12 Mart'ın masumları Edebi değeri bir yana, Füruzan'ın 'Kırk Yedi'liler'i yakın tarihin dramatik bir dönemini, kadın sorununu, Cumhuriyet'in büyük kentlerde ve taşrada izlediği seyri ele alışı ile gözden kaçırılmaması gereken bir hikâyeyi barındırıyor Radikal Kitap, 21/04/2006 A. ÖMER TÜRKEŞ (Arşivi) Edebiyat hayatına 1956 yılında dergilerde yayımladığı hikâyeleriyle başlayan Füruzan, ilk çıkışını Sait Faik Ödülü'ne de değer görülen Parasız Yatılı (1971) adlı kitabıyla yapmıştı. Ama pek çok kişi Füruzan adını 1974 tarihli Kırk Yedi'liler romanıyla hatırlar. 12 Mart sonrasında yayımlandığında ne çok sevilmiş ne çok tartışılmıştı Kırk Yedi'liler; 47'li abi ve ablalarına bakarak yollara düşen devrimci gençler, romanı kolayca benimsemişlerdi. O zamanlar solculuğun olmazsa olmazlarından sayılan kitaplarımız vardı; Uğur Mumcu'dan Suçlular ve Güçlüler, Harun Karadeniz'den Olaylı Yıllar ve Gençlik, Erdal Öz'den Yaralısın, Füruzan'dan Kırk Yedi'liler, Vedat Türkali'den Bir Gün Tek Başına, Sevgi Soysal'dan Yenişehir'de Bir Öğle Vakti ve Şafak elden ele dolaşırdı. G. Politzer'in Felsefenin Temel İlkeleri ve L. Huberman'ın Sosyalizmin Alfabesi'ni de unutmuyoruz elbette... Ama geçen zamana dayanmak zor. Her ne kadar yeni baskıları yapılsa bile, şimdilerde Kırk Yedi'liler bizler için unutulmak, yeni kuşaklar içinse hiç bilinmemek gibi bir talihsizlikle karşı karşıya. Oysa edebi değeri bir yana, Kırk Yedi'liler yakın tarihin dramatik bir dönemini, kadın sorununu, Cumhuriyet'in büyük kentlerde ve taşrada izlediği seyri ele alışı ile gözden kaçırılmaması gereken bir hikâyeyi barındırıyor... Cumhuriyet çocukları Kolay okunan bir roman değildir. Zorluğu dilinden ya da romanın teknik özelliklerinden kaynaklanmıyor. Çok ağır bir duygusal yoğunluğu, ağdalı olmayan derinlikli bir hüznü, yitik bir kuşağın acıları var romanda. 47'liler ya da Türkiye solunun tarihine 68'liler diye geçenler 'kabaca 1945 ila 1950 doğumlu, şehirli orta sınıf çocukları': Emine Semra Kozlu, Sami Kaya Elçin, Hüseyin Cemşit Kerimoğlu, Hacer Melek Ötüken, Bilge Sümer Onurkan, Necil Seyhan Öztürk, Ali Ahmet Kadiroğlu, Mehmet Kadir Tepeoğlu, Mürsel Uzunoğlu ve diğerleri... İsterseniz bu isimlere Battal'ı, Deniz'i, Yusuf'u, Taylan'ı, Mahir'i, Hüseyin'i, Ulaş'ı, İbrahim'i de ekleyebilirsiniz. İstanbul'dan, Ankara'dan, Erzurum'dan, Kars'tan, Tunceli'den, Aydın'dan çıkıp gelmişler ODTÜ'ye, İTÜ'ye, Hacettepe'ye, İstanbul Üniversitesine... Hatta aralarında İran'lı tıp öğrencisi Ali Perviz de var. Farklı sınıf ve katmanlardan gelen Cumhuriyet'in ilk isyancı kuşağının hikâyelerini anlatıyor Füruzan.
Üniversite gençliğinin geleneksel değerlerle, toplum ve siyasi yapıyla çatışmaları romanın ana karakteri Emine'nin yaşadıkları ve düşündükleri etrafında işlenmiş. Emine'nin de devrimci hareket katılıp işkenceye maruz kalmış olması, hikâyenin en trajik kısımlarıyla, birbiri ardına gelen ölüm haberleriyle, şiddetin her türlüsüyle karşı karşıya getiriyor bizleri. Cemil Meriç, Hisar dergisinin Haziran 1975 sayısında şu cümlelerle özetlemiş romanı: "Kırk Yedi'liler bir kâbusla başlıyor. Birkaç ay önce yaşadığı bir işkencenin korkunç intibalarını silmek isteyen bir genç kız, hatıralara sığınıyor. Bu bir roman değil, 650 sayfalık bir kâbus. Arada bir insanca pırıltılar, Erzurumdan bir iki kartpostal, birkaç sevimli çehre. Sonra işkence, işkence, işkence... Gerekçesi olmayan bir ithamname bu. Cellatlar korkunç, kurbanlar deli. Kırk Yedi'liler sayıklar gibi konuşuyorlar. Ne söylediklerini anlayamıyoruz. Karşılarında da habis ve kıyıcı hayâletler. Kitap inandırmıyor, isyan ettiriyor. Her adımda bir bataklığa gömülüyorsunuz. Ve içinizden korkunç şüpheler geçiyor: tımarhanede miyim? Bir roman değil, bir kâbus. Yazar uçurumu derinleştiriyor, insanla insan arasındaki uçurumu. Oysa 47'lileri daha çok sevdirebilirdi bize".
Ancak bu romanın asıl hikâyesini Emine ve ailesinin Erzurum yaşantısının oluşturduğunu söylemeliyim. Sorguda geçirdiği günler içinde, geçmişe gidip gelen iç monolog tekniği ile yazar, 50'lerin Türkiye'sine, egemen düşünce yapısına, geleneksel aile kurumuna, ikiyüzlü değer yargılarına ağır eleştiriler getiriyor. Aynı ailenin iki kızından Emine, topluma başkaldırmış, özgür bir yaşam tarzını seçmiş bir kişilik. Ablası Seçil ise, bir önceki kuşağı, eşikten öteye geçemeyenleri temsil ediyor. Sonuçta, bütün olumsuzluklara rağmen, Emine'nin yaşamla bağı yeniden kurulurken, Seçil, kendisini bunaltan burjuva aile kurumuna tahammül edemez ve intiharı seçer. 'Soruna yanlış bakış' Roman kahramanlarını ağırbaşlı ama romantik ve içlerinde büyük bir coşku, çocukluklarını yaşamadan büyüyüvermişliğin çocuksu sevinçlerini barındıran insanlar olarak canlandırmış Füruzan. Onları geçirdikleri değişim içerisinde yakalamaya çalışmış Böylelikle olayları göğüslerken yaşadıkları sıkıntılı durumların duygusal etkisi artıyor. Fürüzan'ın hikâyelerinde olaydan çok durum anlatılar vardır. Amacı -kendi ifadesiyle- "zamanın ardından koşmak, bir zamanı tümüyle verebilmek, insanları o zaman içinde verebilmek"tir. Ne var ki Kırk Yedi'liler'de olaylar da, özellikle işkence sahneleriyle öne çıkmış.
Doğrusunu söylemek gerekirse, edebi açıdan tarihsel önemine denk düşecek denli başarılı değil Kırk Yedi'liler. Oysa Türk romanı için değişik sayılacak bir kurgu yakalamış yazar; Türkiye'nin farklı coğrafyalarından farklı sınıfsal kökenlerden kadınlı erkekli üniversiteli gençleri birbirleriyle ve aileleriyle ilişkileri içinde, yenilginin sonrasında, bir karakterin bakış açısı ile anlatmaya dayalı olay örgüsünde hiçbir aksaklık yok. Ama, gençliğe ve özellikle direnen genç kızlara olan sempatisini dışa vuran metnin tiplemeleri o kadar inandırıcı değil. Belki bu nedenle, Fürüzan onları uzun uzadıya konuşturmak zorunda kalmış, bu uzun konuşmalar roman bütününe didaktik bir hava vermiş ve Murat Belge'nin 12 Mart romanlarını değerlendirken "soruna yanlış bakış" diye adlandırdığı bir eğilimden kurtulamamış. Söz konusu eğilim roman kahramanlarının edilgin, başına bunların neden geldiğini bir türlü anlamayan masum insanlar olarak canlandırılmasıdır. Nitekim sorgusu sırasında Emine'nin bilincinden "Hem nedir soracakları. Kitaplarımız saklamadık ki onlardan. Kendimizi mi yalanlayacaktık? Yirmi yaşına değin araştırıp kurmaya çalıştığımızı mı? Sevgiyi, inancı mı yalanlayacaktık?" soruları akıp gidecektir. Pek çok 12 Mart romanında gördüğümiz gibi, Emine de belleğe sığınmıştır.
12 Mart romanları yalnızca ele aldıkları konularıyla bir yenilik getirmediler, aynı zamanda irkiltici, rahatsız edici ve çarpıcıydılar. Bu romanların yazıldığı tarihlerde, Türkiye'de geçmişini 12 Mart öncesi siyasi yoğunluklara dayandıran daha yığınsal bir devrimci pratiğin başlaması da, romanların büyük ilgi görmesine, ama estetik ve ideolojik sorgulamalarının ihmal edilmesine yol açtı. Bugün geriye dönüp baktığımızda, 68 ve sonrasındaki devrimci hareketler ve hareketlerin failleri için 'suçsuzdular' nitelemesini kullanmak hiç de doğru gelmiyor bana. Eylemlerinin bedelini idam sehpalarında, Kızıldere'lerde, Nurhaklar'da yaşamlarıyla ödeyen devrimci gençler karşılarına aldıkları sistemin hukuna göre elbette suçluydular. Ne var ki onlar eylemlerini o hukukun terazisinde tartmayı hiç düşünmemişlerdi. Kısacası romanlarda anlatıldığı gibi, sorgu ve işkencelerin başlarına neden geldiğini bilmeyecek kadar saf değillerdi. İsyanları bilinçli bir tercihti. Travmatik bir dönem Söz konusu suçszuluk ya da masumluk motifine soldan bir yaklaşım için Yılamz Güney'in romanlarını örnek göstereceğim. Yasalar önünde onun kahramanları da masumdur, ama Yılmaz'ın sorguladığı tam da bu 'masum'luk durumudur. Yılmaz Güney'in romanlarındaki adalet kavramı burjuva hukuk normlarını aşar; yasalar karşısındaki masumiyete olumluluk yüklenmez. Tersine, gençlerin 'masum' olmaları halka karşı sorumluluklarını üstlenememişliklerinden, siyasi bilinç eksikliklerinden ve egemen ideolojinin etkisinden kurtulamamışlıklarındandır.
Elbette her edebi ürün, önce kendi tarihi içinde, daha sonra bugünkü yeri açısından düşünülmelidir. Romanın, travmatik bir tarihsel dönemin, 12 Mart'ın ardından yazılmış olmasının getirdiği ajitatif yönlerini bir yana bırakırsak, kadın sorunlarına bugün için bile radikal sayılabilecek bir açıdan yaklaşmasıyla, orta sınıf insanlarının özlemlerini, kıstırılmışlıklarını yakalamasıyla silinip giden zamandan bir şeyler koparan, bir şeyler alıkoyan bir roman Kırk Yedi'liler. 'Parasız Yatılı'dan 'Benim Sinemalarım'a Kitabı Parasız Yatılı'yla 1972 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazandı. İlk kitaplarında kötü yola düşmüş kadın ve kızların, çöken burjuva ailelerinin, yoksulluk ve yalnızlıkla boğuşan kadın ve çocukların, yeni ortamlarda bunalan ve yurt özlemi çeken göçmenlerin dramlarına sevecenlikle yaklaştı. Kişileri derinlemesine inceledi ve anlatımını ayrıntılarla besledi. 12 Mart dönemini anlattığı ilk romanı Kırk Yedi'liler ile 1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'nü kazandı. Daha sonra bir sanatçılar programıyla (D.A.A.D.) 1975'te Batı Berlin'e çağrıldı ve orada bir yıl kalarak işçilerle ve sanatçılarla röportajlar yaptı. Eserleri birçok yabancı dile çevrildi. Dokuz Çağdaş Türk Öykücüsü (1982, Volk und Welt Verlag) adlı antolojisini ve Die Kinder der Türkei (1979, Kinderbuch Verlag) adlı çocuk kitabını ise Doğu Berlin'de konuk kaldığı süre içerisinde hazırladı. 1988-1990 yıllarında çektiği Benim Sinemalarım filmi 1990'da Cannes Film Festivali'nin 'Eleştirmenlerin 7 Günü' ve 'Altın Kamera' dallarından çağrı alarak; 158 film arasından seçilen 8 filmden biri olarak gösterime girdi. 1991'de Uluslararası İran Fecr Film Festivali'nde, Uluslararası Jüri'den 'En İyi İlk Film Jüri Özel Ödülü'nü kazandı. 1991'de Tokyo Uluslararası Film Festivali'nde seçilen 'En İyi On Asya Filmi' arasında yer aldı. 1994'te, Bosna-Hersek, Yunanistan ve Bulgaristan gezilerini İşte Bizim Rumeli adlı kitabında topladı. Eserleri: Öykü: Parasız Yatılı (1971), Kuşatma (1972), Benim Sinemalarım (1973), Gül Mevsimidir (uzun öykü, 1973), Gecenin Öteki Yüzü (1982); Sevda Dolu Bir Yaz (1999); Roman: Kırk Yedi'liler (1974), Berlin'in Nar Çiçeği (1988); Röportaj: Yeni Konuklar (1977); Gezi: Ev Sahipleri (1981); İşte Bizim Rumeli (Balkan Yolcusu) (1994); Oyun: Redife'ye Güzelleme (1981); Çocuk Kitabı: Die Kinder der Türkei (1979, 'Türkiye Çocukları'), Şiir: Lodoslar Kenti (1991). KIRK YEDİ'LİLER Füruzan, Yapı Kredi Yayınları, 2006, 465 sayfa, 20 YTL Füruzan A. Ömer Türkeş
http://www.pandora.com.tr/sahaf/eski.asp?pid=6Yaşayan kadın yazarlarımızdan Füruzan'ın 12 Mart dönemini konu alan "47'liler" romanı 25 yaşına basmış. Belki 68'lilerin değil, onların mirasçısı olan kuşağın daha çok sevdiği bir öyküsü vardı "47'liler"in. 80 öncesi siyasi mücadeleye az ya da çok katılmış her solcu genc, mutlaka okumuştur bu kitabı. Her ne kadar YKY tarafından "Bütün Eserleri" dizisi ile yeniden basıldıysa da, bizler için unutulmak, yeni kuşak içinse hiç tanınmamak gibi bir talihsizlikle karşı karşıya. Oysa, "47'liler" yalnızca bir roman olmanın ötesinde, yakın tarihin dramatik bir dönemini, daha önemlisi kadın sorununu ele alışı ile gözden kaçırılmaması gereken bir metin. 1935 İstanbul doğumlu olan Füruzan, ilk öykülerini 1956'dan başlayarak çeşitli dergilerde yayınlamaya başlamış, ancak edebiyat alanındaki çıkışını 1971 yılında basılan "Parasız Yatılı" adlı öykü kitabı ile gerçekleştirmişti. Adı, 70'li yıllara Sevgi Soysal ve Adalet Ağaoğlu ile birlikte damgasını vuran üç kadın yazar arasında anılan Füruzan, romandan çok öykü alanında başarılıdır diyebiliriz. Bütün öykülerinde buruk bir acının, dinmeyen bir hüznün yansıdığı, ve ana tema olarak kadının toplumdaki yerinin sorgulandığı, ahlaki değerlerin eleştirildiği görülür. "47'liler"de aynı eğilim sürüyor. Kolay okunan bir roman değil o. Zorluğu dilinden ya da romanın teknik özelliklerinden kaynaklanmıyor. Çok ağır bir duygusal yoğunluğu, ağdalı olmayan derinlikli bir hüznü, yitik bir kuşağın acıları var romanda. Öykünün ana karakteri Emine'nin yaşadıkları ve düşündükleri etrafında, Türkiye solunun tarihine 68'liler diye geçen üniversite gençliğinin geleneksel değerlerle, toplum ve siyasi yapıyla çatışmalarını anlatıyor yazar. Doğal olarak, bu gerçek öykünün en trajik kısımlarıyla, birbiri ardına gelen ölüm haberleriyle, işkence çeşitleriyle karşı karşıya getiriyor bizleri. Ancak bu romanın asıl öyküsünü, Emine ve ailesinin Erzurum yaşantısının oluşturduğunu söylemeliyim. Sorguda geçirdiği günler içinde, geçmişe gidip gelen iç monolog tekniği ile yazar, 50'lerin Türkiye'sine, egemen düşünce yapısına, geleneksel aile kurumuna, ikiyüzlü değer yargılarına ağır eleştiriler getiriyor. Aynı ailenin iki kızından Emine, topluma başkaldırmış, özgür bir yaşam tarzını seçmiş bir kişilik. Ablası Seçil ise, bir önceki kuşağı, eşikten öteye geçemeyenleri temsil ediyor. Sonuçta, bütün olumsuzluklara rağmen, Emine'nin yaşamla bağı yeniden kurulurken, Seçil, kendisini bunaltan burjuva aile kurumuna tahammül edemez ve intiharı seçer. "47'liler", edebi açıdan, tarihsel önemine denk düşecek denli başarılı değil. Aslında Türk romanı için değişik sayılacak bir kurgu yakalamış yazar; Türkiye'nin farklı coğrafyalarından farklı sınıfsal kökenlerden kadınlı erkekli üniversiteli gençleri birbirleriyle ve aileleriyle ilişkileri içinde, yenilginin sonrasında, bir karakterin bakış açısı ile anlatmaya dayalı olay örgüsünde hiç bir aksaklık yok. Ama, gençliğe ve özellikle direnen genç kızlara olan sempatisini dışa vuran metnin tiplemeleri, Sevgi Soysal'ın üniversite gençliği kadar gerçekçi olamıyor. Belki bu nedenle, Füruzan onları uzun uzadıya konuşturmak zorunda kalmış ve bu uzun konuşmalar roman bütününe didaktik bir hava vermiş. Elbette her edebi ürün, önce kendi tarihi içinde, daha sonra bugünkü yeri açısından düşünülmelidir. Romanın, travmatik bir tarihsel dönemin, 12 Mart'ın ardından yazılmış olmasının getirdiği ajitatif yönlerini bir yana bırakırsak, kadın sorunlarına bugün için bile radikal sayılabilecek bir açıdan yaklaşmasıyla, ve orta sınıf insanlarının özlemlerini, kıstırılmışlıklarını anlatışıyla, hala güncel sayılabilecek bir yapıt "47'liler". Uzun bir süredir yeni ürün vermeyen Füruzan'ı özlüyoruz.
47 LİLER YAHUT BİR ROMANIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
http://cemilmeric.net/arsiv/meric4/eserleri/47liler-cmeric.htm Cemil Meriç, Hisar Dergisi, Haziran 1975, sayı: 138, sayfa: 6,7,8 47 liler harcanan bir nesil, harcanan veya intihar eden. Silahlar sustu ama zaman zaman isyan çığlıkları yükseliyor, maşerî vicdanı ürperten çığlıklar. Bir zelzeleyi yaşayan bu bahtsız nesil öfkesiyle, acılarıyla, aldanışlarıyla aramızdadır. Kayıplarımızı rakama vurmadık henüz. Uğradığımız felaketler bir alın yazısı mıydı? Fırtına bulutları dağıldı mı?
Tarihin münakaşa kabul etmez şahadetiyle sabit: Zor hiçbir çağda inançları yokedememiştir, inançları veya iştiyakları. Diğer hükümleri - ister abese dayansın, ister ilme- ancak başka değer hükümleriyle sökülebilir. Cinnet hiçbir ülkede sopayla tedavi edilmiyor artık. Aydınların görevi gerçeklerden korkmamak, şuursuzluğa karşı koymak değil mi? Diyaloğun yasak olduğu yerde hakikatten söz edilemez. 47 liler günahları ve sevaplarıyla bü ülkenin çocukları. Neden bir itham ve intikam ordusu gibi karşımıza dikildiler? Ezilen bir sınıfı mı temsil ediyorlardı? Hayır... Savaşa atılanların çoğu <<mutlu azınlık>>tandılar. Ne açlığı tatmış, ne sefaletle kıvranmıştılar. Bir kelimeyle onları sosyalizmin kucağına atan iktisadî mahrumiyetler de değildi, içtimaî tenasüd duygusu da. Sosyalizmleri bir rüyâ sosyalizmi idi, daha doğrusu bir sanrı. Tecrübesizdiler. İlimle ideolojiyi, hakikatle hayali birbirine karıştırıyorlardı. Bilmiyorlardı ki içtimaî ilimlerde cihanşumul kanunlar yoktur. Hiçbir izm insanlık tarihinin bütününü izah edemez. Diyalektik kendi sınırları içinde yani bir araştırma yöntemi olarak aydınlatıcıdır. Zavallı çocuklar çok pahalıya ödedikleri vehimlerinin kurbanı oldular. Onlara öyle geldi ki, kendilerinden önceki her nesil günahkârdır, haindir veya gaflet içindedir. Vatanperverlik de kendi inhisarlarındadır, şuur da, kahramanlık da. Bağımsız düşünen, hakikatleri gören yalnız kendileridir. Bu imtiyazı nereden almışlardı? İlhama mı mazhardılar? Marksistler, proletaryayı felsefenin biricik gerçekleştiricisi, objektif ilmin tek temsilcisi sayarlar. Daha doğrusu bu hayalî sınıfı dünyanın bütün meziyetleriyle süslemek isterler. Bizde böyle bir proletarya var mı? Varsa 47 lilerin onunla münasebetleri ne?
Bu garip bir vehim, ama mucib sebeplerden mahrum değil. Avrupa fikriyatı ya kaçak yollardan giriyordu ülkeye, yahut da Avrupa nın işine geldiği gibi, yani noksan ve çarpıtılmış olarak. Avrupa yı tanımaya çalışırken kendimizi unutuyorduk. Sanıyorduk ki böyle bir fetih kişiliğimizi inkâr etmeden gerçekleşemez. Mazimiz tecessüsümüzü tahrik etmiyordu artık. İslâmiyet afyondu; Osmanlı tarihi, insanlığın yüzkarasaydı. Padişahlar zorbaydılar, salaktılar, seksomanyaktılar vs. O sayfalar kapanmıştı ve bir daha aralanmamalıydı. İlericiliğin tek şartı vardı: ecdada sövmek. Hiçbir topluluk kendine bu kadar sefil, bu kadar yalancı bir tarih imâl etmemiştir. Tarih, Batıda da bir ideolojidir yani gerçekleri çarpıtarak aksettirir. Ama bu yarı ilmin belli bir hedefi vardır orada: mazi denilen mezbedeyi pisliklerden temizlemek, cinayetleri fazilet diye göstermek, içtimaî hodgâmlığı kutsîleştirmek. Bir kelimeyle Batı da bir dev aynasıdır tarih. Her millet kendini bu esrarlı aynada, daha büyük, daha muhteşem görür. Bizde bir şeytan aynasıdır tarih, Andersen in aynası. Her fazilet çirkinleşir bu aynada, her güzellik ucubeleşir. Tarih Avrupalılar için bir inşâ cehdidir. Avrupalı bu hayâlî maziye bakarak daha parlak, daha muhteşem bir gelecek kurmak ister kendine. Ve bir destane benzettiği tarihi ile övünmekten zevk alır. Biz ise dünyanın en muhteşem gerçeğini inkâr ettik, ve rezil bir hayâlîyi geçirdik onun yerine.
47 lilere ezberlettiğimiz tarih böyle bir abesler mecmuasıydı. Bu uğursuz, bu kirli maziden kurtulmak istiyorlardı. Avrupa lı değil miydiler? Sosyalizm, Avrupa ilminin son merhalesiydi. Ayrıca insanî idi de. Beşeriyeti bölmüyordu. Ezilenlerin son ümidiydi, son ümidi ve son kalesi.
Belgrad ormanında toplanan Yeni Osmanlılar da bir rüyâyı yaşıyorlardı, kendilerinin olmayan bir rüyâyı, Carbonari liğe hayrandılar. Teşkilatlanmak, döğüşmek istiyorlardı. Carbonari cemiyeti Lombardiya da kurulmuştu, yabancı çizmesi altında inleyen, parçalanmış bir ülkede. İttifak ı Hamiyet kime karşı savaşacaktı? Bu müreffeh bürokrat çocukları da devrimcilik oynuyorlardı sadece, bir asır sonraki torunları gibi. ama onlardan daha talihliydiler, zira o çağın yeldeğirmenleri bizimkiler kadar tehlikeli, sarp ve yaralayıcı değildi.
Evet 47 lileri cedlerinden iğrendiren bizi. Onlara atalarını küçümsemekten başka ne öğrettik? Hakikatte bütün suç daha önceki nesillerin. Tarihi karalayan, mukaddesleri kirleten, maziyle istikbal arasındaki köprüyü yokeden biz değil miyiz? Bu zavallı çocuklar gözlerini bir enkaz yığını arasında hayata açtılar. Bütün kaleleri yıkılmıştı, yaşamak için inanmak zorundaydılar. Neye inanacaklardı?
Onları masallarla oyalamağa çalıştık, soğuk, sevimsiz, sıkıcı masallarla. Oyuncaklarını öfkeyle parçaladılar ve üzerimize yürüdüler. Şuursuz bir öfkeydi bu şüphesiz, hedefini tayin edemiyen bir öfke. Türk gençliği ilk defa yaşadığını ispat ediyordu. Bizi kızdıran bu isyan değil, âsillerin yüzümüze tuttukları aynaydı. O aynada kendi şuursuzluğumuzu, kendi günahlarımızı gördük. Bu zavallı, bu sahipsiz, bu serkeş çocuklar kimin çocuklarıydı? Moskova dan mı gönderilmiştiler, Çinden mi? Onları iki düşman kampa bölen biz değil miydik? Onları kinle, husumetle dolduran biz değil miydik? İnfilâk hazindi ama tabii idi.
47 liler kurban edilen bir nesil... Ne uğruna? Uzaktan ayak sesleri geliyor. Uçurumu görmeden ilerliyorlar. Onlara dur demiyecek miyiz? Bu dramın son perdesi oynanmamıştır henüz ve oynanmamalıdır. 47 lileri tanımaya çalışmalıyız. Füruzan ın romanına bu düşüncelerle eğildim. İçtimaî bir anket miydi bu? Yarının tarihçisine yeni vesikalar mı sunuyordu? Bir müdafaaname karşısında mıydık? Roman bize hakikati aksettirdiği ölçüde muhteremdir. Üstadlar böyle diyorlar. Ama peşn hükümlerimizden, sevgilerimizden, kinlerimizden sıyrılmak mümkün mü? İstesek de yapabilir miyiz bunu? Hele kalbimiz kanıyorsa... Tarihçiler, vakaların tesbit ve tahliline girişmek için aradan en az otuz yıl geçmesini beklerler. Roman da fırtınalı bir çağı tasvir etmekte aynı sabrı, aynı ihtiyatkârlığı göstermek zorunda değil midir? Romancının işi ne sisleri yoğunlaştırmak, ne anlaşmazlıkları körüklemektir. Önce bir müşahittir o, bir müşahit yani bir araştırıcı. 47 liler bir kâbusla başlıyor. Bir kaç ay önce yaşadığı bir işkencenin korkunç intibalarını silmek isteyen bir genç kız, hatıralara sığınıyor. Bu bir roman değil, 650 sayfalık bir kâbus. Arada bir insanca pırıltıla, Erzurumdan bir iki kartpostal, birkaç sevimli çehre. Sonra işkence, işkence, işkence... Gerekçesi olmayan bir ithamname bu. Cellatlar korkunç, kurbanlar deli. 47 liler sayıklar gibi konuşuyorlar. Ne söylediklerini anlayamıyoruz. Karşılarında da habis ve kıyıcı hayâletler. Kitap inandırmıyor, isyan ettiriyor. Her adımda bir bataklığa gömülüyorsunuz. Ve içinizden korkunç şüpheler geçiyor: tımarhanede miyim? Bir roman değil, bir kâbus. Yazar uçurumu derinleştiriyor, insanla insan arasındaki uçurumu. Oysa 47 lileri daha çok sevdirebilirdi bize. Nesiller arasında bir diyalog zemini hazırlayabilirdi. Türkiye bir uçurumun kenarındadır. Etrafımız düşmanlarla dolu. Kuvvetimizin zerresini bile boşa harcayamayız. Mazinin hatalarını unutmak, istikbale doğru kol kola yürümek... Biricik parolamız bu olmalı. Unutmayalım ki her kin, yeni bir kinin habercisidir. 47 liler haklı. Türkiye de birçok ülkeler gibi emperyalizmin istismar alanı içindedir. Emperyalizme karşı koymak her namuslu insanın vazifesi. ama böyle bir savaş ilmin ışığında yapılmalı, ilmin ışığında ve bütün kuvvetlerimizi teksif ederek, birbirimizi yiyerekveya intihar ederek değil. | | FÜRUZAN
29 Ekim 1935’te İstanbul’da doğdu. Sadece ilkokul eğitimi alabildi. Kendi kendini yetiştirdi. İlk öyküsü 1956’da Seçilmiş Hikayeler Dergisi’nde yayınlandı. 1964-1972 arasında Dost, Yeni Dergi ve Papirüs’te yayınlanan öyküleriyle dikkat çekti. 1975’te çağrılı olarak Berlin’e gitti. Bir yıl kaldığı Berlin’de Türk işçilerle röportajlar yaptı. "Benim Sinemalarım" adlı öyküsü 1989’de sinemaya uyarlandı. İlk romanı "Parasız Yatılı" ile 1972 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanınca ünlendi. İlk romanlarında düşmüş kadınlar, kötü yola sürüklenen küçük kızların, çöküş sürecindeki burjuva ailelerin, yeni yaşama koşullarından bunalan, yurt özlemi çeken göçmenlerin, yoksulluk içinde yaşama savaşı veren, tek silahları sevgi olan yalnız kalmış kadınların, çocukların dramlarına sevecen bir bakışla eğildi. Ayrıntılarla beslediği canlı anlatımı, karaterleri işleyişindeki derinlikle dikkat çekti. Almanya incelemelerinden sonra da göçmen ve gurbetçi işçi soranları üzerinde durdu. Ayrı kültürlerden gelen insanların yaşamlarından kesitler verdi, özellikle gurbetçilerin çocuklarının sorunlarına eğildi.
ESERLERİ
ÖYKÜ: Parasız Yatılı (1971) Kuşatma (1972) Benim Sinemalarım (1973) Gecenin Öteki Yüzü (1982) Gül Mevsimidir (1985)
ROMAN: 47’liler (1974) Berlin’in Nar Çiçeği (1988)
GEZİ-RÖPORTAJ: Yeni Konuklar (1977) Balkan Yolcusu (1994) Ev Sahipleri (1981)
OYUN: Redife’ye Güzelleme (1981) Kış Gelmeden (1997)
ŞİİR: Lodoslar Kenti (1991)
ÇOCUK KİTABI: Die Kinder Der Turkei (1979, Türkiyeli Çocuklar)
ÖDÜLLERİ
1972 Sait Faik Hikaye Armağanı, Parasız Yatılı ile 1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü, 47’liler ile Füruzan: Füruzan'ın Kahramanları 
Füruzan'ın öyküleri ve romanlarında ana kahramanlar, ezilenler, göçmenler, doğru bildikleri için savaşırken engellenenlerdir. Onların durumu ve yerleri karşıtlarının çizilmesiyle saptanır. Bu karşıtların öykünün baş kişisi olduğu durumlarda, örneğin Gül Mevsimidir' de, dengeyi sağlayanlar "ezilenler" dir.
Bu denge kişileri, ya durumlarının farkındadır ya da bunu fark etmeyi okura bırakır. Varlıklı bir yaşamı seçmiş Mesaadet Hanımın ilk sevgilisi Rüştü Şahin (Gül Mevsimidir) çelişkileri bilenlerdendir. Aynı öyküdeki adsız köy kökenli hizmetçi ise, giyimi, yılgınlığı, itilip kakılışı ile okur için bir uyarıcı. Mesaadet Hanımın odasına (ve öyküye) ikide bir girmese, okurun, Mesaadet Hanım için hüzne kapılması işten bile değildir.
Füruzan'ın 'Seçilmiş Hikayeler' de başlayan yazarlık hayatı 1972' de "Sait Faik Hikaye Armağanı"nı kazandığı 'Parasız Yatılı', 'Kuşatma', 'Benim Sinemalarım', 'Gül Mevsimidir', 'Gecenin Öteki Yüzü' gibi öykü kitapları; '47'liler', Berlin'in Nar Çiçeği' romanları ile sürdü. 'Yeni Konuklar'/röportaj; 'Ev Sahipleri' ve 'İşte Bizim Rumeli/Gezi" "Redife've Güzelleme" oyun 'Türkiye Çocuk1arı" çocuk kitabı ve 'Lodoslar Kenti' 50 yıllık yazı hayatının diğer ürünleri.
Füruzan, Seçilmiş Hikayeler'de, Yerdelen soyadı ile yayımlanan öyküleri de anımsanırsa, yazarlığının 50. yılında; Kitaplarının art arda yayınlanması, adının kabullenilmesi ise 1970'li yıllarda Parasız Yatılı 1971,(1972 Sait Faik Hikaye Armağanı), Kuşatma (1972), Benim Sinemalarım (1973), 47'liler (1974).
Bu kitapların yayımlandığı yıllarda Füruzan'ın bir söylence kişiliği kazandığını söylemem gerek, yaşayan bir tanık olarak. O dönemde Yeni Dergi'nin yönetmeni Memet Fuat, onun kişiliği için şöyle bir tanım yapmıştı: "Orhan Kemal'in kahramanı olan kızlardan biri yazmaya başladı". "Çok iyi tanıdığı çevreyi, insanları" yazdığı yolundaki yorumlar, öykülerdeki sahicilik etkisiyle birleşince, okur bir süre "yaşanmışı okuduğunu" sandı. Değerlendirmelerde, kurgu, dil, kimi öykülerdeki 2. Yeni ögeler gözden kaçtı. Sanırım okurunu ilk şaşırtması, 47'liler romanındaki Erzurum görüntülerinin kurgusal olduğunu açıklamasıyla yaşandı. Bunu kuşatma adlı kitabındaki Gül Mevsimidir adlı öyküyü ayrı basıma hazırlarken, Erdal Öz'le yaptığı söyleşi izledi : "Sözcüğün olanca boyutlarıyla pekiştirsem de, somut, benim için, yine de yaşadıklarımın özgeçmiş bölümüne birebir kaydı düşülenler değildir. Hayır bir Mesaadet Hanımefendi tanımadım."
Füruzan, uzun öyküsünün kahramanının kurgusallığı yanında, yaşadığı kent ortamının da kurgu olduğunu açıklıyordu: "İzmir önceden seçilmişti. Kurtuluş Savaşı, ardından zafer, Türkiye'nin her yanı gibi İzmir'in yapısı içinde çok belirgin değişimleri taşıyordu. Ben İzmir' de en çok üç dört gece konaklamışımdır. Hep otellerdeydi geçirilen zaman. Sıcağın güneylisi beni büyülüyor. Bir de göğü görmek. Gül Mevsimidir' deki gepegenç Mesaadet ve ailesinin zaferden sonra terk ettikleri o güzelim köşkü de, o bahçeleri de görmedim."
Artık, Füruzan'ın kitapları 1970'lerden daha değişik özellikler taşıyanlarla çeşitlendi. Öykü kitaplarına Gecenin Öteki Yüzü (1982), romanlarına Berlin'in Nar Çiçeği (l988) katıldı. Gezi röportajları: Yeni Konuklar (1977), İşte Bizim Rumeli. Ev Sahipleri (1981) adıyla kitaplaştı. Bir de şiir kitabı katıldı yazdıklarına: Lodoslar Kenti (1991).Artık Füruzan'ın yazdıklarında "sahici/gerçek" izlenimini veren ögeler, öykü ve romanlarındaki genel izlek, öyküleri birbirlerine alttan alta bağlayarak bütünlük oluşmasını sağlayan "bağlaç anlatımlar" saptanmalı bence. Benim yazdıklarım bu değerlendirmeler için bir giriş olsun isterim.
Üç Anahtar Öykü
Füruzan'ın öyküleri ve romanlarında ana kahramanlar, ezilenler, göçmenler, doğru bildikleri için savaşırken engellenenlerdir. Onların durumu ve yerleri karşıtlarının çizilmesiyle saptanır. Bu karşıtların öykünün baş kişisi olduğu durumlarda, örneğin Gül Mevsimidir' de, dengeyi sağlayanlar "ezilenler" dir. Bu denge kişileri, ya durumlarının farkındadır ya da bunu fark etmeyi okura bırakır. Varlıklı bir yaşamı seçmiş Mesaadet Hanımın ilk sevgilisi Rüştü Şahin (Gül Mevsimidir) çelişkileri bilenlerdendir. Aynı öyküdeki adsız köy kökenli hizmetçi ise, giyimi, yılgınlığı, itilip kakılışı ile okur için bir uyarıcı. Mesaadet Hanımın odasına (ve öyküye) ikide bir girmese, okurun, Mesaadet Hanım için hüzne kapılması işten bile değildir.
Füruzan'ın ilk öykü kitabı Parasız Yatılı'nın başında yer alan üç öykü, anlatımları ve konularıyla, yazarın öteki öykülerinden farklı görünürler. 1967 tarihli ilk iki öykü, Füruzan'ın bir iki yıl sonra yazacaklarından çok, dönemin 2. Yeni şiirlerini ve ünlü kadın yazarlarının öykülerini anımsatacak bir anlatımdadır:
"Sabah eskimişliğin buzulları burnuma dek geliyor". "Rüknettin Bey evine gelen hanımların romantiklerini -kendisi bir yaşama sulandırılmış yapay romantizminin bağırıcısıdır, her şeyin tatlı sulusunu sever bahçede öpermiş." "Kararlığın içine açan gece çiçekleri diye bağırıyor biri. İçkili erkeklerle kadınların ihtiyarlamış evrenlerine açılacak bir çiçek." (Sabah Eskimişliğin, Şubat 1967}- "çocuğun kirpikli çocuk gözleri vardı. Yemek yediği iskemlenin üzerinden inip kediye gitti. Kedi sobanın yanında kedileşip duruyordu." "Sen git, diyorlar, sen gittikçe yüzün güzelleşiyor." "Bana, gençliğinizde sizin de yaşadığınızı söylediler. Sonradan edindiğiniz ölü kabuklarınız yokmuş. Güzelim bir kadınmışsınız üstelik. (Sizi de kırdılar mı? (Ozgürlük Atları, Temmuz 1967)
Nisan 1968 tarihini taşıyan Münip Beyin Günlüğü ise taşıdığı "tekdüzelik ve boşunalık" duygusuyla, dönemdaşı kimi günlük biçemli öykülerle benzeşir.
Ancak bu üç öykünün dönemi öykülerle anlatım ve biçem örtüşmesi, bu öykülerin Füruzan'ın öykü ve romanlarının anahtarı olmasını engellemez. Bu öykülerde görünüp yiten kimi kahramanlar, Füruzan'ın cayamayacağı öykü ve roman kişilerinden olacaktır: "Tıpkı baba tarafı, anasına hiç çekmemiş ( ... ) ufak tefek, akıllı akıllı bakan bir kız". Bu kızın kemirilmiş tırnaklı sıskacık elleri, soluk bir önlüğü de vardır. "Havalı, dikiş nakış bilmez", "koca ailesine uymaz", "dik kafalı", "mahalle kızı" bir genç kadın. Değerli ıvır zıvırına, örneğin İran işi duvar halılarına meraklı, tutumluluğuyla, düzen severliliğiyle övünen, kızını kendisine benzememekle suçlayan bir yaşlı hanım." Mezbahada çalışan", günışığında kimsenin görmediği, o yoksul vapurlara binip giden, durmadan hayvanları kes i kesiveren bir adam. O adamın deniz ast çavuşuyla mektuplaşan, sinemaya giden, nakışta becerikli kızı. Doğuda bir ilde, ikincil bir görevin tekdüzeliğiyle bunalmış bir devlet görevlisi.
Ana çizgileri belirtilen bu kahramanlara, tüm umudu parasız yatılı okumak olan bir kızı, parasız yatılıya izin vermeyen üvey babayı; sekiz kişilik ailesinin üç tabağı olan Cevahir'i; Cumhuriyet balolarında güzelliğiyle gözaldığını anlatan bir başka yaşlı kadını da katabiliriz. Ya da onaltısında, kırkını geçmiş erkek güzeli yarbayla evlendirilen köylü kızı. Yarbay'ın genelevden çıkartıp uzun süre yaşadığı, güzelliği dillere destan kadını. Bu kişiler, Füruzan'ın öykülerindeki kişilerle akraba gibidirler. Füruzan bu üç öyküyü, kitaplarının kişilerine okuru ısındırmak, bir tür giriş yapmak için, ilk kitabına almış gibidir. Bir operanın uvertürü gibi. Bu öykülerdeki kimi ayrıntılar, "yoksul evlerin kederli soğuğu", "ak sabunlarla yıkanmış tertemiz kışlık yer yatağı", küçükken yıkanılmış ak sabunlar, antika dolaplar, ceviz yapraklarının kokusu, yoluk üzgün kaşlı kadınların yer aldığı fotoğraflar, başka öykülerdeki ayrıntılarla bütünleşecektir. Öykülerden birinde, yoksul dul, genç kadının saçlarını yıkadığı sabundan şikâyetiyle örneğin ..
Bu tür bağlaç ayrıntılar, yalnızca bu öykülerde görünmez. Su Ustası Miraç öyküsünün "ana"sı, pek çok özelliğiyle, Nehir öyküsündeki küçük hizmetçiyi anımsatır. Bir bakıma Su Ustası Miraç, Nehir'in devamı gibi okunabilir. Su Ustası Miraç'ın tutuklu kahramanı Vedat ise 47'lilere hazırlık tiplerindendir. Ortak özellikler göz önüne alınırsa, Su Ustası Miraç'ın anası ile Gül Mevsimidir' deki yaşlı kadının, Nehir' deki küçük hizmetçi kız ile 47'lililer' deki Kiraz' ın akrabalığından da söz edilebilir. Yoksul sevdiğiyle evlenememek bakımından Berlin'in Nar Çiçeği'nin Frau Elfride Lemmer'i ile Gül Mevsimidir'in Mesaadet Hanıme fendisi benzer kaderleri paylaşırlar. Yaşamlarının son günlerinde paragöz yakınlarının ölümlerini bekleyişlerinin boğuntusunu da eklemek gerekir ortak yazgılarına.
İskele Parkları'ndaki "küçük kız" ise, Parasız Yatılı'nın, Yaz Geldi'nin, Gecenin Öteki Yüzü'nün küçük kızlarına benzer pek çok özellikleriyle. Yaz Geldi'deki kız, "yukarı/Beyoğlu'na" bir gün gideceğini söylediği satırla, Kuşatma'nın, Benim Sinemalarım'ın hazırlığını yapar. Ah Güzel Istanbul'un da ... Bu kızlar, dul, yoksul ve güzel annelerin kızlarıdır çoğunlukla. Edirne'nin Köprüleri'nde yer alan göçmen ailenin küçük kızları ise serüvenlerini Redife'ye Güzelleme ve Temizlik Kolu'nda sürdürürler. Nineleri, sırtlarındaki dolapta sakatat satan babaları, yengeleriyle…
Füruzan, küçük kızları, ister yalnız bir çocukluk yaşasınlar, ister ailede mutlu, okulda dışlanmış olsunlar, öykülerinin bir yargılayıcısı, bir ölçeği olarak kullanır. Bu yargılayıcı, ayrıntıların ve dünyanın farkında küçük kızların biri de, 47'lileri Emine Semra'sıdır.
Yaz Geldi adlı öyküde küçük kızdan daha korkak, daha yalnız bir erkek çocuk da yer alır. Bu erkek çocuk, Gecenin Öteki Yüzü adlı kitaptaki çocuk öyküsünün kahramanıyla benzerlikler gösterir. Aynı kitaptaki Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Kent ise onun ve benzerlerinin sonlarının öyküsü gibidir. Kuşatma'nın, Benim Sinemalarım'ın Yaz Geldi'nin, İskele Parkları'nın fınali oluşu gibi. Benim Sinemalarım'daki, Kuşatma'daki genç kadınların anneleriyse Edirne'nin Köprüleri öyküsünde bir başlarına, "tango olmuş kızlarını" düşünerek, tüccara düğme dikerek geçinmeye çalışırlar. Denilebilir ki, Füruzan, yoksul İstanbul halkının öykülerini, kimi benzer tipler ve olaylarla birleştirerek bir mozaik oluşturur. Bu mozaiğin kenar çizgilerinde evlatlıklar, soylu ya da atlamış yaşlı kadınlar durur. Yoksul erkek çocuklar belirsiz gelecekleri ile mozaiği tamamlarlar. Öykülerin en az görünen renkleri, yoksul ya da varsıl, erkeklerdir. Ölerek, bir gece bir genç kızın koynuna girerek, eşlerini aldatarak, onları hor görerek öykülerde kimi etkinliklerde bulunurlarsa da, varlıkları yalnızca öykülere gerektiği için gibidir.
Bitmez bir gurbetçilik
Füruzan'ın tüm yazdıkları göz önüne alındığında, onun ana kahramanının "gurbet" duygusu olduğu söylenebilir. Yadırgama ve özlem duygusu da denilebilecek bu gurbetçi duygusu çoğunlukla göçlerden kaynaklanır. Onun kahramanlarının hemen hepsi bulundukları yer, zaman ve sınıftan tedirgindirler. Çünkü çevre, bir biçimde onları dışlamaktadır. İster şimdi Türkiye sınırları dışında kalmış ülkelerden, ister bir başka şehirden göçmüş olsunlar, doğdukları yerleri özlerler. Yakınları ya da yakınlık duydukları kişilerle bir bayramı birlikte kutlayarak, alışık oldukları yemekleri pişirip, özledikleri türküleri söyleyerek gurbet duygusunu aşmaya çalışırlar. Bu eski yurdu anış töreni Edirne'nin Köprüleri'nin ve Gecenin Öteki Yüzü'nün tansiyonu en yüksek bölümleridir. Okurun kendini büyülü bir ayinde bulduğu bu bölümlerin ortaklıklarını bir gözden geçirelim isterseniz…
Edirne'nin Köprüleri: Zaman: Bayram Akşamı. Önemli konuk: Yıllardır görülmemiş bir memleketli çift. Aile konuklarıyla birlikte "sağlıklı, muhtaçsız bir ilk bayram" kutlamaktadır. Aile göçmendir.
"İşte o sıra İshak Amcanın gelini bir türkü söylemeye başladı. Sözleri onların geldiği yere dairdi. Biz anlayamıyorduk, ama ezginin yumuşak, içli etkisi odayı sarıvermişti. (…) Türkü onun anlatmak istediği her şeyi tek tek arıtıp diriltiyordu. Ninemin ormanlarının dibinden kocaman pınarlar akıyordu. Onun her iki sözünün biri olan güneş en güçlü sarısıyla doğup dağ höyüklerine dek giriyordu. (.. .. ) Ninem, - Mari kızanlarım, dedi, bu düğün bayram türküsüdür. Bunun bir de hora tepmesi olur. Haydi davranın. (…) İshak Amca başta, yanında İshak Amcanın gelini, yengem, amcam ayakta sıralanıp birbirlerinin omuzunu tuttular. Oyunlarını kutsarcasına bir an dimdik durdular. Sonra, öne doğru şöylece bir eğilip oyunlarına başladılar. ( ... ) Hiç tanımadığımız hiç bilmediğimiz kişilerdi bu adamızdaki oyunu sürdürenler. Güçlü, ince, sevecenlik doluydular." (Edirne'nin Köprüleri, Parasız Yatılı, Yapı Kredi Yayınları, s. 93,94,95) ..
Gecenin Öteki Yüzü: Zaman: Yılbaşı gecesi. Önemli konuk: İstanbullu dul bir genç kadın ile küçük kızı. Ev sahibi, "çok kar yağan, eşsiz peynirleri olan" bir ilden okumak-çalışmak için İstanbul' a kız kardeşiyle' göçmüş bir genç adam. Aile Istanbul' da kendince yılbaşı kutlamak istemektedir.
"Genç adam sazı göğsüne yasladı. Bir süre telleri denetledi. Küçük kız, ilk kez gördüğü bu çalgıya dokunma isteğini bastırarak sevinçle baktı. (....)Genç kız ak ipekten büyükçe bir mendil tutuyordu. Sazın hızlı girişiyle oyuna başladı. Ayaklarıyla kayıyormuş gibi dolaşıyor, davranışları sazın tınılarıyla bütünleşiyordu. Kilimin renkleri, sobanın korlaşmaya yönelmiş yüzü, peynir tepsisi, meyveler, semaver, inik perdelerin ötesinde kenti alabildiğine saran karların ığıltısı ayrı ayrı duyuruyorlardı varlıklarını (.. ) İki kardeş yan yana durdular. Sonra genç adam, ablasının biraz ardına kaydı. Seslerini aradıkları kalınlıkta tutarak türkülerini mırıldanmaya başladılar. Söyleyişleri yavaştan hızlıya akıyordu."
(Gecenin Öteki Yüzü, Yapı Kredi Yayınları, s. 172,174)
Her iki öyküde de, yurtlarını özleyenlerin yaptıkları dans, söyledikleri türkü, iki ayrı işlev taşır. Özlem gidermek, özlemini yabancıya anlatmak. Edirne'nin Köprüleri'nde, seyirci ve yabancı, evin küçük kızlarıdır. Gecenin Öteki Yüzü'ndeki seyirci ve yabancı ise genç kadın ile kızıdır. Genç adam, alıntılamadığım yöre dansını yaparken, doğduğu yere özlemi kadar, kendini beğendirme isteğini de anlatır. Bu öyküdeki genç kadın da bir gurbet duygusu içindedir. Alışık olmadığı bir semtte, alışık olmadığı koşullarda yaşamanın sıkıntısını, yakında ailesinin yanına döneceğini söyleyerek aktarır.
Füruzan'ın öykü kişileri, roman kahramanları bu gurbetçilik duygusu, yaşadıkları yer, yaş ve zamanı yadırgamalarıyla okurla yakınlık kurarlar. Bir bakıma varoluş sancısıdır duyurdukları. Arada, törenler, yemekler, oyunlarla rahatlamaya çalışırlar. Bu rahatlama, benzer duyguları paylaşma, yakınlık duyduklarıyla birlikte olma biçiminde gerçekleşir bazen. 4/'liler'in Emine'si, işkenceden sonra duyduğu sürekli bulantıyı, sevdiğinin ağabeyine hazırladığı yemeği paylaşırken aşar. Aştığı, işkencenin verdiği kendinden iğrenme duygusudur da.
Lodoslar Kenti
Füruzan'ın tek şiir kitabı Lodoslar Kenti (ilk basılışı 1991) onun İstanbul anlatıları okunduktan sonra okunması gereken bir anlatı. Adından başlayalım, Gül Mevsimidir' de açıklanır İstanbul'da lodosla poyraz'ın sınıfsal durumu: "Paşaların beyzadelerin oturduğu yerlerde, konakların denize sırtı dönüktür, ön yüzleri poyraza açıktır. Çünkü lodos rahatsız edicidir ve poyrazın soğuğundan korkmak ancak kenar yerlerde yaşayanlar için caizdir."
Öyleyse Lodoslar Kenti, yoksulların, "kenar yerde" yaşayanların anlatısıdır. Ve onların sevdalarının. Füruzan bu kitabında, bütün kitaplarından daha umutlu bir sesle konuşur: "Lodosların gürleyen vuruşlarına alışığız biz / Her dalga / bir kez çarpar gövdemize/ bir kış dönüşürken bahara/ nice değişmelere uğrar doğa./ Doruklarda karlar erirken/ nehirler cömertçe toprağı doyururken/ sevdamız da değişerek ayrımını koruyor hep/ terekesinde/ kentimizin biz/ onunla,/ kaynaşarak çıkacağız geleceğe/ biliyoruz" (Lodoslar Kenti, aynı adı taşıyan şiir, YKBY, s. 119)
Füruzan'ın siirlerini okuduktan sonra onun İstanbul'un yalnız, yoksul, dışlanmış çocuklarını anlattığı öykülere dönün bence. Çünkü bu şiirler onların sevdalarının ve belki kurtuluşlarının bir kez daha yorumlanışıdır.
|
|