Yazılı Kaya Dipnot Kitap Kulübü Sayfası
Yazılı Kaya

Nursel Duruel
Dipnot Kitap Kulübü Çalışması


Anasayfaya
Eleştiri sayfasına

28.10.2015


 Nursel Duruel'in Yazılı Kaya adlı öykü kitabı üzerine Dipnot Kitap Kulübü olarak yaptığımız incelemelerden bazılarını aşağıda sunuyoruz.

 

Yazılı Kaya - Yedinci öyküsüne ait resim
Yedinci
Şule Bölükoğlu
Dipnot Kitap Kulübü Üyesi

(Nursel Durel'in Yazılı Kaya öyküsü üzerine )

"Öykü kısa bir rüyadır, ufak bir sanrıdır.” Borges


Nursel Duruel’ in Yedinci adlı öyküsü rüya ve yaratıcılık ilişkisinin tartışıldığı bir öyküleştirme süreci ile başlayıp, neredeyse fantastik bir kurgu ile sonlanır. Bu öykünün anlatıcısına göre rüyalar yaratıcılık açısından çok önemliyken, diğer ses ya da iç ses rüyanın öyküleştirilemeyeceğini iddia eder. İtiraz eden iç sesin tezine göre rüya gerçeküstü akım tarafından zaten fazlaca kullanılmış ve devrini tamamlamıştır. Dolayısı ile öykü yazmak için bilinçaltına başvurmak yanlıştır. Anlatıcı ise gerçek benliğin ancak insanın rüyalarında ortaya çıkacağına inanmaktadır. Böylelikle bilinçaltında ki korkular, tutkular, aşklar ve fanteziler ile rüyayı da sanat anlamında bir ilham kaynağı olarak kullanacaktır ;

" Ne halin varsa gör,” demeyin lütfen. ….Yalvaracağıma yırtar atarım olur biter ama yırtarsam o rüyaları kim yazacak? Bana kalırsa yüzde yüz benim diyebileceğim tek şey rüyalardır. Herkes rüya görüyor, ne rüyalar...ama ben sizin rüyanızı hiç görmedim. Kimseninkini görmedim. Siz de benimkini" (s.66)

İtiraz olarak adlandırılan iç ses rüyanın öyküleştirilmesine karşı çıkarken şöyle der: " Gerçeküstücüler tepe tepe kullandılar rüyayı. Edebiyat rüyalardan, bilinçaltından medet umamaz(...) Dünyada büyük dönüşümler yaşanırken bunlarla mı uğraşacağız? Böyle öykü olmaz ! ” anlatıcı bu sese itiraz eder: "ama bir gecede en az on milyar rüya görülüyor dünyada" der. (s.66)

Arkeoloji ve mitolojiden beslendiğini bildiğimiz Nursel Duruel bu öyküsünde bir yandan da Delfi Kahinlerine uzanır. Bu kahinlerden kim kaldı diye sorar ve insanlık olarak 1825 gününe yayıldığımızın tutanağı mıdır bu kahinler diyerek, aslında kopuk kopuk anlardan oluşan koskoca bir insanlık geçmişini birbirine bağlayıp bir bütünlük oluşturmaya (s.67) çalışmamızın ne kadar anlamlı olduğunu sorgular.

Düş ve gerçek ile yaşam ve ölüm temalarını sıklıkla ele alan yazarın “Yedinci” isimli öyküsünü de diğer birçokları gibi yaşam ve ölüm karşıtlığında değerlendirebiliriz. Evinde ağır bir yük altında meşgul, yılgın ve bezgindir. Aynı zamanda yüreği hırpalanmış manevi olarak da çok yorgundur. Şikayet ettiği bu manevi ve maddi yük o kadar ağırdır ki kafasını çevirip de zaman zaman varlığını hissettiği penceredeki hırsıza dönüp bakmasına dahi engeldir. Herşeyi ve heryeri tıka basa dolduran bu yük bir yandan da izah edemediği şekilde değer katmaktadır varoluşuna. Hırsız pencereden atlayıp gittiğini görür ve iste o an evi de boşalmıştır. O ve ona ait yaşam namına herşeyi alıp götürmüştür. O ise sadece seyirci kalabilmiştir. Seyirci kalmanın bile ötesinde aslında sadece tanık olmuştur. Seyircilik etkin bir tutum iken tanık olmak nasıl da pasiftir. (s.68)

Bu imgeler insanın dünyada yaşam mücadelesi içinde onca yük altında çırpınıp dururken ki halini sembolize etmektedir. İnsanoğlu dünya telaşından şikayet ediyor gibiyken bir yandan da bu telaşın onun yaşamına anlam katıp onu değerli kıldığının da farkındadır. Bu bir büyü ise evet insan dünyada dünya işleri ile büyülenmiştir.

Yaşam hırsızı Azrail ise yine vazife başındadır. Vazife anını sabırla beklemektedir. Varlığını sadece görebilenlere hissettirerek hem de. Halbuki insan dünya işleri içinde onu görecek durumda değildir. Sürekli tehdit altında olduğunun nadiren farkındadır. Anlatıcı onu başka rüyalarında da görmüş ve “hayatıma amansız bir zarar gelecekmiş gibi korktum” diyerek tarif etmiştir. Rüyada görünen o, acaba kimin için görünmüştü. Ölümlü olduğunu bilmek ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak trajedisinin bir mahkumudur.

Düşsel imgelerle süslü öykünün son kısmı yaşamın sonlanıp başka bir boyuta geçilmek üzere olduğu hissini kuvvetle veriyor okuyucuya. Hırsızın evi soyup pencereden atladığı an ölüm anıdır.

Anlatıcı yaşam tepelerinden aşağıya yamacın eteklerine indiğinde korkunç, gri ve kabarmış bir deniz ile karşılaşır. Gökyüzü denizin üzerine kapanmış kopkoyu ve gri, buzul karanlık, soğuk ölü larvalar ve ölü balık kümeleri ise her tarafta…İndiği bu korkunç kıyıda başını geldiği yere doğru kaldırıp baktığında sarp kayalıkların tepesinde gördüğü şafak rengi pencere arkasında bıraktığı gençliğini, yaşamı mı sembolize etmektedir? Neden olmasın ? Ölüm karanlık soğuk ve ölü larvalarla dolu bir yer olarak sembolize edilirken şafak rengi ile tanımlanan yaşam penceresi gençliğe, taze soluğa aittir. Anlatıcı yaşamın sonlandığının da artık farkındadır.

Diğer taraftan gençlik sarp kayalıkların tepesinde yaşam penceresinden pespembe ufka ve güzelliklere merhaba demektedir. Yamacın eteklerinde olup bitenleri görebilecek olsa da farkında değildir. İnsanoğlu ölümlüdür, görünen veya görünmeyene damga vuran yine ölümlü olduğumuzun gerçeğidir. Bunun ötesi oyalanmadır.

Yazar Delfii kahinlerinden kim kaldı sorusuyla bütüncüllük arayışını öykünün sonunda ısrarla sürdürmektedir.. Delfi ki Yunan dünyası içinde evrenin merkezi olarak yüceltiliyor ve sonsuzluk ateşi orada yanıyordu demek ki yaşam gerçekten de anlardan ibaret olmalı.


Yazılı Kaya Ses Maketi ÖyküsüNursel Duruel'de Geniş Zaman
Eren Arcan

Dipnot Kitap Kulübü Üyesi

Nursel Duruel’in yazınının en önemli yönü yapıtlarını geniş zaman perspektifinden yazmasıdır. Arkeoloji tutkunu olan Duruel’in, hikâyelerinde, sıçramalarla zaman kesitlerini bir araya getirerek bütünleştirdiği bir "geniş zaman" algısı vardır. "Çakır dikenlerinin, harman yerlerinin, bütün tanıdıklarının, bütün ölülerinin, mavi tırtılların, yaşlı dağların, katar katar göçlerin, baskınların, yıkılışların, yeniden kuruluşların sesini duydu. Sonu gelmeyen bir bozlak yayılıp dağıldı her yana. Duydu Aslı..." (Yazılı Kaya s 87) Duruel bütün zamanları, bütün mekanları harmanlayarak tek cümle içinde okura çağlar atlatır.

Bu zaman katmanları üzerinde düşünürken Carl Gustav Jung ve arketiplere değinmemiz gerekir. Jung bize doğuşla gelen "ortaklaşa bilinçdışından” söz eder. Bu kolektif bilinçdışına ait bilgiler "arketiplerle" bize ulaşır. Jung’ a göre genlerin taşıdığı bilgi sadece anne ve babadan değil, bütün canlıların evrimiyle gelen bilgileri de kapsar. Yani yalnızca insanın kişisel geçmişi değil, kendi türünün geçmişinin, yalnız insanlık tarihinin değil, insan öncesi evriminin de ürünüdürler. İçine doğduğu dünyanın genel imajı, doğduğu anda insanın benliğinde de vardır. Bu arketipler arasında, doğum, yeniden dünyaya geliş, ölüm, güçlülük, sihir, kahraman, çocuk, vs. gibi kavramlar mevcuttur.

Nursel Duruel Yazılı Kaya Öykü kitabının ilk hikâyesi olan “Ses Maketi” nde  ses arketipini  kullanarak öyküyü tüm zamanlara yayar.

Yurtdışında bir seminerde eski kent dokusunun korunmasıyla ilgili bir konuşma yapan anlatıcıya, yurda dönüşü nde eskiden çalıştığı, “Ses Dağıtım Merkezi” nden telefon ederek davet ederler. Merkez, "Kafkayesk" diye tanımlayabileceğimiz ürkütücü, tedirgin edici, çözümsüzlük algısı veren bir binadır. Sık sık odalardan, labirentimsi koridorlardan söz edilir.

Anlatıcı Merkeze gittiğinde orada çalıştığı zamandan tanıdığı, çalışan mı, yönetici mi olduğu belirtilmeyen biri ile konuşur. Adam bir tuhaftır. Sorular sorar ama dinlemez. Anlatıcı, adamın cevaplarını beklemediği soruları neden sorduğunu merak eder. Ancak Adam anlatıcının sesinin farklı olduğunu herhalde üşütmüş olabileceğini söylediğinde anlatıcı “önemli bir şeyim yok “ diye cevaplar ama odadan çıktığında verdiği cevaptan rahatsız olur. “O bana üşütmüşsünüz” dedi ben de kabullendim. Oysa sesim her zamanki gibiydi. Gün boyu ne çok yapıyordum bu geçiştirmeli konuşmaları. İrili ufaklı değerlendirmeler, yargılar, sıfatlar katılayım katılmayayım üstümde kalıyordu ve ben kılımı bile kıpırdatmıyordum. “ diye kendi kendine kızar.

Merkeze gelmeden önce anlatıcı bir genç kızdan mektup almıştır. Genç kız “ses tutkunu” dur. Anlatıcının sesine vurulmuştur. Ses merkezinde ziyaret ettiği adam da “ben bir ses tutkunuyum ,” der. Anlatıcı, daha önce kendisine yazan kızdan söz eder. O zaman adam ilginç bir şey söyler: “O, sesten insan yaratıyor, oysa ben insanları ses yapıyorum. Bense her şeyi, görüntüleri, nesneleri, ilişkileri, duyguları, hayatın karmakarışık yapısını, düşünceleri, onları aktaran yazıları, her şeyi ama her şeyi ses yapıyorum. Sesi bellek yapmaya çalışıyorum. …seslerle bir yapı oluşturmaya çalışıyorum. Sizin de koruyup saklayıp ekleyebileceğiniz eski yapılarınız var. ” derken yazar ses arketipi aracılığıyla kültür birikimi ile tarihe not düşürdüğünü imâ eder. Adam anlatıcıyı asansöre bindirir, yine tedirgin edici koridorlardan geçirerek “Ses Dağıtım Merkezinin 65-21 kodlu “Ses Dağıtım ve Toplama” odasına götürür. Anlatıcı o odada, daha önce gelişlerinde hiç görmediği karanlık bir pencere görür. Adama daha önce bu pencerenin var olup olmadığını sorunca adam nefretle “Bu koca delik, bu mağara ağzı, seslerimi yutan canavar,”diye isyan eder.

. Bu odada seslerin saklandıkları bütün gözenekleri bildiğini söyler. “hepsini tanırım bütün kovukçukları, ince çatlakları, tahtanın doğal gözeneklerini… Bunların her birinde üst üste yerleşmiş bir yığın ses vardı.(tarih, kültür..) … bilinmeyen bir işleyiş sonucu dağıtılan her sesin bir kopyası kendiliğinden gidip bu deliklere yerleşiyordu. Onlara kopya demek doğru değil. Bana sorarsanız dağıtılmış olanlar kopyadır.. Yirmişer, otuzar doksanar dakikalık paketlere yerleştirilmiş üzeri sinyal fiyonklarıyla bağlanmış resmî seslerdir onlar. (gündeme göre değiştirilen bakış açıları, hatta yeniden kurgulanan sözde gerçekler) Oysa bu gözeneklerde birikenler paketlenemez. Canlıdırlar, canlı ve bağımsız. (merkezdekiler değiştirilmemişlerdir) Onları var edenlerin sıcaklığını, rengini, kokusunu taşırlar. İçeriye girip şu ağır kapıyı örttüğümde seslerin dolanmalarını dinlemişimdir Katman katman uçuşurlar bu odanın içinde. Işığı yakınca cila altına, gözeneklere, yuvalarına dönerler. Kendilerini koruyup saklayacak, yeni seslere ekleyecek birilerini beklerler. (kültürün devamlılığı) Ya da ben öyle olduğunu, öyle olacağını sanmıştım. Her şeyin sonlu, bitimli olduğunu bilen ben, onların yuvalarından sökülüp gitmeyeceklerini, kendilerini çözecek biri gelene kadar bekleyeceklerini sanırdım. Böyle umardım. Şu pencere hikâyesi olmasaydı. Bu berbat pencere açılmadan ben onlara sahiptim.

“Şu size gösterdiğim yanıkta en sevdiğim sesler vardı. Aynı ananın doğurduğu, (aynı toprakların kültüründen beslenen) birbirine hiç benzemeyen adamların var ettiği sese dönüşmüş şiirlerdi bunlar. Şu cilâ altında müzikler vardı, ayak sesleri, kumaş hışırtıları…, bağışlayın sayamayacağım artık. Bu sesler kaynakları olan insanların, nesnelerin ruhlarını saklıyorlardı.

"Durmadan ses üretiyoruz. Ürettiğimiz ses o anda kendi ölümünü yaşıyordu. Hayatımızın sona erişini bu kadar önemseyen bizler neden sesimizin ölümüne bu kadar kayıtsız kalıyorduk.... Ben burada geçiciydim. Buraya gelenlerden her biri kendindeki baldan bir parça bırakırdı. Zehir safra bırakanlar da az değildi. Benim sevgili seslerim süpürüverirdi onları. … Anamın rahminden sonra beni bu güçte saran başka yer olmadı. (ülke, kültür, sanat) Burada sesler arasında yüzüyor, onların akıl almaz yolculuklarına katılıyordum….

“Günün birinde yapıcılar geldiler. Kentin ortasındaki bu eski yapının dış görünüşünü değiştirmeden içeride tüneller kazmaya başladılar kat geçişlerini tıkadılar, yüksek tavanları asmakatlarla böldüler, Yapının eski planlarla uzak yakın bir ilintisi kalmadı. sonra buraya yani Merkez’in merkezine geldiler. İki işçi ellerinde kazmalar duvarları yıkmaya başladı. Ne yaptıklarını hiç fark etmeden ahşap kaplamadaki yuvaları, seslerimin yuvalarını parçaladılar. (hunharlık, kültür yıkımı, yozlaşma) Koyu karanlık bir mağara oydular. Bunu yaparken son günlerin modası şarkılar söylüyorlardı. (köksüzlük)...kazdıkları tünelin orta yerine oturup helva ekmek yiyorlardı. … Onlar karınlarını doyuruncaya kadar bütün seslerimi yuttu karanlık. Geriye dipsiz bir boşluk, anlamsızlık, hiçlik kaldı. Boşluğa pencere oturttular. Ben de boşalan belleğimle kalakaldım. Şimdi seslerimi arıyorum.”

Anlatıcı ceketinin cebinde adamın takviminden koparılmış birkaç takvim yaprağı (tarihe not düşmek için), birlikte içtikleri sigaraların izmaritleri, kibritleri ile merkezden ayrılır. Tuhaf bir şekilde elini ceketinin cebine sokamaz. Başka ceket giyemez olur. Yağmurlu bir günde bir kahveye girerek cebindeki bu tutarsız malzemeden adamın anlattığı şekilde tahrip edilmiş Ses Dağıtım Merkezinin bir maketini yapar. Evine gider. Maketi gizlice bir çekmecenin içine koyar. Arada sırada çekmeceyi açıp baktığında adamın takvim yapraklarından yükselen çığlığını duyar. “Seslerim seslerimin sırtını oydular … seslerim parçalandı… hoyratlık… kim öğretecek seslerimi, korunaksız seslerim…  nasıl toplarım… nasıl… nasıl… onca yıl neyi bekledim… neye bekçilik ettim ..(gelecek nesillere nasıl aktarılacak?)

Bütün tarihi birikim yıkıma uğradı, eskiyi tarumar edip, köksüz bir derme çatma düzen kurdular. Seviyesiz şarkıların söylendiği, bir toplum oluşturdular.(söylem)

Anlatıcı bütün bu yıkıma rağmen ümitlidir. Bir gün bu zavallı maketi parçalayıp, ses merkezindeki adamın seslerine denk bir yapı kurmaya, kendi kendini inandırmaya, umutlandırmaya çalışmaktadır.

 BURGAÇ
Funda Özsoy
Dipnot Kitap Kulübü

Nursel Duruel - "Geyikler, Annem ve Almanya" Kitabından

Burgaç’ı okurken öncelikle öykünün adının ne anlama geldiğini merak ettim. Birbirine benzer iki anlam dışında bambaşka bir anlamı daha olduğunu gördüm.

Türk Dil Kurumu Sözlüğüne göre burgaç; yumurtası burularak erkekliği giderilmiş koç, teke ve benzeri hayvan. Bunun dışında, beklenen hızından farklı bir biçimde ve beklenmeyen yönlerden gelen şiddetli hava akımı, türbülans. Bir de bir engelle karşılaşan su ya da hava akıntısının dönerek ve çukurlaşarak yaptığı çevrinti, ters akıntıların oluşturduğu dönme, eğrim, çevri, anafor, girdap şeklinde tanımlanmış.

Sanırım son iki anlamı öyküye daha yakın duruyor. Tabii öyküyü okumaya başlayınca bu doğa olaylarının insan ruhundaki yansımasıyla karşı karşıya kalıyorsunuz.

Öyküde, belli bir amaç için bir araya gelen, “ben”ini unutup “biz” olan, “ben”ine ayıracak zamanı olmayan, bu nedenle “ben”indeki sakatlıkların, boşlukların çok farkında olmayan, ayrıca farkında olduklarında da onları ortaya koyma konusunda da kararsız insanlar var. İşte burgaç sanırım bu öykünün insanlarını içine almış durumda.

Öykü kişileri “biz” olup ortak olduğunu düşündükleri idealler uğruna bir burgaca hapsolduktan sonra çıkamıyorlar bu burgaçtan. Kendi yaşamlarına seyirci kaldıklarının, hayatı ıskaladıklarının farkına varamıyorlar. Farkına vardıklarında birçok şeye geç kaldıklarını erginleşmeden ergin yaşa geldiklerinde anlıyorlar. Yazar, “zaman” için “üzüm salkımlarını saran buğu gibi kaplıyordu içimizi dışımızı. Onu yeniden, aynı dolulukta ele geçirmeye çalışmak boşuna” derken içimiz acıyor.

Gidenin ardından söylenen “bir minyatürün lacivert zemini olsaydı böyle kaybolmazdın” sözleri çok etkileyici, gidenin ardından sürekli yineleniyor bu sözler ama yinelendikçe minyatürün lacivert mineleri çatlıyor ve hayatın anlamsızlığı koyu bir kir olarak yerleşiyor çatlaklara. Gün batımının kınaladığı kayalıklar yerine keşke olsaydı denilen bir minyatürün lacivert zemini bile hayatın kirleriyle doluyor. Dil sade ve çarpıcı ama bu boyutta bir karamsarlık fazla geliyor bana hele öykünün sonunda açılan düş kesesinden “mutlak yokluk” çıkınca kararıyorum iyice. “Cumartesiler ülkesi prensi” tanımı da bana İstanbul’da Galatasaray Lisesi önünde toplanan kayıp annelerini çağrıştırıyor. Ama öğreniyorum ki Burgaç öyküsü 1995’de toplanmaya başlayan cumartesi annelerinden çok daha önce yazılmış. Yine de öykü insanlarının “ben” olmaktan vazgeçip “biz” olmaları bana siyasal bir birliktelik ve amacı çağrıştırıyor.

Öykü boyunca süren bu ağırlığı yazarın dilinin şiirselliği azaltıyor, bu dil hafifletiyor beni yalnızca. “Alnınla ağırlık, dilinle hafiflik taşırdın” “Dışımızdaydın. Seni kendimizden saymasak da, sende bulduklarımızı kendimizin sayardık.” Cümlelerini her okuduğumda etkilendim.

Yazar, öykülerinin edebiyat çevreleri tarafından çok beğenilmesine rağmen bu kadar az eser vermesini, sert bir özeleştiri ve mahremiyet hissine bağlıyor.

Nursel Duruel’in Almanya’da ders kitaplarında yer alması ülkemin kültürel, sosyal ve ekonomik anlamdaki geriye gidişini hatırlattı bana yeniden, neden bizim ders kitaplarımızda yok dedim içimden, keşke şu anda ders kitaplarımızda olsa ve bunu bilmediği için geride kalan ben olsam, bilmem belki de öyledir.

EKİM 2015
Karşıyaka


Yazılı Kaya Dipnot çalışmasıYazılı Kaya
Çiğdem Orhan
Dipnot Kitap Kulübü Üyesi

(Nursel Durel'in Yazılı Kaya öyküsü üzerine



“Yazılı Kaya” kitabı okuma listemize alındığında aklıma, Hititlerin Çorum ilimize bağlı başkentleri Hattuşaş (bugünkü Boğazköy) civarında bulunan ve özellikle 12 yeraltı tanrısının sıra halindeki kabartmalarıyla ünlü Yazılıkaya açık hava tapınağı geldi. İkincil olarak ise, Frig Vadisi diye adlandırılan Afyon civarındaki yörede yer alan Midas Anıtı. Kitabın aynı adı taşıyan son hikayesini okuduğumda bunun, yazar, arkeolog ve Anadolu’yu yakından tanıyan bir kültür kadını olan Nursel Duruel’in GENELDE ‘insanlığın yazıya geçişiyle edinilmiş bilgiler bütününe’ gönderme yaptığını düşündüm. İlk paragrafın son cümlesinde Aslı’nın “Beş bin yıllık anıyı canlı gördüm” ifadesi, bir kız çocuğu gözüyle insanlığın yazıya geçmiş olmasıyla kaydedilmiş ve zamanımıza taşınabilmiş tarih dönemini “yaşam biçimiyle, efsaneleriyle, yer altı-yer üstü inançları ve mistisizmi” ile kapsamakta.

İnsanların kayalara çizdikleri resimlerle ve resimli yazılarla kendilerini ifade etmelerinden sonraki ilk aşama olan çivi yazısı, 5000 yıl önce bizim topraklarımıza çok yakın bir bölgede Sümerler tarafından bulunmuştu. ‘Tarih Sümerlerle Başlar’ tanımlamasına yol açan bu buluşla, pek çok konuda gelişmiş ve kalkınmış Sümerler’in ‘mitler, destanlar, ilahiler, ağıtlar, atasözleri, derlemeler ve benzeri’ edebi eserler de bıraktıkları görülmektedir. Bulunabilmiş ilk şiir örnekleri de Sümerler’e aittir. Antik çağda topraklarımızda, Sümerler’den çok etkilenmiş olan Hititler başta olmak üzere onlarca site, devlet ve medeniyet kurulmuş, gelmiş, geçmiş ve yok olmuş, ancak hepsi bize kaya yazıtları ya da taş tabletler yoluyla yaşamları hakkında bilgi bırakmışlardır. Nursel Duruel, yine Aslı’nın ağzından “Erguvan çarşaflı kadınlar, duvarların rengini, onlarda çınlayan GEÇMİŞ ZAMAN DİLLERİNİN YANKILARINI çan seslerine katıp götürmüşlerdi” ifadesi ile bize topraklarımızdan geçen onlarca dili, kültürü, medeniyeti hatırlatmaktadır.

Yazılı Kaya hikayesi, bilgi sahibi olabildiğimiz bu 5000 yıl içinde, özellikle Müslümanlık döneminde ANADOLU ve KADIN temasını işleyen bir Tarih Şeridi sanki.

Hikaye biri, kendini bıkıp usanmadan her sabah ve her akşam ‘sabah yıldızı-çoban yıldızı’ olarak gösteren, özellikle Anadolu’nun doğusunda kız çocuklarına halen isim olarak konmakta olan, mitoloji ve edebiyatta güzelliği ve fettanlığı ile ‘dişiliği-aşkı’ simgeleyen Zühre Yıldızı’ndan (Zühre, Roma’da Venüs, eski Yunan’da Afrodit, Orta Asya Türklerinde Çolpan), diğeri ise muhtemelen Kerem ile dünyalar güzeli Aslı’nın uğruna yanarak kül oldukları aşklarının efsanesine gönderme olarak Aslı’dan ilham alındığını düşündüğüm anlamlı isimlere sahip iki kız çocuğu üzerinden sunulmakta.

Hikayede:  - Selçuklular döneminde zirveye ulaşmış, ‘çanlı’ deve kervanlarının konaklaması yanı sıra pek çok amaca hizmet etmek için kurulmuş, ancak deniz keşifleri ile İpek ve Baharat Yollarının önemini kaybetmesi sonucu işlevlerini yitirerek yıkıntıya dönüşmüş kervansaraylar üzerinden kadınların yıllarca hiç değişmeden sürdürdüğü ‘kız alma’ geleneklerinin; bunun ve bununla birlikte Anadolu’daki canlılığın yok oluşunun; genç kızların ölümle sonuçlandırılan sevdalarının/yasak aşklarının bitmeyen dedikodular, yakıştırmalar ve hurafelerle örülüşünün,

- “Çarşaflı kadınların tespih gibi dizilip akışı, büyük kentlere ve yeni zamanlara uzanan yolda toza toprağa karıştı” cümlesi ile iç göçün,

- “Binlerce harmandan artakalmış yeşil …, kırmızı ..., ala-sarı çakmaktaşlarıyla evcilik oynadılar” ifadesi ile harmanın sap ve tanesini ayıran düvenin işlevsiz kalışının, yani işletilmeyen ve ıssızlaşmış toprakların, - (bu cümlenin devamı olan: ) “ Evler yaptılar, ................ . Koca boşlukta küçücük bir tümsek! Demek buydu... yalnızca buydu yaptıkları!” ifadesi ile de Anadolu kadınının özverisinin, ‘yuvayı yapan dişi kuş’luğunun, üretkenliğinin vurgulandığını ve sonuçta her birinin küçücük bir tümseğin altına gömülüp kaybolup gidişinin resmedildiğini düşünüyorum.

Yazar, hikayesine son noktayı “Sonu gelmeyen bir bozlak yayılıp dağıldı her yana. Duydu Aslı.” cümleleri ile koymaktadır. Bozlak, Orta Anadolu ve Çukurova Bölgesi’ne has bir uzun hava, acıklı halk hikayelerinin şarkı ile anlatımı. Konusunu da ‘aşiret kavgaları, kan davaları, aşk hikayeleri’ oluşturuyor. 7 yaşındaki, 70 yaşındaki, belki de 570 yaşındaki Aslı, Anadolu’dan bunları duyuyor, tıpkı gencecik Giriftar’ın ölümündeki gibi.

Son olarak, Nursel Duruel’in 8 hikayeden oluşan bu kitabının, sesin uçuculuğunun vurgulandığı “Ses Maketi” ile başlayıp adını ‘kalıcı yazı’dan alan “Yazılı Kaya” ile bitişinin bana çok anlamlı geldiğini, yazarın bu hikayede topraklarımızın ‘sosyal ve demografik tarihi’ni kadın üzerinden anlatıyor olmasının ise bir diğer dikkat çekici unsur olarak vurgulanması gerektiğini düşünüyorum.

 



Atlarını Sürüp Geldiler
(Nursel Durel'in Atları Sürüp Geldiler öyküsü üzerine)
Çiğdem Orhan
Dipnot Kitap Kulübü Üyesi

 


Atlarını Sürüp Geldiler, genelde ‘çocuğun büyüdükçe safiyetini yitirmesi’ ve ‘insanın göçü’ temalarının işlendiği bir hikaye. Arka planda ise, sınırsız bir zaman algısı içinde bir yurt yer alıyor, dört bir yanından akınlara uğramış koca bir köprü, belki de Anadolu. Yazar şifreli ama duru diliyle bu fonda bize ‘sikkeler, çok tanrılılık, tanrıların gazabı, göçler, savaşlar, kırsalın devingenliğinde erkekler, kırsalın durağanlığında hayatın sancılarını yaşayan-taşıyan kadınlar, saf duygularıyla çocuklar, ekilen-biçilen tarlalar, yangınlar, yıkılan/kurulan köyler, bozulan/yapılan köprüler-yollar, yağmalar, talanlar, acılar, hastalıklar, töreler, muskalar, anıları canlı tutmak için dikilen anıtlar’ yoluyla, kısacası medeniyet ve yaşanmışlıkların ‘yapıcılığı ve yıkıcılığı’ altında geçen ‘kırsal kesim insanının ömrü’nü resmediyor. Hikayede ‘gelincik’ ile safiyet ve doğallık simgelenmiş. Gelinciğin değişik halleri ile çocukluktan çıkarken yaşanan değişik duygu evreleri anlatılmış. Örneğin :

1. (Sf.27 son paragraf, ilk cümle) “Siyah bir gelincik. Parçalayan, dağıtan, baştan çıkaran …” 2. (aynı paragrafın ortasına doğru) ” Dibinde çöreklenen toprak rengi yılanın bekçilik ettiği gelinciğe dokunmak için .......... ” : Gelinciğe dokunma/koparma ile ‘mülkiyet duygusu ve tutkuların devreye girmesi’,

3. (sf. 28’in 3. satırı) : “Kalan, gelincik olduğunda, özgürce sallanan ayaklarını, meşeliklerin kokusunu, tekerleklerin dönüşünü, arabadakilerin yüzlerini, duruşlarını, dillerini unutmadı.” cümlesi ile ‘köklere bağlılık, safiyeti koruma’, öte yandan bir sonraki “Giden, gelinciğin siyah ipeğini, dumanlı tohumlarını, yılanın kıvrılışını...” cümlesinde ise ‘büyüme, değişme sancısı’,

4. (Sf.29, 2. Paragraf) “Gelen çocuk, çıkarıp göğsündeki gelincik yaprağını gösterdi. ............ Gece uyuyamadı. Kardeşliği, yarısının gelincik, yarısının yılan, yarısının toprak olduğunu anlamamıştı. .......... Eklem yerlerindeki tatlı büyüme sızılarıyla birlikte, dolgunlaşan ruhunun görkemli bütünlüğü sardı havayı. ........... Kardeşliğinin uykusu, içinde uyuyan analığı uyandırdı. Kabarmaları için yıllar geçmesi gereken çocuk memeleriyle, emzikli kadınların bile tanımadığı cömertlikteki memeleriyle beslemek istedi onun uykusunu. Yılan zehiri bulaşmış gelincik yaprağını görmüştü” ile de ‘büyüme sancıları, büyüklerin dünyasına geçiş, elde etme ve hırs duygularını edinme’

sembolize edilmiş. Öte yandan, “Tahıllarla birlikte zamanı öğüten dibek taşına” oturan kırsal kadınının ömür süreci çok öz ama vurucu cümlelerle aktarılmış : “Kurumuş memelerin, çarpılmış bacakların sızısını dinlediler. Kendi bedenlerini aşıp geçen vahşi canlılığın gümbürtüsünü duydular. Sıtmanın, saranın, dağa kaldırılmaların, törelerin rengini gördüler. Gebe rüyalarına bürünüp uçlara yürüdüler”.

Hikayenin ikinci paragrafı “Ufuk çizgisinde üç kadın başı dizili” cümlesi ile başlıyor, sondan ikinci paragrafta yine ufuk çizgisinde bu üçlüyü görüyoruz: “Ufuk çizgisine kimin kimi sürüklediği belli değil. Az sonra gece inecek. .......... Üçünü kimse ayıramayacak. Üçünü kimse birleştiremeyecek.” Bu ifadelerle de sanki ‘ömrün sonu’ kastedilmiş. Geneline bakıldığında ise hikayede, ‘insanların safiyet içinde doğduklarının, büyüdükçe maddi hırslara kapıldıklarının, var etme-yok etme didişmeleri arasında, yazarın deyişiyle “bu uçsuz bucaksız dünyada küçücük-daracık hayatlar yaşayarak” göçüp gittiklerinin ve bu sarmalın hep devam ettiğinin’ simgelendiğini düşündüğüm bir hikaye “Atlarını da Sürüp Geldiler”.


Valid HTML 4.01 Transitional

Valid CSS!