| Kötüler Mahallesi
İLHAN YILMAZ
http://www.mehmetfarac.com
Kötüler mahallesi'nin yazari Mehmet Faraç, güneydogu kaynakli sosyal-siyasal ve toplumsal arastirmalariyla taninan, fotograf ve haber dalinda Türkiye çapinda bir çok ödül kazanarak, arastirmaci gazetecilikte önemli bir yer edinen bir isim. Hatta daha önce yayimladigi bir çok eseri yabanci basin tarafindan da arastirmalarda kaynak gösterilecek kadar basarili bulunmus. Örnegin ; yazarin "Töre Kiskacinda Kadin" adli eseri ingiliz Independent ve ABD'de ki The New York Times ile Herald Tribune gazetelerince töre arastirmalarinda kaynak gösterilmistir. Yazarin bu derece ses getiren bir diger kitabi ise Faik Bulut ile ortak kaleme aldigi Türkiye Hizbullah'i ile ilgili ilk kitap olan "Kod Adi Hizbullah" olmustur. Burada bahsedecegimiz "Kötüler Mahallesi" ise yazarin 5. kitabi...
Mehmet Faraç, çocukluk ve gençlik yillarinin geçtigi Urfa'yi anlatiyor Kötüler Mahallesi'nde...Kitapta anlatilan bu mahalle yillar boyu Mezopotamya'da yasayan kralliklardan Bizansa ve hatta bir çok peygamber dönemine evsahipligi yapmis tam bir yasayan tarih görünümündeki Urfa'nin, tüm tarihsel dokusunu içinde barindiran bir mahalle..Urfalilarin söyleyisiyle adi "kutiler mehlesi"...
Kitapta anlatilanlar ise gerçek bir öykü, kitabin bas kahramanlari ise yasamlarini kaçakçilikla saglayan, yasamlarini bu yolda nice tehlikelere atan yöre erkekleri ve onlardan gelecek bir lokma ekmege muhtaç çileli kadinlari ve çocuklari ile kötüler mahallesi sakinleri...
Yazar, özellikle ihtilal dönemine kadar ki sinir boylarinda yasanan kaçakçilik hikayelerine bir öykü tadinda deyinerek isik tutmus bu kitapta...yani sadece kaçakçiliktan degil Kötüler Mahallesi insanlarini bu yola iten sebeplerden de bahsetmis...ve gerçekte varolan insanlarin sicak öyküleriyle, yörenin çektigi sikintilara, yasam sartlarina , kurduklari düzene ve güneydogudaki bilmedigimiz pek çok yerel adetlere de deginerek kitabi tam bir bilgi arsivi haline getirmis.
Urfa'da Seyh Mesud Tepesinin yamacinda kurulmus "Kötüler Mahallesi"nde hayatin sayfalarini çevirdikçe önce Mahmut usta'yi taniyoruz...ve yöresel isimleriyle kaçakçilar krali Hasano ve kardesi Miço Elike ve arkadaslarinin kaçakçiliga giden mayinlarla kapli sinir boylarinda hayatlarini tehlikeye atislari anlatiliyor bize...
Kaçakçiligi hayat tarzi edinmis topraklarda "iyiler-kötüler" ayrimi, yasanan yasak asklar,baskilar, genç kizlarin gözlerindeki ölümcül bakislar ve daha bir çok hikaye bu kitabin sayfalarinda yer aliyor..
Niçin kötüler mahallesi deniyordu bu mahalleye? onlari bu hayata mecbur eden neydi? bu insanlar gerçekten kötü müydü yoksa birer soylu muydu? Bütün bu sorularin cevabi ancak bu kitabin sayfalarinda yanit bulabilirdi...Gerçekte kötü kimdi? Ekmek ugruna canlarini siper edenler mi yoksa ekmege mayinla tuzaklar kuranlar mi? Yağmur bekleyen kadınlar!..-
MEHMET FARAÇ
http://www.aydinlikgazetesi.com
Cumartesi, 10 Aralık 2011 03:57
OKURLARA NOT: Salı günü bu köşede “Kalkışma, katliam, Kuzey Irak” başlıklı bir yazı vardı. O yazıda 1991-2007 yılları arasında; Süleymaniye, Erbil ve Duhok bölgelerinde, bedenini ateşe vererek yaşamını sona erdiren 12-22 yaşları arasındaki 2 bin 664 kadından söz etmiştim!.. Bu arada Kuzey Irak’taki “Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Kurulu”nun, bölgede son 3 yılda bin 12 kadının töre baskıları ve şiddet nedeniyle kendisini yaktığına ilişkin raporunu da aktarmıştım... İşte bölgeye yaptığım gezinin ardından, 27 Ekim 2009’da yayımladığım bu öykü, o kadınların anısına yeniden bu köşede yer aldı.
İnat etmişti yağmur sanki, “Yağmayacağım” diye!.. Yağsaydı keşke... Yağsaydı da puslu bir havada pusuya yatmış bir ölümün o acımasız ilk kıvılcımını söndürebilseydi!..21 yaşındaki bir genç kız, sonsuzluğun son voltalarını atmıştı o sabah!.. Depoya inmiş, elindeki bidona gaz doldurup avlunun tam ortasına gelmişti... Soğuk havada kaskatı kesilen bedeninde küçük buz tanelerine dönüşen ter damlaları, canından kopup toprakta yuvarlanmıştı!.. Şöyle bir baktı çevresine... Kurumuş bir dala konmuş küçük garip serçeyi ve küflenmiş bir ekmeğe dişlerini geçiren köpek yavrusunu izledi bir süre... Karıncalar ise terliğe gizlenmiş ayakların dibinde, toprağın kara bağrında sıcak mağaralar arıyorlardı... Onun dışındaki her canlı yaşam peşindeydi o an...
O ise “Keşke ben de kaçacak yer bulabilseydim” diye mırıldandı!.. Ya uğruna yıllarca beklenilen yârin sıcacık kollarına ya da iki gönül bir olunca, seyran olacak samanlığa!.. Oysa o, hiçbir yere gidemiyordu... Çaresiz, bezgin ve kimsesizdi kaderinin çevresine örülen mayın tarlasında!..
Emine... Beyaz entarisinin üzerinde üzüm deseni, gülkurusu eşarbında derin bir hüzün taşıyan Emine... Kırmızı tokasının ortasında bağrından vurulmuş bir kalp resmi bulunan Emine!.. Törenin kör feneri!.. Rüzgar söndürür müydü acaba birazdan yakacağı ateşi?.. Ya da şu bir türlü gelmeyen yağmur bir sürpriz yapar mıydı meşaleye dönüşecek bedeninin üzerine?..
Daha fazla düşünemedi... Gaz bidonunu başının üzerine getirip dökmeye başladı... Kapkara gözlerindeki Halep sürmesi gazyağıyla buluştuğunda, petrolü andıran simsiyah damlalar süzüldü çalılaşmış kirpiklerinden!..Sırılsıklamdı artık... Kenarda duran kibrit kutusuna uzandı... Kınalı parmaklarıyla bir çöpü aldı ve yaşamının son ateşini yaktı baruta bulanmış karton üstünden!..Kibrit ateş aldı ya; bir meşale tutuştu sanki karanlık bir girdapta!.. Ve o an, çığlık denilen derin haykırış, bir yanardağın patlayışı gibi acımtırak şivanlara dönüştü!..
Ölümün karanlık tünelinde, törenin kör fenerini yaktı ya bir defa!.. Yürümek lazımdı artık kara toprağa!.. Bir narin beden, ateşten bir gül gibi, yaşamın tutunabilinecek son dalında sallandı ve sonra yangınlardan geçmiş sedirler gibi kararmaya başladı...Kınalı elleri kumpasa girmiş güvercinler gibi havada çaresiz taklalar attı, örülmüş saçlarından ateşler düştü yerlere...
Kerkük’teki kuru toprak!..
Emine bir ateş topuydu artık taş zeminli avluda!.. Çığlığı duyulduğunda, kimse inanamadı onun ezik tenini ateşe verdiğine... Sanki dediler; gökten bir meteor düşmüştü de o garip eve!.. Ve yanıyordu pervasızca!..Canından alevlenen ateş çevreyi ısıttığında ve yürek yakan bir insan kokusu Kerkük’ün semalarına yükseldiğinde... Önce küçük köpek yavrusu, sonra da sararmış yapraklar içinde yaşam arayan küçük serçe kaçtı oradan... Karıncalar ise tıpkı onun gibi kalakaldılar alev kapanının altında çaresizce...
Gök gürültüsü en bariton sesiyle çınlatsa da ortalığı, çakan şimşeklerin ortasında cılız bir imdada dönüşse de Emine’nin çığlığı; o gün mazlumlara mezar arayan Kerkük’te, toprak hiç ama hiç ıslanmadı!.. Emine’nin bağrındaki sevda ateşini ölüm söndürdü!.. Ya bedenindeki yangını?.. Yağmur yağmadı ya, o sönmedi işte!..
Emine, 10 Şubat 2009 günü, Irak’ın Kerkük kentine bağlı Tuzhurmato beldesinde bedenini ateşe vererek intihar etmişti!.. Oysa bekleseydi ya birkaç gün... Sevgililer Günü’ne 4 gün kalmıştı ya!.. Beklemedi... Haklıydı çünkü!.. Ne anlamı vardı 14 Şubat’ın, platonik sevdalar çekenler için?..Bir sevdiği olmasına karşın babası tarafından görücü usulüyle evlendirilmek istenen Kerküklü Emine H., yüzlerce hemcinsi gibi töresel kültürü aşamamıştı... Çaresiz kalınca da kendini yakmayı tercih etmişti!..
Onların anısına!..
Tuzhurmato’nun Eskeri Mahallesi’nde yaşanmıştı bu dram...Siz siz olun; ola ki yolunuz Kerkük’e düşerse, sakın ola gördüğünüz her ateşi petrol kuyularından yükselen alevler sanmayın!.. Muhtemeldir ki töreden ve erkek egemen şiddetten kaçan bir kadın da yanıyordur oralarda!..
Ben; geçen hafta Süleymaniye’den Erbil’e giderken, tam Kerkük’e geldiğimde...Ve yanan petrol kuyularını gördüğümde, Emine’nin alevler içinde töreye karşı bir isyan bayrağına dönüştürdüğü o tarifsiz ve mazlum bedeni geldi gözlerimin önüne!..Kuyulardan yayılan kesif koku aracımızın içerisine dolduğunda... Burnumun direğini petrol yanıkları değil, Emine’nin dramı sızlattı!
İşte o yüzden yazdım!.. Bilin diye!..
MEHMET FARAÇ/ ‘Kötüler’in Kurbanı!..
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/mehmet-farac
Cumartesi, 27 Ekim 2012 02:06
Yaz ayına rastlamışsa eğer Kurban Bayramı, zaten pislik içindeki o mahallede yaşam iyice berbatlaşırdı... Kanalizasyon kokusunun kurban atıklarına karıştığı sokaklarda biz çocuklar yalnızca tek tük evde kesilebilen koyunlara değil, sınır boylarında korkuya kurban edilen hayvanlara da ağlardık!.. Oysa yaşamın çelişkiler zincirine dönüştüğü bir mahallede nice tuhaflıklar vardı!.. Gelin; sizi çocukluğumun bir Kurban Bayramı’na götüreyim ki, orada hem insanlığı hem, umudu hem de ihaneti görün: Bizler sanki terk edilmiş bir dünyanın sonsuzluğunda gibiydik... Kayaların ve çamurun geçit vermediği sokaklarda eski çağdan kalmış zamanlara mahkumduk!..Suyun eşek sırtında taşındığı, elektriğin şansa kaldığı, yoksulluğun ise kadrolu olduğu bir dünyaydı bizimkisi...“Şark çıbanı” yaralarımızın veba gibi yakamıza yapışması yetmezmiş gibi, adı “Kötüler” olan bir mahallede yaşamak kara tenlilerin dünyasında zencilere dönüştürmüştü bizi!..Babalarımızın kaçakçı olması ise cabasıydı!.. Düşünebiliyor musunuz; kent merkezinden en az 6 kilometre uzaklıktaydık ve evlerimizin çoğunun avlusunda antik mağaralar vardı...Tatarcık sineğinin bulaştırdığı “Şark Çıbanı” denilen illet ortalığı kasıp kavuruyordu ve biz ekmeklerini mayınlı arazilerde arayan korkuya köle babaların yoksul çocuklarıydık...
İsyanın misketleri!..
Biz bu kadar handikabın çevrelediği bir mahallede yine de çocuktuk işte... Özlemlerimiz vardı güzellikten ve iyilikten yana... Arayışlarımız vardı başarıya ulaşmadan yana...Küçük mutluluklar, körpe hinlerimizde kocaman lunaparklar gibiydi!..Dut ağaçlarında sallanan salıncaklarda gökyüzünü keşfetmeye çıkmış yıldızlar gibiydik!.. Çevirdiğimiz topaçlarda umutlarımıza dünyayı dolaştırırdık!.. Çelik-çomak oynarken öfkelerimizi pulsuz mektuplar gibi uzaklara atardık!.. Bazalt taşından yaptığımız güllelerimiz vardı ve bizler modern dünyanın cam misketlerine isyan ederdik!.. Ağaca hasret bir mahallede, bozkırın tam ortasında minik ellerimizle kavrayabildiğimiz her nesneyi oyuncak yapardık!.. Taşları, ağaç dallarını, cam parçalarını ve çamuru... Kelebekleri uçak, çekirgeleri helikopter diye kovalardık... Arılar pusuya yatmış korkularımızdı!.. Birer harabeyi andıran evlerimizde mağaralara yuva yapmış yılanlarla köşe kapmaca oynardık!.. Tüm yoksulluğumuza ve geri kalmışlığımıza rağmen; sarı güneşin kara tenlerimizi kavurduğu topraklarda, kahverengi gözlerimiz yine de umudu arardı!.. İşte orada; Urfa’nın Kötüler Mahallesi’nde, bayramın telaşı günler öncesinden bizi tutsak ederdi!.. Sevinç ve heyecanın biraz da karamsarlığa karıştığı günlerde tek endişemiz bize yeni giysiler alınıp alınmayacağıydı.
Hüznün duvarları!..
Kurban Bayramlarını yalnızca kan korkusundan değil bir önceki bayramdan kalma giysileri giymek zorunda olduğumuz için de sevmezdik...Yalnız biz değil, mahallenin diğer çocukları da Şeker Bayramı için alınan bağcıklı kahverengi kunduraları aylar sonra bir teneke leğende yumuşatıp Kurban Bayramı’nda da giymek zorunda kalırdı!..Boyanıp parlatılan o ayakkabılar, hüznün adeta yüksek duvarlara dönüştüğü o mahallede hepimizi ıstırabın cenderesine çekmeye yeterdi!..Kötüler Mahallesi’nde, briketten gecekondulardaki çaput döşeklerde zenginlik rüyaları görürken, babalarımız olmazdı çoğu zaman yanı başımızda... Onlar genellikle o sıralarda ekmek peşinde olurlardı...Urfa’nın Kötüler Mahallesi’ni mesken tutan kaçakçılar için Kurban Bayramı adeta hasat mevsimiydi!..O dönemlerde Suriye’ye hayvan kaçakçılığı yoğunlaşır ve kaçakçılar büyük bir heyecana kapılırdı... Çünkü çok hayvan çok para olduğu gibi çok da korkuydu aynı zamanda... Dehşetin sınırları!..
Kaçakçılar sınırı geçmek için bir gün önceden, gece yarısı Kötüler Mahallesi’nden yola çıkarlardı. Ahır olarak kullanılan Bizans’tan kalma mağaralardan çıkartılan küçük ve büyükbaş hayvanlar yaklaşık 40 kilometrelik bir yolculuğun ardından Suriye sınırına yakın köylerde bekletilir sonra da mayınlı araziyi aşmak için harekete geçilirdi...Ekmeğin, hayvan sırtında, yaşamın hayvan kanında arandığı yerlerdi sınır boyları...Kaçakçılar bazen mayınlı arazilerde güvenli yollar açabilmek için dehşet verici yöntemler de kullanırdı...Örneğin bir eşeğin arkasına yatay olarak uzunca bir kalas bağlanır ve hayvanın mayınlı arazide hızla koşması sağlanırdı...Zavallı hayvanlar pek şanslı olmazlardı!.. Çoğu arazinin ortasına gelmeden patlayan mayınlarla parçalanırlardı!.. Kaçakçılar bir hayvanın rahatlıkla geçebileceği bir yol açana kadar bu yöntemi sürdürürlerdi...
Kötülüğün kurbanları!..
Kaçakçılar Suriye’den dönüşte çay, kahve ve kına getirirlerdi... Bir de bayram sabahı kesecekleri kurbanların parasını... Tüm kazançları buydu işte... Bir hayvanın açtığı kanlı yoldan hayvan kaçırmak ve bir hayvan kesebilecek parayı kazanabilmek!..Şeker kokusunun kan kokusuna yenildiği o bayramlarda, biz çocuklar ve garip analarımız işte bu ürkütücü atmosferde kaçakçı yolu gözlerdik!..Hepimizin tek korkusu vardı; bir mayına kurban gitmesin babalarımız!..Evet, orası Kötüler Mahallesi’ydi... Yasadışılığın, bir tek ekmeği bile mayının altına gizlediği kanlı toprakların yanı başıydı orası...Tatarcığın tene, yılanın uykuya, yoksulluğun yaşama, mayının cana ve korkunun insanlığa ihanet ettiği bir garip yerdi orası!..Orada... İşte Kötüler Mahallesi’nde, her zaman bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı... Ve oranın garip çocukları, büyük kentin ihanet sarmalına düştüklerinde bir fincan mırranın yürek yakmasını hep takdir etmişlerdi!..Kötülüğün kurban edildiği nice bayramlar dileğiyle!..(16.11. 2010)
| | Kötüler MahallesiM Sadık Alican https://www.facebook.com/pages ŞANLI URFA NIN EN ESKİ MAHALLESİ OLAN EYYUBİYE MAHALLESİ NİN TARİHİ:
Hıristiyanlık dininin V. Abgar (Ukama) zamanında Şanlıurfa'da yayıldığı ve Ukama'nın Hz. İsa'yı Şanlıurfa'ya davet ettiği rivayet edilmektedir. Bu davetin sebebi halk ta bir hastalık meydana gelmiş zamanla Kral da bu hastalığa yakalanmış (cüzzam hastalığı olduğu söyleniyor)Kral ın veziri İsa Mesih adında birisinin insanları mesh ederek iyileştirdiginden bahseder Kral a Kral da davet edelim gelsin bizleri mesh ederek iyileştirsin der davet eder.HZ İSA bir mendil gönderir ve derki ben gelemem ama bu mendil ile yüzünüzü silin iyileşirsiniz söyleneni yapınca iyileşirler ve HZ İSA ya iman ederler.bu kavim GAUTİLER kavmidir Gautiler hastalananları bu günkü Eyyubiye nin üst tarafındaki Ahber dağnda bulunan küçük küçük mağaralara koyarlarki hastalıkları bulaşmasın diye..Gautiler zaman içinde halk arasında KÖTÜLER mehlesi diye adlandırılmış yani EYYUBİYE ye kötüler mahallesi denilmesini tarihin akışındaki yeri budur...
Yağmur bekleyen kadınlar...
http://www.yenicaggazetesi.com.tr
Yağmur bekleyen kadınlar...
Okunmayı bekleyen yığınla kitap varken masanın üzerinde, -itiraf edeyim adına kandım- “Yağmur Bekleyen Kadınlar”a uzandım. Kapaktaki boşluğa bakan mozaik kadın yüzü ilk bakışta romantik hikayelere davet eder gibi geldi nedense. Hesapta sert, acımasız, insafsız, kanlı gözyaşı akıttıran güncel kederlerimizden kaçıp, birkaç saatliğine “başka bir dünya”ya yolculuğa çıkacaktım. Hoş, Mehmet Faraç’ın kalemi, hakikaten de “başka bir dünya”ya götürdü götürmesine de; Ne romantizmi, “duygu”nun zerresi yoktu uğradığımız şehirlerde, köylerde, mahallelerde, evlerde... “Yağmur”, zannettiğim gibi “melankoli”yi sembolize etsin diye değil; Cayır cayır yanan körpe bedenleri, yürekleri söndürecek “mucize”ye duyulan hasretin ismi olarak başlıkta arz-ı endam etmişti. Ve o “mozaik”, hayatları un ufak, paramparça edilen kadınların -tutunmayı başarsalar bile- iyileşmeyen yara izlerine göndermeydi belki!
***
“Nereden okudum” dediğim sanılmasın, tam tersine iyi ki okumuşum. Bu kitap sayesinde tanıdım; Diyarbakır Hani’ye bağlı Kırım köyünde bir koyun gibi boğazı kesilen 18 yaşındaki Tuba’yı, Her gün dayak yiyen ve en son kaburgaları kırılmış halde gittiği baba evinden “ayıp, yuvana dön” diye geri yollanınca, pes edip üç çocuğuyla birlikte Fırat’ın derin sularına sığınan Birecikli Cemile’yi, Amcasının oğluyla evlendirileceğini haber alınca, kendini Eskişehir’de kaldığı öğrenci yurdunun tuvaletinde bir kalorifer borusuna asan, 20 yaşındaki İngilizce Öğretmenliği öğrencisi Mardinli Gülbahar’ı, Babasının hamile bıraktığı 17 yaşındaki kıza karşılık, 17 yaşında “berdel” yapılan Diyarbakırlı Ebru’yu, 13’ünde 50 kişinin tecavüzüne uğrayan ve bir sabah cansız bedeni Ömerli Devlet Hastanesinin kapısına bırakıldıktan sonra, şu hayatta kendisine ancak gömüldüğü duvar dibinde yer bulabilen Mardinli Remziye’yi, Amca oğullarının tecavüzüne uğradıktan sonra bir ahırda asılı bulunan 14 yaşındaki Diyarbakırlı Havva’yı, Ve dramı kitaba da adını veren, Tuzhurmatu’daki evinin avlusunda benzinle yıkadığı bedenini bir kibrit çöpüyle ateş topuna çeviren, feryatlar içinde çırpınarak can veren 21 yaşındaki Kerkük’lü Emine’yi, Her biri ayrı bir trajedinin başrolünü oynamaya mahkum edilen Arzu’yu, Ceylan’ı, Sarya’yı, Necla’yı; Yani “geleneklerin dövmeli ellerine değil törenin kırmızı kefenine doğan doğulu kızları” ...
***
O kızlar ki, Mehmet Faraç’ın ifadesiyle; “Töre vahşeti-intihar-namus cinayeti, baskı-zulüm-kan davası!.. Ağa-feodalite-aşiret yapısı, yoksulluk-göç-açlık deryası!.. Berdel-kuma-başlık parası, şeyh-türbe-hoca muskası!.. Cemaat-tarikat irticası, PKK-İmralı-KCK’sı!.. ‘Serok’u, molotofu, intifadası, ‘Apo’- Karayılan-Kuzey Irak’ı!.. Harkurk-Kandil Dağı-Zap Kampı, Erbil-Süleymaniye-Habur Kapısı!.. Sikorsky-roket-el bombası, Hizbullah-El Kaide-Hizbulkontrası!.. Poşu-sarık-medrese hocası, JİTEM-korucu-ajan çetesi!.. Kaçakçılık-eroin-hint keneviri, faili meçhul-kalaşnikof-mayın tarlası!..” arasına sıkıştırılmış hayatları. O kızlar ki; Kan revan içindeki çelimsiz bedenlerine mercek tutmak bile yeter “Güneydoğu”nun neden bu kadar ırak kaldığını görmeye!
***
Onlarca namus adına namussuzluk, ahlak adına ahlaksızlık hikayesi var kitapta. Ve bütün bunlar “meşru” o coğrafyada. “Töre” dedikleri -ki Türk töresiyle, kültürüyle, geleneği, göreneğiyle zerre ilgisi bulunmayan, ağaların, şıhların, şeyhlerin ve hatta siyasetçilerin egemenliklerini pekiştiren bir örtbas sisteminden ibaret- şeyin “kanunu”na gönderme yapmış Faraç sıkça. Urfa Valiliği’nin 1927 yılında yayınladığı Aşiret Salnamesi’ne göre; Kan tuzu (yağma) hak, berdel hak, cinayet hak “Kötüler Mahallesi” nin yasalarında.
***
Bugün Anneler Günü. Evlatlarını vatana feda, “terörizm” e kurban eden anneler için de, yavrularını “törerizm”in pençesinden kurtaramayan anneler içinde aynı dileğim...Bugünü şehitliklerde geçirecek olan anneler için de, “töre” uyarınca bir mezar taşı bile çok görülerek çocukları kara toprağın altında “kaybolmaya” terk edilen anneler için de aynı duayı edeceğim: Katilleri cezasız kalmasın! Bekledikleri o yağmur tez zamanda yağsın; Kınalı kuzuların, narin fidanların mezarları artık sadece analarının gözyaşlarıyla değil, birer damla adaletle, birer damla vicdanla da ıslansın!
***
Bunca yazdıktan sonra söylememe gerek yoktur herhalde, algılarınıza “Uyan artık, uyan da gör, uyan da duyarsız kalma” diye çocuksu çimdikler atan(!) bu kitabı okuyun bence. Okuyun da, “Çıkmayın zalimce parçalanmış ağaçların çürümüş merdivenlerine.” Yazık bu ülkeye...
Kara Çizgilerde Neçek Boyası
Sevgi ÜNAL
http://www.anafilya.org/
Kara Çizgiler
Doğada İlk kirlenmedir Ülkelere bölünmesi Yeryüzünün
Fazıl Hüsnü Dağlarca Neçekler neçek olalı bu kadar çok boya salmışlar mıydı soğuk suya, bilmiyorum. Benimki son üç yıldır kıpkırmızı boyuyor leğendeki suyu. Acemilik sonucu ilk yıkamada bir makine dolusu çamaşırı boyadığını gördükten sonra anladım bunu. (Kötüler Mehlesi´nin bir mensubu olsaydım, ilk seferde mayına basmıştım demek ki, bunu biraz sonra anlatacağım.) Eskiden kök boyalar varmış ya, biz göremedik o günleri. Hiçbir yere kök salamayan bizim neslin imgesidir bu belki. Kirlendiğimizin resmidir. Sadece tahmin benimkisi. \"Emin olmak\", kirli ve hatta kokuşmuş bu dünyada, bol seyir eşliğinde, kötülerin oyunlarının ödüllendirildiği yarışmaların tekelinde ne yazık ki. Bu durumda, kirlenmek ve kötülük sahi ne olabilir?
Baharın güneşten nasibimizi almamıza yavaş yavaş olanak verdiği iç ısıtan bir günde, büyükçe bir salkım söğüdün altına uzanmış, sayfaların arasına papatyaların sıkışıp durmasından küçük de olsa bir eğlence yaratarak ve yakın zamanda hediye edilmiş Hitit Güneşi sembollü gümüş kitap ayracımı otların arasına düşürüp kaybetmemeye çalışarak, Mehmet Faraç´ın \"Kötüler Mahallesi\" adlı kitabını okuyordum ve ilk düşündüğüm şey, oldukça geç kalmış olduğumdu. Bu kitap üç yıl önce yazılmalıydı ve ben de üç yıl önce bu kitabı okumuş biri olarak bulunmalıydım Urfa´da. Böylece zamanımın kısalığı büyük bir sorun olsa da gider mutlaka görürdüm Kötüler Mehlesi´nden arta kalanları. Menderes döneminde yedi yüz kilometre boyunca döşenen mayınları, o mayınlara kurban giden insanları, geçim derdinin mayına meydan okuyan gücünü, çok paranın hazmının zor olduğunu ve önünde sonunda geldiği yere geri döneceğini (özellikle de bizimki gibi her an her şeyin olabileceği ve değişebileceği bir ülkede), efsanelerin mahalle tarihine kaynaklık edişini, hıristiyanlığa ait anlatıları (İsa´nın Urfa´yı kutsadığına ilişkin mektubunu), mağaralarda yaşayan cüzamlı kötürümlerin hikayelerini, ocaklarından taş taşıyan merkeplerin bile makamla anırdığının söylendiği gizemli Ehber dağını, markalı ceketlerin cebinde buldukları gavur paralarının oyuncak olduğu, deleme (topaç) çeviren kaçakçı çocuklarını görebilir, hissedebilirdim o sokaklarda.
1998 yılının kavurucu yaz aylarından birinde, Antakya´nın zemini taş döşeli, ortalarında yağmur sularının akıp gitmesi için açılmış oluklar bulunan, daracık, dolambaçlı ve yaşamın tam da içinde yer alan eski mahallelerinde dolaşırken, serinletici, şaşırtıcı ve de merak uyandırıcı bir tabela ile karşılaşmıştım. Devasa market zincirlerine fazlasıyla gıcık olan benim gibi biri için, kendine has kokusunu hiç kaybetmeyen minicik bakkallar hâlâ cazibesini koruyor. Bu yüzden bakkalın camına iliştirilmiş \"Eskimo var,\" yazan kağıdın dikkatimden kaçması mümkün değildi elbette. O eski Antakya sokaklarında rastladığım bu dondurma niyetine yenen meyveli buzlardan da bahseden (kör bakkal Mengulo´dan çocukların aldığı eskimolar) ve de böylesi bir anıyı bana hatırlatan bir kitap hakkında yazmadan durmak yapabileceğim bir şey olamazdı elbette. Zaten yazarın bir önceki kitabı Töre Kıskacında Kadın´ı okuduktan sonra da böyle olmuştu bana. Bir dizi anının gözümde canlanmasının vesilesiyle kaleme kağıda sarılıp bir yazı hazırlamıştım. Bu iki deneyim sonrası, Mehmet Faraç´ın benim yazarlık serüvenimde katalizör olduğu kesin.
Okura bir dönemin izini sürdüren, sınırda yaşamanın, kaçakçılıkla geçinmek zorunda kalmanın, kazancıyla ve ödenen bedelleriyle mayına endeksli bir yaşamın nasıl bir hayat sunduğunu gösteren Kötüler Mahallesi; aslında kötülük kavramının bir sanrıdan farkı olmadığını da gösteriyor bize. Çünkü kaçakçılığın hayatlarına girmesiyle mahallelerinin adının bile \"Kötüler\"e dönüştüğü, dışlandıkları, aşağılandıkları günleri de yaşıyor mahalle sakinleri. Diğer yandan ise kaçakçılığın modasının geçtiği, artık pirim yapmadığı bir dönemin gelmesiyle, çocukların seyrettikleri Türk filmlerinde kendileriyle özdeşleştirdikleri oyuncuların tipolojisi bile değişiveriyor. Oynadıkları oyunlarda Erol Taş´ın rolünü reddedip Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney olmak isteyen çocukların, hayatın oyunbazlığı yüzünden Hulusi Kentmen´in \"zengin konakların güçlü işadamı\" rolüne doğru nasıl sürüklendiklerini ancak kitabı okuyanların görebileceğini belirtmeliyim. Oysa, karınlarını doyurmaktan gayrı bir meseleleri yoktu Kötüler ahalisinin. Bu uğurda mayına basıp ölmeyi ya da sakat kalmayı göze almışlardı. Hayyam´ın dediği gibi; bir geçim yolu bulayım, bir ekmek kapısı, kula kulluk etmeden. Değil mi ki yıllar boyu yöre insanının kulluğa bile razı gelecek denli sefalet içinde oluşuna, çözüm yerine hep baskıyla karşılık verilmişti. Ve değil mi ki adları da kötüye çıkmıştı bir kere. Hor görülmemek için okulda mahallelerinin adını Eyyübiye olarak telâffuz eden kaçakçı çocuklarının, yoksulluğun girdabında \"mayasına endişe bulaşan ekmekler\"e ulaşamayan elleri, kendi evlerinde kışa saklanmış bir cevizi çalan küçük ellere dönüşmemiş miydi? O çocuklar değil miydi, artist resimleriyle kanalizasyon akan sokaklarda kumar oynamayı öğrenen, yamalı pantolonlarının cebinde yabancı paralarla dolaşan? \"Babalarının korkularını gizleyerek mayınlı arazilerden ekmek uğruna geçirdiği oyuncakların sefasını İstanbul’da başka çocukların sürdüğünü,\" bilen onlar değil miydi? Peki, Mehmet Faraç sık sık sormakta haklı değil miydi kitabında \"Kötü kimdi\" diye? \"Yüzlerinde şark çıbanının açtığı yaralarla dolaşan çocuklar mı, onları geri kalmışlığın girdabında bocalatanlar mı?\" ya da \"Ekmeğini mayınlı toprakların kızıl ateşinde gezdirenler mi, bir kilo kaçak çay için bir delikanlıyı dört yıl hapis yatıranlar mı?\".
Ünlü gazelhan Mahmut ustanın çırağı Kazancı Bedih’in de (şimdilerde foseptik çukuru olan) mağaralarında bir zamanlar feyz aldığı Ehber dağının eteklerinde, haksızlığa tahammülü olmayan, okumadığı halde yasaları iyi bilen, pervasız, cesur ve belalı olan Hasano´nun, kaçakçıların jandarma ve polisten uzak durabilmesi ve çevredeki mağaralarda gizlenebilmesi için, 1940´larda yerleşime açtığı Kötüler Mehlesi’nin, okumaktan herkesin zevk alacağı ilginç efsanelere ve tarihi bilgilere dayanan bir geçmişi var kitapta. Kral Abgar Ukkama’nın İsa´yla olan ilişkisine, yörenin kötürüm hastaları iyileştiren kutsanmışlığına, 5. yüzyılda 90 bin keşişin yaşıyor oluşuna dek, pek çok ilgi çekici bilgiyi Mehmet Faraç’ın akıcı üslubundan okumak mümkün.
Antakya´dan Mardin´e uzanan 700 kilometrelik Suriye sınırına (Kıbrıs adası büyüklüğünde 3,5 milyon dönümlük bir araziye) mayın döşemeyi çare olarak gören bir dönemin siyasi zihniyetinin, günümüze uzanan bu yanlışları nasıl yaptığını; ne gibi acılara sebep olunduğunu; geceleri kaçakçıların sofrasında içki kadehi tokuşturan jandarmanın, gündüzleri kaçakçılara nasıl silah çektiğini; rüşvetin de kol gezdiği bu danışıklı dövüşün uzun yıllar nasıl devam ettiğini; Suriye sınırının mayınlı topraklarında gece karanlığında ilerlerken, öldürülme telâşıyla aklını yitiren Deli Hakko’nun, İngiliz kumaşından yapılmış ipek astarlı, markası ‘special to bureaucrats’ (bürokratlara özel) olan paltosuyla kendisini bir mağaraya nasıl kapattığını; 1980 darbesinin ardından İstanbul´a göçen Kötüler ahalisinin, jandarma namlusunun korkusundan, İstanbul´da ekmeğe bulaşan kahpeliğin koynuna nasıl düştüğünü; eski kaçakçıların çocuklarının, Özal´ın yasalaştırdığı ve adına ithalât dediği kaçakçılık sayesinde, bellerinde ruhsatlı tabancalarla nasıl dolaştığını; \"Yasallaşan kötülük bu muydu?\" diye haklı olarak soran Mehmet Faraç´ın kaleminden okumak mümkün.
Kaya mezarlarının tuvalet foseptiğine, antik Bizans mağaralarının ahıra dönüştüğü, kaçakçı pazarının konfeksiyona yenildiği, Kötüler Mahallesi adının Şeyh Mesud Mahallesi olarak değiştirildiği, ihbarcılarıyla, çöl sıcağının getirdiği akrepleriyle, sefaletle zenginliğin durmadan el değiştirdiği, Kuti´lerin ve karlıkların artık izinin bile kalmadığı bir diyardan üç yıl önce aldığım neçeklerin, kıpkırmızı boya salmasının hayra alamet olmadığını anlamıştım zaten. Kaçakçılığın ısıttığı bir coğrafyayı şimdilerde bir kez daha silah sesleri çınlatıyor, insanların ölümüne seyirci kalınıyor, ortalık neçeğin boya salması gibi kana bulanıyorsa, hayra alamet bir işaret beklemek çok kolay olmasa gerek. Ben bu günlerde en çok bunda zorlanıyorum.
17 Nisan 2003
Sevgi ÜNAL | |