli gazetelerde düzeltmenlik,
çevirmenlik, sekreterlik ve röportaj yazarlığı yapar. Daha sonra Karagöz
gazetesine başyazar olur. Başarılı bir gazetecilik kariyeri olan Kemal Tahir,
adı Sabiha ve Zekeriya Sertel’le özdeşleşen, Aziz Nesin ve Sabahattin Ali’nin
de yazarlık yaptığı ve 1945 yılında bir baskınla matbaasının talan edildiği
Tan gazetesinin yazı işleri müdürlüğüne getirilir. Bu görevini sürdürürken
hayatının akışını değiştirecek bir olay gerçekleşecektir.
1938 yılında Kara Harp Okulu’nda başlatılan ve kamuoyunda Harp Okulu Olayı
olarak bilinen bir kovuşturma, Kemal Tahir’in hayatını derinden etkiler.
Harp Okulu öğrencilerinin üstlerinde ve dolaplarında yapılan aramalarda
yasaklı sol yayınların bulunması ile çok sayıda öğrencinin o dönemde gizli
bir örgüt olan Türkiye Komünist Partisi’ne üye oldukları iddiasıyla açılan
davada içlerinde Nazım hikmet ve A. Kadir’in de bulunduğu beş kişi hapis
cezasına çarptırılır. Mahkeme kararının üst mahkemece onanmasından sonra
bu kez Deniz Kuvvetleri bünyesinde benzer bir soruşturma başlatılır. Donanma
Olayı olarak anılan bu soruşturmada tutuklananlar arasında Kemal Tahir de
vardır. Askeri isyana teşvik suçundan on beş yıl hapis cezası alır bu davadan.
Çocukluğundaki gibi Anadolu kentleri yine onu beklemektedir. İstanbul, Çankırı,
Nevşehir, Malatya ve Çorum cezaevlerinde on iki yıl yattıktan sonra, 1950
yılında çıkan af yasasıyla serbest kalır.
Kemal Tahir, hapishane yıllarında Anadolu köylüsünü yakından tanıma fırsatını
bulur. 1930’ların başında edebiyata şiirle başlayan Kemal Tahir, öykü yazmaya
hapishanede karar verir. Yazdığı öyküleri aynı davadan hükümlü olarak başka
cezaevlerinde yatan Nazım Hikmet’e göndermektedir Kemal Tahir düzenli olarak.
Öğrenmeye hevesli genç bir öğrenci gibi, hocasının yorumlarını beklemektedir.
Nazım Hikmet’in yönlendirmeleriyle kalemi sağlam, kurgusu güçlü, olaylara
yaklaşımı zekice bir yazar doğar Türkiye’nin hapishanelerinde…
Kemal Tahir, otuzlu yaşlarının tamamını dört duvar arasında geçirdikten
sonra, 1950 yılında özgürlüğüne kavuşur. İstanbul’a yerleşir ve yazarak
para kazanmaya çalışır. Çeşitli gazetelerde tefrika romanlar yayımlar. Takma
adlarla serüven ve aşk romanları yazar. Türk okurunun büyük ilgi gösterdiği
Mickey Spillane’in dedektif Mike Hammer karakterinin yeni maceralarını da
yazar Kemal Tahir bu dönemde. 1955’te 6-7 Eylül olayları bahane edilerek
tekrar tutuklanır. Altı ay daha geçirir cezaevinde.
Kemal Tahir’in ilk romanı, Sağırdere 1955 yılında yayımlanır. İki yıl sonra
yayımlanacak olan Körduman’la birlikte ikili bir bütünlük oluşturan Sağırdere,
Kemal Tahir’in adının duyulmasını sağlar.
Kemal Tahir romanı, tarihsel ve sosyolojik incelemelere dayanan, hatta biraz
sosyolojik metoda dayanan bir roman olma özelliği taşır. Türk tarihinin
yeniden gözden geçirilmesi için kullanılması gereken bir alandır roman Kemal
Tahir’e göre. Cumhuriyet tarihini ve Osmanlı tarihini konu edecektir romanlarının
çoğunda. Bu romanların ilki 1956’da yayımlanan Esir Şehrin İnsanları’dır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası işgal edilen İstanbul’u çeşitli kesimlerden
insanlarla birlikte bir çerçeve gibi ele alarak cumhuriyete geçiş dönemini
irdeler Kemal Tahir, daha sonra iki cilt daha yazacağı Esir Şehir üçlemesinde.
Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı adlı romanlarla bütünlenen bu seride Kemal
Tahir, bir paşa çocuğu olan ve istemediği takdirde canını ve malını tehlikeye
düşürmeden yaşamını sürdürebilecek konumda bulunan Kâmil Bey’in Anadolu’daki
kurtuluş hareketine katılması ile başlayan olayları aktarır okuyucuya. İşgal
kuvvetleriyle mücadele eden tek bir grup olmadığını cesurca yazar Kemal
Tahir, resmi tarihin aksine. Sonradan vatan haini ilan edilen ve azımsanamayacak
kadar çok sayıda olan insanın elini taşın altına nasıl soktuğunu anlatır.
Gazeteciler, eski İttihatçılar, din adamları ve sosyalistlerin de kurtuluş
mücadelesinde emeği olduğunun altını çizer. Daha sonra cumhuriyetin kurucuları
tarafından bunların nasıl tasfiye edildiği üzerinde de durur. Diğer Kemal
Tahir romanlarında da görülen bir özellik, Esir Şehir üçlemesinin de en
önemli yönlerinden birisidir: Kemal Tahir’in roman kişileri mutlak iyi veya
mutlak kötü kişiler değildir. Bir insan “haklı” olan tarafta yer alıyor
diye, hatalardan arınmış, zaafı bulunmayan bir kişi olarak ortaya çıkmaz
Kemal Tahir’de. Kemal Tahir, insanı ve olayları her boyutuyla görüp yazmayı
birincil ilke edinir yazarlığı boyunca.
Kemal Tahir’in romanı konumlandırdığı yer her zaman bir kıvılcımla yeniden
alevlenebilecek bir tartışmanın zeminini oluşturmuştur. Kemal Tahir’in roman
anlayışı üzerine Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı kitabında
yazdıklarına bakmakta yarar var:
“Kemal Tahir ateşli tartışmalara neden olmuş, yapıtları kimilerince çok
övülmüş, kimilerince çok yerilmiş bir romancı” diyerek başlıyor sözlerine
Moran. Ona göre bu tartışmalar, Kemal Tahir’in romanlarının değeri üzerindeki
bir anlaşmazlıktan çok, yazarın ideolojik platformda aldığı tavırdan kaynaklanır.
Çünkü Kemal Tahir Türk tarihi üzerine yaptığı araştırmalardan çıkardığı
sonuçları roman yoluyla duyurmak istemiştir. Bundan ötürü Kemal Tahir’in
görüşlerine katılanlar romancılığını da överken, görüşlerine katılmayanlar
genellikle romancılığında da övülecek bir şey bulamamışlardır. Bu durumda
Kemal Tahir’in Türk tarihi ve toplum yapısı hakkında düşündükleri yazarın
romanını inceleyenler için önem kazanmıştır. Ayrıca Türk toplumunun batıdakinden
farklı, kendine özgü bir romanı olması gerektiği inancı ve bu roman üzerine
ileri sürdüğü kuramsal görüşler de, kendisinin tarihsel, toplumsal ve ekonomik
sorunlarla ilgili tezlerinden ayrı düşünülemez, Moran’a göre.
Berna Moran, Kemal Tahir’in tarihe yaklaşımını da derli toplu bir biçimde
özetler: Türk tarihine Marksçı bir yöntemle yaklaşan Kemal Tahir’in hareket
noktası, Osmanlı ve doğu toplumlarının tarih içindeki gelişmelerinin, batı
toplumlarının klasik gelişiminden farklı olduğu olgusudur. Osmanlı toplumu,
kölelik, feodalite, kapitalizm evrelerinden geçmemiştir ve bunun nedeni
de Asya Tipi Üretim Tarzı’dır. Başka bir deyişle Osmanlı’da üretim aracı
olan toprağın sahibi devlettir ve özel toprak mülkiyeti olmadığı için servetin
bireylerin elinde birikimi ve güçlü bir sınıfın oluşumu engellenmiştir.
Bundan ötürü Osmanlı toplumu sınıfsız bir toplumdur. Batı toplumuna benzemez.
Ne batıdaki soylu feodal anlamında derebeyi vardır, ne serf durumunda köylü
ne de sonraki burjuvazi. Bu durumda Osmanlı bürokrat sınıfının tarihi sürecin
bir aşamasında batılılaşma siyaseti güderek imparatorluğun sorunlarına çare
araması tamamıyla yanlış bir siyasetti, çünkü daha sağlıklı olan Osmanlı
toplum yapısını geliştirmek yerine, insancıl olmayan ve bize uymayan bir
yapıyı getirdi Türkiye’ye. Batının sorunları da bulduğu çözümler de uymaz
bize. 1920’lerden sonra daha da hızlandırılan batılılaşma ve devrim hareketleri
yine kopyacılıktır ve halka rağmen yapıldığı için tabana dayanmayan bu üstyapı
değişiklikleri hem Türk aydını ile halkı arasındaki kopukluğu arttırmış
hem de geçmişle aramızdaki bağı koparmıştır.
Avrupa’nın geçirdiği toplumsal dönüşümlerin bir ürünü olan roman, aynı biçimiyle
kullanılırsa Türkler için bir anlama gelemeyecektir Kemal Tahir’e göre.
Türk tarihi de batılı metotlarla yazıldığı için açıklayıcı değildir. Türk
tarihine de özgün bir yöntemle yaklaşmak gerekir.
Kemal Tahir batı romanıyla, kendi romanını ayıran özellikler konusunda bir
söyleşisinde şöyle söyler:
“Batı romanı neye dayanır'... Drama mı'... Batıda dram nerden kaynaklanıyor'
Sınıf çalışmasından, sınıf içindeki insanın yalnızlığından... Benim toplumumda
sınıf var mı' Yok... Sınıf olmayınca, çatışması da, yok... Toplumda görünen
tabakalaşmalar sınıf değil: Uyuşmazlıklar, çatışma değil... Ayrıca benim
insanım, toplumda yalnız da kalmıyor... O halde ben romanda batının anladığı
dram dışında bir dram anlayışına varmam gerekir. Belki batının kişi dramına
karşılık, ben toplumun dramını işlersem, kendi romanımı vereceğim...”
Başka bir söyleşide de aynı noktadan hareketle görüşlerini şu şekilde dile
getirir:
“Bizim romanımızda insan dramı batıya göre çok boyutludur. Daha çok zengindir.
Drama düşmüş roman kişisini ele alışta insanlığı bir insan boyutuyla değil
toplumuyla ölçerek, oranlayarak zenginleştirmek zorundadır romancı.”
Kemal Tahir’e göre, bir toplumun gerek tarihsel, gerekse bugünkü gerçekleri,
onun diğer toplumlarla ilişkileri göz ardı edilerek, salt iç dinamikleri
ya da unsurlarıyla kavranamaz. Yani, diğer toplumlar ve onlarla kurduğu
ilişkiler, bir toplumu kuşatan maddi zorunluluklardır. Bu dış zorunlulukların
yorumlanmasında, toplumlar arası ilişkilerin kavranmasında, dünü ve bugünü
açıklayan gerçekçi bir kuramsal zemine, bir hareket noktasına ihtiyaç vardır
ki, bu zemin doğu-batı ayrımı ve çatışmasıdır. Kemal Tahir için öncelikle
yanıtlanması gereken soru, Türk toplumunun bu ayrım ve çatışmada ne tarafta
yer aldığı, ya da alması gerektiği sorusudur. Kemal Tahir’in gerek notlarında
ve söyleşilerinde ve gerekse tarihsel romanlarında bu soruya verdiği yanıt
kesindir: Türk toplumu tarihsel olarak bu ayrımda doğu tarafında yer alır.
Bugünkü Türkiye’de gerek tarihsel geçmiş, gerek bu geçmişin bir ürünü olan
toplumsal ve ekonomik yapı göz önünde tutulduğunda, Osmanlı gibi doğulu
bir toplumdur ve bu çatışmada doğunun safında yer alması gerekir.
Kemal Tahir’in ölümünden sonra konularına göre ayrılmış ciltler halinde
yayımlanan notlarında yer alan şu ifade de Kemal Tahir’in doğu-batı ayrımını
hangi noktadan kavradığını göstermek bakımından önemlidir: “Bizim millet,
dış görünüşündeki aldatıcılığa rağmen, hürriyetsizlikten iğrenir. Çünkü
tarihinde, batıdakine benzer kölelik dönemi yaşamamıştır. Geçmişte ne köle
olmuştur, ne de köle çalıştırmıştır. Bunun için her çeşit hürriyetsizliği
insanlık onuruna hakaret sayar. Aslında halklarına baskı yapan idareler,
isteseler bile halkçı olamamış pis idarelerdir. Halkçı olamamak, soygunculuktan,
bir de yeteneksizlikten gelir.”
Kemal Tahir, Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecini anlattığı Devlet Ana’da
tarih ve topluma ilişkin görüşlerini yansıtır. Batıdan farklı biçimde üreten,
farklı şekilde örgütlenen ve idare edilen bir toplum yapısını göstermek
ister okuyucuya. Devleti, alışıldığı gibi, otoriter bir baba figürü yerine,
anaç ve merhametli bir anneye benzetir. Bu yaklaşımı, özellikle sol çevrelerce
gericilikle suçlanmasını da beraberinde getirir. Yönetmen Halit Refiğ, bu
sürece değinir bir yazısında: "Sicilli bir komünist olarak bilinmesine rağmen
romanlarında pek de Marksist sayılamayacak yaklaşımlarından ötürü Kemal
Tahir’e ihtiyatla yaklaşan sol aydınların yanı sıra, Devlet Ana yayınlandıktan
sonra, Türkiye’nin Batı’ya toz kondurulmasına tahammül edemeyen “entel”leri,
edebiyat tarihimizde eşi görülmemiş bir saldırı kampanyasına giriştiler.
Bunlara göre Kemal Tahir cahil, dönek, gerici, psikopat, insanlık düşmanı
ve kabiliyetsiz idi. Roman yazmasını bilmiyor, tarihten anlamıyordu. Bu
kampanyanın bir sonucu oldu. Sol geçmişinden ötürü o tarihe kadar Kemal
Tahir’e uzak duran, hatta düşmanca davranan gelenekçi, milliyetçi çevreler
ona ilgi duymaya, hatta zaman zaman sahiplenmeye başladılar."
Kemal Tahir’in devlet kavramını ön planda tuttuğu bir başka romanı da Rahmet
Yolları Kesti adını taşır. Yaşar Kemal’in, devlete başkaldıran bir eşkıya
olan İnce Memed’i öven tavrına karşın, Kemal Tahir, eşkıyanın devlet karşısındaki
zavallılığını dile getirir. İnce Memed’e bir cevap olarak, hatta onunla
alay etmek için yazılmıştır Rahmet Yolları Kesti.
Kemal Tahir, resmi tarihin yazmadığını yazmakla kalmaz, resmi tarihin göstermemek
için çabaladıklarının üzerindeki perdeyi kaldırmak için var gücüyle çalışır.
Devlet Ana’da çektiği tepkilerden daha fazlasını cumhuriyet tarihine ilişkin
yazdığı romanlarla çekecektir. Türk edebiyatının köşe taşlarından olan Yorgun
Savaşçı’da Esir Şehir üçlemesindeki gibi Kurtuluş Savaşı’nın isimsiz kahramanlarını
göz önüne çıkartır. Son yüz yılını üst üste yenilgilerle geçiren bir ordunun
yorgun subaylarının yılgın olmadığının altını çizer. Kurtuluş Savaşı ile
cumhuriyetin kuruluşu arasındaki sürecin bazı kesimler için biraz sancılı
olacağının ilk işaretlerini verir Yorgun Savaşçı’da. Kurt Kanunu romanı
ise bu sancının işlendiği bir kitap olacaktır.
Kurt Kanunu, 1928 yılında Atatürk’e karşı yapılması planlanan suikastı ve
gerçekleştirilemeyen suikastın zanlılarının hikayesidir. Kemal Tahir’e göre,
İzmir Suikastı, anlatılageldiği gibi eski İttihatçıların örgütlü bir şekilde
planladığı bir eylem değildir. Hatta yazar, böyle bir suikast hazırlığını
yapılmış olduğuna bile şüpheyle yaklaşır. Bu girişim bahane edilerek, İttihat
ve Terakki Partisi önderlerinin etkisiz hale getirilmesinin planlandığını
iddia eder Kemal Tahir. Nitekim, İstiklal Mahkemesi, suçu sabit olmayan
İttihatçıların idamına hükmeder. Kemal Tahir yeni rejimin adalet anlayışını
ve tarih yaklaşımını kıyasıya eleştirir Kurt Kanunu’nda. Ayrıca İzmir İktisat
Kongresi’nde liberalizmin benimsenmiş olmasına da roman karakterleri aracılığıyla
karşı çıkar.
Kemal Tahir’in, büyük çoğunluğun “ak” dediği bir nesneye “kara” dediği bir
diğer romanı da Bozkırdaki Çekirdek’tir. Kimi çevrelerce, yeryüzünde keşfedilmiş
en iyi eğitim modeli olarak kabul edilen Köy Enstitüleri’nin aslında köylüyü
köylü bırakmak için kurulduğu görüşüne yaslanır yazar bu romanda. Aslında
yaptığı biraz da başka sorunlara dikkat çekmek olarak görülebilir Kemal
Tahir’in. “Köy Enstitüleri kapatılmasaydı her şey bambaşka olacaktı” demekten,
çözüm üretmeye vakit ayırmayanlara ince bir uyarı olarak da okunabilir,
mizah unsurunun da okuma keyfini arttırdığı bu roman.
Kemal Tahir, Türkiye’de romancının bir ödevi olduğu görüşünü savunur. Bu
ödev, romancının tarihin belli bir döneminde ele aldığı topluma bir bilim
adamı gibi yaklaşması, bu toplumun kurumlarını, hangi tarihsel koşullar
altında bu noktaya geldiğini bilmesi ve buradan nereye gideceğini kestirmesidir.
TRT Genel Müdürlüğü, 1975 yılında Aşk-ı Memnu’yu başarılı bir şekilde televizyon
dizisi olarak çeken yönetmen Halit Refiğ’e Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sını
da çekme önerisi götürür. Bir Kemal Tahir hayranı olan Refiğ teklifi kabul
eder ve çalışmalara başlanır. Çekimler tamamlanmış, dizinin montajı yapılmıştır
ancak Türkiye, artık başka bir ülke kimliğindedir. 12 Eylül darbesi olmuş
ve her alanda sıkı bir denetim uygulanmaya başlanmıştır. Yorgun Savaşçı
da 12 Eylül yönetimi tarafından “Atatürk düşmanlığı yapıldığı” gerekçesiyle
sakıncalı bulunur. Bu sakıncalı yapımın yayınına izin vermemekle kalmaz
yönetim, filmi yakmaya karar verir. Sansürün en kötüsü olarak tarihe geçen
bu uygulamadan kurtulan bir kopya yıllar sonra ortaya çıkacak ve dizi TRT
ekranlarında yayınlanacaktır.
Kemal Tahir’in Kurt Kanunu ve Karılar Koğuşu romanları da beyaz perdeye
aktarılır, yazarın ölümünden sonra. Kemal Tahir, on iki yılını hapishanede
geçirdiği altmış üç yıllık hayatına 1973 yılında veda eder. Mehmet Barlas’ın
evinde, Mete Tunçay ve İsmail Cem’in de bulunduğu bir yemeğe davetlidir
21 Nisan akşamı. Yemekte Mete Tunçay’la sert bir tartışma geçer aralarında.
Eve döndüğündeyse geçirdiği kalp krizini atlatamaz.
|