![]() | ZemberekGüven Turan | Anasayfaya |
ZemberekGüven Turan, yetkin dili ve edebiyatımızda az rastlanır konu-kurgu çeşitliliğiyle yirmi yıl sonra gelen 'Zemberek'i farklı kılmayı bilmişhttp://www.radikal.com.tr YALÇIN TOSUN Öykü ve hatta kısa öykünün şiirle, romanla ve diğer edebi türlerle nasıl bir ilişkisi vardır? Sözcüklerin seçimindeki arılık ve özen midir -kısa öyküyle örneğin- şiiri akraba kılan? Yoksa aslında yok mudur böyle bir yakınlık? Ya da bir öykü ne zaman kısa bir roman ya da bir roman parçasına öykünür? Bu ve benzeri sorular edebiyatın birden çok alanıyla uğraşmış kişilerin eserleri söz konusu olunca önemini artırıyor. Güven Turan da şiir, roman, deneme, eleştiri alanlarında verdiği eserleriyle ve çevirileriyle uzun yıllar boyunca verimini eksiltmemiş bir kalem. Bu kez kısa öykülerini topladığı Zemberek’le okuyucuyla buluşuyor. Haliyle edebiyatın birçok dalında imzası olan bir yazar söz konusu olunca öykünün bugününü kımıldatan, yeni bir yaklaşım ümidiyle yola çıkıyor okuyucu da. Dikkat çeken iki öykü ZEMBEREKGüven TuranYapı Kredi Yayınları 2009 92 sayfa, 7 TL. ZEMBEREKZemberek, saatin belirli bölümlerini harekete geçiren yaya verilen ad. Bu kitap da bizim beynimizin ve kalbimizin belirli bölümlerini harekete geçirme başarısını gösterdi.Benim öyküm olan Çağ Taşkını,Barok sanat ile başladı ve beklenmedik bir cinayetle sonuçlandı. Akıl almaz bir kurguyla yazılan bu küçük hikâye bir detektif dikkati gerektiren bir okuma istiyor. Tam üçüncü okuyuşumda zemberek boşaldı, herşey aydınlandı kafamda en ufak detayına kadar. Detaylar, görmediğimiz farkına varmadığımız detaylar yaşamı ıskalamamızım nedeni değil midir? Dikkat, farkındalık ve görmeyi bilmek aydınlığa ulaşmanın anahtarları. Bu öykücük bana çarpıcı bir ders verdi. Nasıl okumam gerektiğini bana bir kez daha anımsatta. Edebiyat çala kalem yazılmadığı gibi, üstün körü okunmaz, okunmamalı da... |
20 Haziran 2009 |
Yazdığı her türde olduğu gibi öykülerinde de kadını ön planda tutan Güven Turan'la TiJEN PARLAK konuştu
Güven Turan, yirmi yıl gibi uzun bir zaman sonra Zemberek adlı kitabında yeni öykülerini yayımladı. Öykülerinin kurgularını diğer sanat dallarından beslenerek kotaran, Turan'la yeni kitabı hakkında konuştuk.
- Bundan önceki öykü kitabınız yayımlanalı yirmi yıl olmuş!
- Bu süre içinde şiir öne çıktı... Biri daha yayımlanmamış dokuz şiir kitabım var bu süreçte. Ama aralarda hep öyküye döndüm. Birer birer birikti böylece.
- Kapaktaki ürkütücü hava, öykülere de yansıyor. Neden böyle mekânlar, zamanlar ve kahramanlar seçiyorsunuz?
- Zeynep İnal o kapağı öyküleri okuduktan sonra yaptı zaten. Ben gotik anlatıyı, korkuyu, fantastiği severim... Polisiye, cinayet edebiyatını da.
- Hep farklı kentler ve her kentin kendine ait yitip giden kadını var...
- Bu bir Flaubert sendromudur belki de! Bundan önceki öykülerimde de, romanlarımda da kadın karakterler hep öne çıkar. Kadınları yazmayı da seviyorum. Müthiş bir güç var kadınlarda. Müthiş bir dinamizm. Ve müthiş bir gizem. Ben bir erkekle yarım saat konuşayım, onun hayatının sonuna kadarki yapıp edebileceklerini sıralayabilirim ama bir kadınla yıllarca beraber olun, onun bir dakika sonra ne yapacağını kestiremezsiniz. Erkeklere reva mıdır? Evet, koca egolarının içinden çıkıp kadınlara bakmayı bilmedikleri için hak ediyorlar bunu. Onun için Karın Deşen Jack Yedikule surları dibinde buluyor ya belasını benim öykümde!
- Farklı sanat disiplinleriyle kuruyorsunuz öykülerinizi, bunun nedenleri üzerine konuşalım biraz da...
- Çünkü sanatın bütünlüğüne inanırım. Resim hayatımda yazmak kadar önemlidir. Başarısız bir resim deneyimim var. Müziğe de yeteneğim yok. Bu beni daha keskin ve geniş açılımlı bir resim izleyicisi ve müzik dinleyicisi yaptı. Örneğin, Şövalye ve Şeytan'ı Dürer'in ünlü bir baskısında yola çıkarak yazdım. Etüd yarı kurmaca bir Chopin esinlenmesi... Frenhofer'in Gecesi Balzac'ın Bilinmeyen Bir Başyapıt'ının yazılmamış bir bölümü... Her yanıyla sanat sanattan beslenir. Hayattan da beslenir ama onu sanata dönüştürerek beslenir ancak... İşin bir de şu yönü var: Resimle ilişkim, atmosfer kurarken, betimlerken bir hayli yol gösteriyor bana. Müzik de cümle kurarken... 'Müzik cümlesi' ile yazı cümlesi arasındaki ilişkiyi Bilge Karasu'dan öğrendim ben: Karasu, öyküye geçmeden önce 'konser piyanisti' düzeyinde bir müzik sanatçısıydı...
- Bir şair... Doksanında, sanki İlhan Berk! Bu öykünün kurgulanma öyküsü, İlhan Berk'ten mi feyz alınarak çıktı ortaya?
- Bu öyküyü kurarken hiç mi hiç İlhan Berk'i düşünmedim... Düşünemezdim de çünkü İlhan Berk'in yaşlı olduğunu düşünmüyordum ki. O her zaman benden bile beş on yaş gençti! Hayır bu öyküde asla olamayacağım kendimi kurguladım. Çocuğum yok, torunum olmayacak ve ne yazık ki 'son sonnet'mi yazacağım bir 'küçük gelin' de olmayacak hayatımda. Gene de düşünü kurmak güzeldi.
- Kardelenin Masalı'nı sizden bir zamanlar küçük bir kız olan Ceren istediğine göre, hikâyesini anlatırsınız bize...
- Eski bir hikâye bu! Ceren arkadaşımın kızıydı. Yirmi yıl önce. Bir gün bana, "Neden hep büyükler için yazıyorsun? Bana da bir öykü yazsana," demişti. On yaşlarında falandı. Ben hep masal yazmayı denemek istemiştim zaten ve böyle yazıldı Kardelenin Masalı. Aaa, bakın Yusuf Atılgan'ı, Yusuf Ağabeyi, de kıskanmış olabilirim. Benim yazılacaklar arasında başlanmış, yapısı kotarılmış bir de büyükler için bir masal dizim var. İç içe geçen masallardan oluşan. Bakalım bu kitap ne zaman yazılır...
Zemberek Güven Turan Yapı Kredi Yayınları 92 s., 7 TL
Zaman zaman tanıdığımız gerçeğin dışında, daha başka, algılayamadığımız şeyler olabileceğ ini düşünmek bizi hem korkutur, hem de meraklandırır. Bu duyguya en çok kitap okurken kapılır insan. Gerçek ve gerçekdışı gibi konular özellikle şu iki edebiyat türünde etkili olmuştur: Büyülü gerçekçilik (magischer Realismus ) ve fantastik edebiyat(phantastische Literatur ). Edebiyat tarihinde bu iki tür çok kez aynı anlamda kullanılmasına karşın, içerikleri farklıdır. Büyülü gerçekçilik, 60'lı yılllarda Latin Amerika'da oluş muştur. ´´Boom`` diye adlandırılan bu edebiyat akımı akla Borges, Gabriel Garcia Marquez, Asturias ve Cortazar gibi yazarları getirir. Bu yazarlar, Avrupa'daki gerçeğin yeterli olmadığı ve GüneyAmerika'nın doğ al ve sosyal yönden çeşitliliğinin kendine has bir gerçek gerektirdiği kanısındadırlar. Büyülü gerçekçilik, bildiğimiz gerçek ile efsanelerin, fantastizmin arasındaki sınırı aşar.Yalnız bu yazarlardan bir tanesi, yeni bir gerçek vermekten ziyade Avrupa'daki gerçek ile yeni gerçeği bağdaştırmağa çalışı r; o da Julio Cortazar'dır. Kendisi, Borges ile birlikte, en tanınmış Arjantinli yazarlardan biridir. Cortazar'ın büyülü gerçekçiliği Avrupa romantizmine benziyor, mesela bir Edgar Alan Poe ya da bir Kafka gibi. Bundan dolayı Cortazar'ı n hikayeleri fantastik edebiyat olarak tanımlanıyor.
Peki, fantastik edebiyat nedir? Cortazar'daki fantastik edebiyat hayal gücüyle üretilen dünya ile gerçe ğin arasındaki sı nırı kaldırır. Böylece okurun gerçeği baş ka gözle görebilmesini sağlar. Cortazar'ın fantastizmini irdelemek hiç de kolay değildir. Fantastik olan bir taraftan yazarın kendi yaşadığı, izah edemediği deneylerden ve fantastik edebiyatın metinsel çerçevesinden oluşur, diğ er taraftan ise fantastik olan metinlerarası et-
kilerin ürünüdür, çünkü alışılmışın dışındalık salt bir fikir olarak etkili olamaz. Fantastik dünya ancak olağandışılıkla normal hayatın birleşmesinden ortaya çıkar. Yine de fantastik metin, her şey olabilen bir dünyayı temsil eder, ama sın ırlarını aşabilme olanağını göstererek yapar bunu. Cortazar'ın hikayelerinde de kişilerin iç dünyasıyla güncel olaylar birleşince fantastik boyutlara ulaşıyor. Mesela bir adamın kazağını giymek isterken kendi kendini boğması ya da insanın başka bir insanda yeniden doğması ( Reinkarnation).
Özellikle ikinci örnekte fantastik edebiyatın ne kadar etkileyici olabildiği gözönüne geliyor. Bu hikayenin adı Gizli Silahlar ( Las armas secretas ). Hikayenin kahramanı Pierre, güncel olaylara en ufak ayrıntılarına dek çok ilgi gösterir. Pierre ile kız arkadaşı Michele geçimsizlikle sevgi arasında parçalanan bir aşk ilişkisi sürdürürler. Michele yıllar önce bir Alman asker tarafından tecavüze uğramıştır. Asker sonra yakalanıp öldürülmüş tür. Pierre günden güne o askere benzemeye başlar, mimikleri ve davranışları değiş ir. Sonuçta tecavüz sahnesi Pierre tarafından aynı şekilde sahnelenir ve hikaye burada biter.
Hikayenin ilginç yönü şudur: Pierre'in o asker olup olmadığı son sahneye kadar ortaya çıkmıyor. Hatta hikâyeyi okuduktan sonra bile gerçek ile fantastik dünyayı ayırt edebilmek zor. Burada Cortazar güncel yaşamı bambaşka bir bakış açısından anlatmaya çalışıyor. Hikâyelerindeki karakterler güncel ş eylere çok ilgi gösteriyorlar. Bu ilgiden dolayı güncel şeyler müstesna ve mistik bir olaya dönüşüyor. Hayal gücünden yola çı-
karak Cortazar gerçeğ i aramakta.Realitenin yeni boyutları izinde Cortazar gerçeği arıyor. Yazarın gerçek üzerine düşünceleri şöyle: Fantastik dünya objektif olayların bir parçası değ il, başka bir gerçeğ in varoluşunun bilincine varmaktı r. Bu anlamda Cortazar için gerçekle fantastizm (fantastik olan) var, yalnız fantastik dünyanın genellikle algılanamayan bir farkı, gerçeğin bir parçası olmasıdır. Fantastizmi ya şayabilmek için öncelikle güncel korkularımızı üzerimizden atmamız ve bilimsel tasarlanmış korunmalı gerçeği terk etmemiz gerekir. Ayrıca Cortazar'ın düşüncesine göre insanlar böyle bir dünyaya evet demekle hayatın ta kendisine evet demiş olurlar, ama tamamen hür bir şekilde ve akılla hayal gücünü son aşamaya kadar kullanarak.
Peki, tüm bu Cortazar'ı n gerçek ve fantastizm üzerine yaptığı tasarımlar bizim yaşadığımız gerçek için de geçerli mi? Önce ş öyle bir fark var: Cortazar, fantastik dünyayı edebiyatı ile yaratır. Normal hayatta ise ancak rastlantılarla fantastik bir dünyanın varlığına inanabiliriz. Örneğin çoğu insan bir kişiyi daha önce tanımış olduğunu hisseder, oysa o kişiyle bu ilk karşılaşmasıdır. O an mistik bir atmosferin varolduğunu hissederiz Gerçekdışı olaylardan korktuğumuz kadar da onları merak ederiz. Fala bakarız ve büyüler yaparız. Ama Cortazar'ın kastettiği fantastizm sadece o değ il. Daha ziyade güncel yaşamda birçok şeye başka türlü bakma olanağını bulamadığımızı dile getiriyor. Gerçekten dünya gözlerimizle gördüğümüz, kulaklarımızla duyduğumuz ve ellerimizle hissettiğimiz gibi mi? Yoksa algılayamadığımız şeyler var mı? Bunu bilemiyoruz. Gerçeğe başka açıdan bakmak zenginleştirici olabilir, ama fantastizmi gerçekte de yaşamak olanaksı z görünüyor.
Güven Turan, yeni yayımlanan "Zemberek" adlı kitabıyla, esrarlı ortamlarda gizemli öykülerin dolandığı, fantastik, Borgesvari hikayeleri, damıtılmış kültür göndermeleriyle bezeyerek, bizleri düşsel alanlara taşıyor.
Sözsüz soneler, döngüsel adresler, ters-tepen cinayetler, yılanlaşan kadınlar, susuz pınarlar, yaşayan-ölü ressamlar, şeytanlar. şövalyelerle Türk fantastik edebiyatının en güzel örneklerinden birini veriyor. Kültürel ağırlıklı bu öyküler, ressam, şair, yazar olan ustaların yapıtlarına paralel olarak kurgulanmış. Frenhofer, Karındeşen Jak, Melusina, Holofernes, Ulis ve daha sanat tarihinin pek çok karakterinin yer aldığı karanlık, gizemli, tekinsiz havada geçen, özellikle kadınların cinayete yatkın olduğu öykülerde “gerilimin zembereği kurulmuş.”
Kitabın sonundaki "Kardelen'in Masalı" adlı ışıl ışıl öyküsü ise diğer öykülerin aksine umut vaat ediyor.
Güven Turan’ın Balzac’ın “Gizli Başyapıt” adlı eserine paralel olarak yazdığı “Frenhofer’ın Gecesi” öyküsüne girmeden önce Balzac’ın hikayesine bir göz atalım, 17. yüzyılın en ünlü ressamlarından olan Frenhofer senelerdir bütün yaratıcılığını ortaya döktüğü bir tablo üzerinde gizli, gizli çalışmaktadır. Frenhofer’ın ateşli hayranları olan Poussin ve Pourbus (o devirde yaşayan gerçek Rönesans ressamları) büyük bir merakla ustanın yıllardır üzerinde çalıştığı eserini görmek isterler. Frenhofer’a tablosunu göstermesi için baskı yaparlar ama başarılı olamazlar.
Büyük usta sonunda başyapıtını göstermeye razı olur. Tabloyu gördüklerinde ressamlar büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Çünkü onlara göre tuval bomboştur. Resmin sağına soluna dolanırlar, hayal meyal bir takım şeyler görmeye başlarlar. Tablonun bir kenarında boya katmanlarının derinliklerinden gelen bir ayak görürler. Frenhofer üst üste eklediği tabakalarla tabloya saydam bir derinliikle, üç boyut kazandırmıştır. Mükemmellik arayışında, eserini, kat kat boya altına gizlemiştir. Eserdeki derinliği anlamaktan aciz Pourbus ve Poussin için Frenhofer kudurmuş bir çılgın, bu “büyük eser” ise bulaşmış boya tabakaları ve çarpuk çırpık çizgilerden başka bir şey değildir. Ertesi gün yeniden Frenhofer’ın atölyesine gelen Pourbus, büyük ressamın, tablolarını yaktıktan sonra öldüğünü öğrenir.
Balzac’ın bu eserini inceleyen bazı kritiklere göre Frenhofer başarısız bir ressamdır ve bu başarısızlığını idrak ettiği anda kendisini öldürmüştür. Diğer kritikler ise başarısızlığın Frenhofer da değil aslında onun eserini anlamaktan aciz olan Poussin ve Proubus ta olduğunu söylemektedirler. Bu tezlerinin dayanağını da metnin kendisinde bulmaktadırlar : Balzac öyküsünde “Sizler bir kadını çiziyorsunuz ama onu görmüyorsunuz.” der. Doğanın gizlerine ulaşmanın yolu bu değildir.. Amaç doğayı kopyalamak değildir. Formu, fikirlerin, duyguların ve heyecanların aracı olarak kullanmak işte o engin bir şiirdir.
Resim sanatı kopyalama sanatı değil, şiirsel bir sanat dalıdır. Frenhofer da tabloyu bir şiire dönüştürmek istemiştir. Frenhofer’ın başarısı resim ve şiir gibi farklı sanat dalları arasındaki sınırları aşabilmesidir. O resim sanatını edebiyat, ressamı şair olarak görmektedir. Sonuç olarak Balzac’ın şiiri, okuyucu için “olmayan” bir tablo yaratmaktır. Tablo yalnızca Balzac’ın “Gizli Başyapıt” ında varolmaktadır. Bu nedenle hem Balzac, yazında, hem Frenhofer, resimde kurgu ürünü olan eserler yaratmayı başarmışlardır. Resim ve edebiyat içiçedir.
Güven Turan, Frenhofer’ın Gecesi adlı öyküsüne Frenhofer’un ölümünden önceki sekansta başlar ve diğer öykülerinde olduğu gibi beklenmediik bir sona doğru ilerler. Onun versiyonunda Pourbus ve Poussain, büyük düş kırıklığı içinde atölyeden ayrılırlar. Onların olumsuz tepkilerinden etkilenen Frenhofer tablolarından birkaçını ayırıp kalanını yakmaya başlar. Başyapıtına sıra gelir. Bütün ışıkları tablosuna doğrultur.Modelin Knidos Afroditi olarak resmedildiği tabloda birkaç çoban bir lahitin önünde toplanmıştır. (Poussin’in bir tablosu) Lahitin üzerinde “In Arcadia Ego” yazısı okunmaktadır. (Arcadia eski Yunanistan’nda sade ve mesut bir ırkın sonsuz bir yaz mevsiminde yiyip, içip, dansettiği kırlık bir utopik bahçe olarak tanımlanmaktadır.)
In Arcadia Ego terimi “Arcadia da bile ben varım” anlamında kullanılmaktadır. Yani Poussin’in ve dolayısıyla Frenhofer’in tablosunda çobanların lahit üzerinde keşfettiği yazı olan “In Arcadia Ego”, onlara herşeyin geçici olduğunu, ölümün Arcadia’da bile var olduğunu anlatmaktadır. Ayrıca, bir başka yoruma göre: çobanlardan biri, işaret parmağıyla lahitin üzerine düşen bir gölgenin etrafını çizmektedir. Bu, sanat tarihinde resim sanatının keşfedildiği an olarak görülmektedir. Ancak bu lahite düşen gölge aynı zamanda ölümün bir sembolü olarak ta kabul edllmektedir. Sanat tarihçileri bu girift kompozisyonu sanatın keşfinin, insanoğlunun ölüme karşı meydan okuması olarak ta yorumlamaktadırlar.
Güven Turan’ın öyküsünde Frenhofer’ın tablolarının bir kısmını yaktıktan sonra başyapıtını yanında götürmek üzere rulo yaparken birden havaya kaldırıp sonra yüzüne yaklaştırarak kahkahalarla “In Arcadia Ego” yazısını öpmesi, “siz beni reddetseniz bile Arcadia’da bile varolan ölüm gibi ben de varım ve sanat tarihinde de yerimi aldım,” anlamını taşımaktadır.
Yazar diğer öykülerinde olduğu gibi kendine özgü, okuucunun beklemediği, bir çalım atarak, “Turanesk” bir sonla öyküsünü tamamlar. Frenhofer bu öyküde kendi yerine, ardında bir başka ölü (belki de bir doppelganger) bırakarak yeni bir hayata doğru yol alır.
Hem Balzac’ın hem Güven Turan’ın öyküleri aynı cümle ile son bulur : “...Ertesi gün Pourbus kaygılar içinde, Frenhofer’ın evine gitti gene ve onun, o gece, resimlerini yaktıktan sonra öldüğünü öğrendi.”
Bir Not : Balzac’ın esrarengiz öyküsünden etkilenen Picasso kendisini Frenhofer’la özdeşleştirmiş ve 1930 yılında tuhaf bir kaderin cilvesi olarak Frenhofer hikayesinin geçtiği evi kiralamış ve Balzac’ın eserinden tam yüzyıl sonra başyapıtı Guernica’yı burada tamamlamıştır. Guernica ilk bakışta Frenhofer’ın başyapıtı gibi bulaşık çizgi ve renklerin toplamı olarak görünse de Picasso Guernica’yı büyük bir gizlilik içinde yaptığı ve sanat hayatının tüm temalarını bu tek tabloda topladığı için kendi eserini Frenhofer’ın “Gizli Başyapıt” ı ile eşdeğer olarak gördüğü söylenebilir.
Söyleşi: Kadir Aydemir
http://www.yitikulke.com/guven-turan-ile-soylesi.htmlGüven Turan’ın yazdığı romanlar Üçlü adıyla yeniden kitaplaştı. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitapta yazarın, Dalyan (1978), Yalnız mısın? (1987), Soğuk Tüylü Martı (1992) adlı romanlarını bir arada bulmak mümkün. Bilindiği gibi Güven Turan, Dalyan ile 1979 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü almıştı.
Kendisiyle Üçlü üzerine konuştuk…
-Üçlü’de, neredeyse sekiz dokuz yıl arayla yazılmış olan romanlarınız bir arada bulunuyor. Yazarlar yapıtlarına kendilerinden ve yaşadıkları dönemlerden çok şey katarlar, deriz hep. Sizin eserlerinizde de üç ayrı dönem -rahatlıkla- sezinlenebiliyor, öyle değil mi? Sizi bu üçlemeye götüren şeyler nelerdir?
Bu romanları bir “üçleme” oluştursun diye yazmaya başlamamıştım, onun için de “üçleme” demedim “Üçlü” dedim… Bir bakıma, Ortaçağ sonlarıyla Rönesans başlarında yaygın olarak görülen “triptych”ler gibi… Üç panodan oluşurdu bunlar ve orta bölmede Meryem (çocuk İsa’lı ya da İsa’sız) bulunur, iki kanatta bulunduğu yere bağlı olarak, kentin, kilisenin ya da sahibinin azizlerinin resimleri yer alırdı. Bosch, bu üçlü yöntemi tümüyle çılgın bir biçimde ele almıştı bugün, Madrid’de, Prado Müzesi’ndeki Dünyevi Hazlar Bahçesi adlı harika triptych’inde örneğin! Benim Üçlü, daha çok Bosch’un yapıtına benziyor! Bu üç roman, 1970 başıyla 1980 ortaları arasını belli bir bakış açısından, yansıtmaya çalışıyor.
-Üçlü’nün ve sizin ilk romanınız olan Dalyan’daki karakterlerde, hayata karşı bir boş vermişlik, duygu ve davranışlarda yer yer garip isteksizlikler gözlemliyoruz…
İlkgençliğimde Varoluşculuk’tan, Schopenhauer’den, Nietzsche’den, Kierkegaard’dan, Camus’den çok etkilendim ben… Bir de benim öyküleme tekniğim, dışardan bakma üzerine kurulu. Bakıyor ve yorumsuz yansıtıyor gizli anlatıcı romanları. Yorum okura bırakılıyor… Dalyan’ın adsız kişisi, gerçekten tepkisiz mı, tepkisizse, neden? Ben vermiyorum bu soruların yanıtını, okurun değerlendirmesine bırakıyorum.
-Yalnız mısın? romanının kahramanı Orhan’la, Soğuk Tüylü Martı’nın ana karakterlerinden Uğur’un yolları Yeniköy’de bir kahvede kesişiyor. İki roman arasındaki bu narin ayrıntı ile neyi vurgulamak istediniz? Bu geçişte bir soru işareti var mı?
Daha Dalyan’ı yazmaya başlamadan bir üçleme kurma niyetinde olmadığımı söyledim ama, Yalnız mısın’ı yazarken, Dalyan’la bağlantı kurdum. Örneğin Dalyan’da adsız kişi, güneydeki adsız şehirde (ki tümüyle kurmaca bir yer orası, başlangıçtaki Ankara’nın neredeyse milimetrik gerçek olmasına karşılık) otelde balkondan aşağıya bakarken alt balkonda bir kadınla erkek görür… İşte onlar, Yalnız mısın’ın Verda’sı ile erkek arkadaşıdır! Ve Yalnız mısın’da Orhan’ın gittiği Yeniköy’deki kahvehanede Soğuk Tüylü Martı’da Uğur aynı anda vardır! Bunlar, bir açıdan olasılıkların saçmalığı (Varoluşçu anlamda) üzerine benim bir tür dalga geçmem… Ciddi bir açıdan bakıldığında ise, Görecelik (Relativity) Kuramı ile de açıklanabilir… Nasıl isterseniz… Her ikisi de geçerli.
-”Üçlü değişim noktasında oluşumun
ben de yorgunum kendimi kendime gizlemekten”
yıllar önce yazdığınız bu dizeler Dalyan’ın yazıldığı zamana denk düşüyor. Üçlü sözcüğü romanların ortak adı için bir tesadüf mü, yoksa bilinçli bir tercih mi? Bu üçgeni biraz açar mısınız?
Şimdi de Yaz Üçgeni diye bir roman yazıyorum! Hızla da ilerliyor… Üçgen, garip bir formdur. Hem sabit ve dengededir hem her an devrilebilir… Özellikle eşkenar üçgenler bende bu garip, ikilemli, ikircikli duyguyu uyandırır. Romanlarımda da bu ikilemli, ikircikli duyguları ele almayı seviyorum. Üçlü ilişkilerin dengesizliği gerçekte, biri sabit, ikisi değişken, ikili ilişkilerden kaynaklanıyor kanımca. Üçgen üstelik müthiş gergin bir form… Üçlü ilişkiler de böyle değil midir?
-Güven Turan, romanlarından insanlara nasıl bakıyor? Şiirlerinizdeki gözeneklerden mi yoksa kendi deyiminizle “Unutulmuş bir evin unutulmuş camlarından” mı?
Daha çok, bir kalenin mazgalından! Kierkegaard, “hüzün kalemimdir benim,” demiyor mu günlüğünde? Aragon da “mutlu aşk yoktur” demiyor muydu? En ala ala hey yaşıyor diye suçlanabilecek Soğuk Tüylü Martı’nın Uğur’un bile içinde ölüm içgüdüsüne bulanmış bir hüzün taşımıyor mu? “Unutulmuş bir evin unutulmuş camlarından” bakıldığında da aynı derecede uzaktır her şey. Aynı derecede “flu”dur… Sahi, bunlar benim insanlara bakışım değil, benim kişilerimin, insanlara ve dünyaya bakışlarıdır, aman karıştırmayalım bu iki bakışı!
-İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiş bir yazar olarak, romanlarınızda İngiliz Edebiyatının özellikleri görülüyor mu? Örneğin cinayet olgusunu sıklıkla işlemeniz buna bir kanıt olabilir mi?
Evet, bu espriyi sık sık da yaparım: İnsan bir lise, iki doktora denemesi, bir yüksek lisans, bir lisans boyunca (toplam 10 yıl mı ediyor?) Shakespeare okumuşsa, şimdi de sık sık açıyorsa bu hazretin kitaplarının kapağını, hayatı cinayetsiz düşünemez elbette! Kaldı ki, kansız cinayetleri de az değildir hayatın! Hatta, kansız cinayetler daha bile ürkütücüdür. Şaka bir yana, bu üç romanda, toplumsal şiddetin bireysel dışavurumlarıydı, anlattıklarım. Kültürel yapılanması ne olursa olsun, bir yabancı da olsa, bir süre sonra içinde yaşadığı toplumdan arınamaz hiç kimse. Birey, en eğitimlisinden en eğitimsizine, sosyal olarak en yükseğinden, en yoksuluna, toplumla aynı yapısal özellikleri taşır bence.
-Romanlarınızda bazen düzyazıdan koptuğunuz ve şiir diline çok yaklaştığınız oluyor… Bazen şair kimliğiniz ön plana çıkıyor sanki…
1959′da, daha edebiyatçı olmaya karar vermem bir yana, aklımdan bile bunu geçirmezken, çok yakın aralıkla, Yaşar Kemal’in İnce Memet’ini ve Faulkner’in “Delta Autumn”unu (Delta’da Güz), Virginia Woolf’un Deniz Feneri’ni okumuş ve bu yapıtların betimlemeleriyle, hele hele ilk ikisinin girişleriyle büyülenmiştim. Romanı şairce yazmayıp romancı gibi ve romancı olarak yazmaya çaba gösteririm. Gene de özellikle betimlemelerde, görsel dil, şairliğimi yardıma çağırıyor sanırım.
-Üçlü’de yer alan üç romanda da erotizmi kullanış şekliniz göze çarpıyor. (Ateşli sevişme sahneleri, baştan çıkartıcı oyunlar vb.) Kimi şiirlerinizde de lirik bir dille erotizmi işlediğiniz olmuştu… Güven Turan için edebiyatta erotizm nerede saklanıyor?
İnsanın doğasında! İnsanı insan yapan öğelerden biridir, cinselliği doğal üreme içgüdüsünden sıyırıp, salt çiftleşmeden çıkartıp, onu saf haz duygusuna dönüştürmesi. Cinsellikteki saf haz duygusudur işte bence erotizm. Erotizmdeki saflık çocukça bir saflıktır, bir oyun saflığıdır. Cinsellik oyunbazlığını, saflığını yitirdi mi yaratıcılıkta, pornografiye dönüşür. Şunu da belirteyim, ben pornografiye de karşı değilim. Yetişkin insanlar arasında karşılıklı kabul üzerine kurulu her türlü cinsellik deneyimi, bireysel özgürlüğün temellerinden biridir kanımca.
-Bir şiirinizde “Aynı izlerden geçmemek için / Gözlemle yetindik denemedik betimlemeyi” diyorsunuz… Romanlarınızla aynı yıllarda yayınlanan diğer romanlar hakkında kısaca ne düşünüyorsunuz? Ötekilerin betimleme sanatını başarılı bir şekilde kullanabildiklerine inanıyor musunuz?
Ben hem şiirimde hem anlatımda (öyküde ve romanda) genel eğilimlerden, kabul gören yaklaşımlardan özellikle kaçmayı seçtim. Dalyan, 1978′in son aylarında çıkmıştı; 1976′da yazmaya başlamıştım… Bu romanımdan bugüne gelen süreç içinde elbette çok sevdiğim, önemli bulduğum, hatta okuyunca sarsıldığım pek çok kitap çıktı… Özellikle betimlemelerine takıldıklarım oldu mu? Anımsamıyorum şimdi.
-Güven Turan sonrası için neler hedefliyor?
Üçlü’nün yayımlanışı galiba etkiledi beni, yeniden roman yazma heyecanı verdi… Yukarıda da söyledim ya, yeni bir roman yazıyorum şimdi: Yaz Üçgeni. Niyetim, önümüzdeki yıl bitirip, çıkartmak bu romanı. Şimdilik iyi gidiyor. Bakalım… Bu konuşma hep roman üzerine oldu, romanla da kalsın, şiir çalışmalarımı karıştırmayayım buraya…
2009 Temmuz 1
dusunselkaralamalar
http://dusunselkaralamalar.wordpress.comGüven Turan’ın yeni yayımlanan kitabı Zemberek’te yer alan,edebiyatın bellek sınırlarını oldukça zorladığı hikayeleri, hayatın girilmeyen gizli anılarının edebi yazıları gibi.
Edebiyat, kendi belleğini oluşturmak için insanın ve toplumun belleğini de kurcalar.
Bu, edebiyat için adeta arkeolojik bir kazıdır; birikmiş olan her şey yeniden üretilmelidir zira.
Edebiyat, tarihin belleğini de deşer. Ki, bu özel bellek, aslında edebiyat için kayıt dışı bir bellektir; tarih boşluğunun duygusu içinde istiflenmiş tüm yaşanmışlıkların işaretiyle ilgilenir.
Edebiyat, kaydı düşülmüş her bellek parçasına ve hücresine şüpheyle bakar aslında; o, artık resmileşerek biçimlenmiş bir bellektir çünkü.
Edebiyat, sözlü ya da yazılı kendi belleğini oluştururken bu belleğe sırlar yükler ve okuruna bu sırları çözmeye yarayacak bazı şifreler de sunar.
Edebiyatın belleği, hayatın bir türlü çözemediğimiz, anlamlandıramadığımız, sıkıştığımızda doğaüstü diye tanımlayıverip, işin içinden çıktığımız şeyleri cesurca ele alıp önümüze koyar.
Edebiyatın belleği, özgür bir bellektir zira.
Edebiyatın belleği,belirlenmemiş bir bellektir aynı zamanda.
Güven Turan, yeni yayımlanan hikaye kitabı Zemberek’te, edebiyatın bellek sınırlarını oldukça zorlamış; hikayelerinde, yazarın bizzat bir bellekçi olarak hissediyoruz; kendi çapında anlamlar üreten bir bellekçilik buı.
Yazar -adını anmadan- duygularımızı, Borges’in İstanbul ziyaretinde sergilediği bellek gücüne yönlendirirken, anlaşılıyor ki kendi bellek referansını da, bu büyük edebiyat ustasının imajına dayandırıyor:
“19.. yılının sıcakların birden yazı getirdiği bir gününde, Ayasofya’dan çıkmış, Kumkapı’ya inen yokuşlardan birindeki bir mahalle kahvesinin asması altında soluklanıyorlardı. Arjantinli Bellek Tanrısı, ellerini bastonunun sapına kilitlemiş, yüzünü Marmara’ya vermiş, susmuş, oturuyordu.(…) ‘Bana insanları söyle… Kimler var,ne yapıyorlar…’ ‘…Bir kapı önünde, bir kızla bir oğlan, bir iple garip bir şeyler yapıyorlar… İpi garip hareketlerle birbirlerinin ellerinden alıyorlar…’ ‘Evet! Bu oyunu ben de oynamıştım… Çok eski bir oyun bu… Edward Gibbon, The Decline and Fall of the roman Empire’ in VI.bölümünde, ordunun zaaflarından söz ederken, Tacitus’a atfen, Annales’ de Germanicus’un ordusunun Elbe kıyılarında, savaşa girmeyi beklerken, bir ip oyunu oynadıklarından söz eder… Tacitus bu ip oyunun Heredotos’un Tarih’ inde değindiği, Mısır’da, çocuklar arasında yaygın olmakla birlikte, büyükler arasında da oynanan oyun olması gerektiğine işaret eder… Bu bilgiyi sadece 1675′te Venedik’te basılmış bir Annales’te bulmak mümkün.”
Güven Turan’ın Kedi Beşiği adlı iki sayfalık kısa hikayesi, yazarın, kitapra yer alan diğer hikayelerinin (11 hikaye) şifre anahtarı gibi sanki.
Yazar, Borges’e şunları da söyletiyor: “Bellek kütüphanedir… Kütüphane bellek.”
Güven Turan’ın Zemberek’ te yer alan hikayeleri, ilk okumada, hayatın girilmeyen gizli alanlarının edebi yazıları gibi. Bu hikayelerin sunduğu vaat, hayatın yaşanan ve algılanan gündelikliği dışında daha anlamlı ve algılanması, daha değerli başka bir yönünün de bulunduğu yolunda. Ki, bu yön belki de manalandırmanın esasıdır.
Yazarın gizli söylem-mesajı bence bu.
Zemberek’te yer alan Ultima Thule: Yedikule adlı hikayede Karındeşen Jack’ın, Dr.Monk Maturin adı altında İstanbul’a yaptığı bir kaçış ziyareti -yazarın bir bellek tazeleme operasyonu da olabilir- anlatırken, şu değinme de dikkat çekiyor: