Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik Alice Munro | Anasayfaya Eleştiri sayfasına 15.01.2014 |
Editörün Notu: Nobel tarihinde yalnızca iki kez öykü yazarına verilmiş olan edebiyat ödülünü 2013 yılında Kanadalı yazar Alice Munro kazandı. Çekov geleneğindeki realist hikâyelerinin kahramanları yakından tanıdığımız sıradan insanlardır. Genellikle taşrada geçen bu öykülerde kadın karakterler gitmek/kalmak; şehir/taşra; özgürlük/bağlılık; ateizm/dindarlık gibi karşıtlıklarda savrulurken öykülerin temelinde hep sevgi vardır. Munro otuz kırk sayfa içine koca romanlar sığdırır. | |||
Nefret, Arkadaşlık, vesaire Sevin Okyay http://www.edebiyathaber.net/ Alice Munro’nun Nobel alması, kendi aramızdaki bir sırrı açığa vurmuştu sanki. Sadık okurlardık, ona gönülden bağlıydık, ne kadar iyi bir yazar olduğunu biliyorduk. Bu da bizim küçük sırrımızdı işte. Alice Munro hep bizim olacaktı. Ancak, hayranları arasında pek çok edebiyatçının da bulunduğunu unutmuşuz. Bir de, anlaşıldığı kadarıyla, İsveç Akademisi Nobel Edebiyat Komitesi üyelerinin. Onu; yaşı, cinsiyeti, milliyeti bahis konusu olmaksızın, yalnızca iyi yazarlığı, hikâye konusundaki büyük ustalığı için ödüle layık buldular bu yıl. Meslektaşları ise, zaten Munro’ya hayran. Adı Munro gibi Nobel çevrelerinde sık sık dolaşmış olan Margaret Atwood, Man Booker dahil pek çok ödül sahibi A.S. Byatt ve aynı ödülü Alice Munro’ya veren seçicilerden Jane Smiley onu göklere çıkarıyor. Byatt aynı zamanda, Munro’yu Çehov’a benzetenlerden biri. Bir kitabını eleştirirken böyle bir benzerlik saptamış. Ona göre, Munro İngiliz dilinin Çehov’u, çünkü kısa hikâyenin olanakları ve biçimi üzerinde herkesten fazla çalışmış. Gene de Çehov benzerliği insana Nobel getirmez. Üstadın da Nobel’i yokta zaten. Tıpkı Tolstoy, Nabokov, Borges ve Hrabal gibi. “Düzyazıda klasik Rus geleneğini tam bir sanatkârlıkla sürdürdüğü için” 1933’te ödüllendirilen İvan Alekseyeviç Bunin’den bu yana Nobel’li ilk kısa hikâyeci olduğu söyleniyor. Hep aynı bölgeyi ve oranın kadınlarını anlattığı söyleyenler de var: Ontario’nun güney batısındaki Huron İlçesi sakinleri. Ottawa Nehri’nden Superior Gölünü’nün batı ucuna kadar, taşmaya her an hazır nehirler boyunca uzanan koskoca bir bölge. Kendine özgü sakinleri var. Ama sonuçta hepsi yakından tanıdığımız insani hasletler sergiliyor. Belki yaşı biraz ileri olanların benimsemesi daha kolaydır, bilemiyorum. Mesele sadece bu yerel karakterlerin aslında evrensel karakterler olmasından kaynaklanmıyor. Coğrafyalarının da, dönemlerinin de kapanına kıstırılmayı reddediyorlar. Alice Munro’nun karakterleri hem gerçek, hem de tamamen kendine özgü. Zaten yazar da her an sizi şaşırtabiliyor, ne diyeceğini, ne yapacağını kestiremiyorsunuz. Bir keresinde “Şeylerin karmaşıklığı –şeyler içindeki şeylerin – sonsuzmuş gibi görünüyor. Yani hiçbir şey kolay değil, hiçbir şey basit değil,” demişti Munro. Hikâyelerini aslında çok uzun yazdığını, sonra keserek biçime soktuğunu da söylemişti. Nihayetinde onlara kusursuz bir biçim verdiğine hiç şüphe yok. Alice Munro 1980sYazarlar aslında birbirlerinin eserlerini okumaz pek, klasikleri yeniden okumayı tercih ederler. Ancak bazen, yazarlar arası bir fısıltı gazetesi faaliyete geçer, bir kitabın mutlaka okunması gerektiği kulaktan kulağa söylenir. Üstelik de yazarlar birbirine tutkun, bağlı bir grup oluşturmadıkları halde. “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik – Hate, Friendship, Courtship, Loveship, Marriage” (2001) de böyle bir heyecan uyandırmıştı. Buna inanması zor olsa da, Nobel’i aldıktan sonraki heyecana tanık olduğumuz için inanmaya yatkınız. Ne de olsa, birden fazla eleştirmen ve yazarın Çehov ile kıyasladığı birinden söz ediyoruz. Hikâyeleri hayattan alınmışa benzemektense hayatın kendisi olan birinden… Kitabın ilk hikâyesinin kahramanı, iri yarı, orta yaşa yakın, evde kalmış bir kız. Johanna’yı o zamana kadar bakımını üstlendiği ve şimdi ölmüş olan yaşlı kadından başka kimse sevmemiş. O da bir tek onu sevmiş zaten, hâlâ onun paltosunu giyiyor ve sevgisiz bir hayat yaşıyor. Yapılacak bir iş yoksa, kimse onun varlığını fark etmiyor. Ken Boudreau ise zayıf bir adam, biz tanıdığımızda bahiste bir otel kazanmış, hasta yatağında yatıyor. Johanna ile aralarında, ikincil bile olsa bir bağ var. Johanna, Ken’in kayınpederinin evinde, babasının bazen mektuplar da yazdığı kızı Sabitha’ya bakıyor. Ne var ki, kızın muzur arkadaşı Edith mektuplara müdahale edince, Johanna Ken’in ona mektup yazdığını sanıyor, hatta kendisiyle ilgilendiğine inanıyor. Munro’nun Johanna’yı kahramanı yaptığı aşk hikâyesi, Johanna ile Ken Kül Kedisi ile Yakışıklı Prens olmadıkları için, daha da etkileyici. Bu yıl Toronto’da bu hikâyeden uyarlanan, Liza Johnson’ın yönetip başrollerinde Kristin Wiig ile Guy Pearce’in (ve de Nick Nolte’nin) oynadıkları filmin prömiyeri yapılmıştı. Beklenmedik karakterlerin, sakin görünen sıradışı ve fevkalade sıradan hikâyesi. Ama zaten Munro hikâyelerinin çoğunun beklenmedik şeyler yapan beklenmedik ve olabildiğince sıradan kahramanları var. Munro’nun dediği gibi, şeylerin karmaşıklığı sonsuz sanki. “Yüzer Köprü / Floating Bridge”in kanser hastası kahramanı, sıcakta arabada oturmuş, karısına bakmak üzere anlaştığı kızın peşinden tanımadıkları insanların evlerine giren takıntılı kocasını bekliyor. Bataklıkla yıldızların, umarsız bir hastalıkla bir keyif ânının birleştiği yerde. Sonra, uzun evliliklerde gerekli olan bir şefkat ânı gelip çatıyor. Nefret-Arkadaslik-Flort-A_169846_1İlişkilerin mukayesesi Munro için hep ilginç olmuştur. Arkadaşlar ve sevgililer ile kurulmuş gönüllü ilişkiler ve gerek annemizle babamız, gerek çocuklarımızla olsun, ailelerle kurulan metazori ilişkiler. Ancak, gün gelir, metazori görünen bu ilişki hayatımızın temelini oluşturur aniden. “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik”in son hikâyesi “The Bear Came Over the Mountain”dan söz etmek istiyorum. Bu hikâye 2006’da, Atom Egoyan yapımcılığında, Kanadalı aktris / yönetmen / senarist Sarah Polley tarafından yönetilmiş “Away from Her” adlı bir film olmuştu. Sadakatsizlik, sadakat, aşk, unutma üzerine, unutulmaz bir filmdi. Julie Christie karakteri Fiona, halen gözümün önündedir. Film ilk kez 2006 Uluslararası Toronto Film Festivali’nde gösterilmiş ve Polley En İyi Uyarlanmış Senaryo ödülüne (hakkıyla) aday gösterilmişti. Alzheimer’e yakalanmış, Meadowland adlı kurumda kendi arzusuyla yatan Fiona’nın profesör kocası Grant, bu yeni durumla başa çıkmaya çalışır. Derken, sık sık aldatsa da birlikte mutlu olduğu karısının Meadowland’deki bir başka erkekle, çok eski bir hayranıyla yakın bir dostluk kurup onu neredeyse gönülden çıkardığını görür. Peki, ayı niye dağı aştı da geldi? Öbür tarafta ne olduğunu merak etmiş. Bir de bakmış ki, hiç fark yok. Yoksa bütün mesele filmin adında mı? “Away from Her / Ondan Uzakta”? Çehov benzetmesine dönecek olursak, herkese “bizim Çehovumuz” denebilir. Birkaç iyi hikâye yazarak böyle bir benzetmeye hak kazanabilirsiniz. Ama Munro gerçekten de İngiliz dilinin Çehov’u. Sıradan karakterleri anlatıyorlar, dönemleri ve mekânları karakterlerin önüne geçmese de yeterince baskın. Benzer şeylere önem veriyorlar. Munro’nun “The Beggar Maid”indeki adam, kur yaptığı kadının bir arkadaşı Metternich’i yanlış telaffuz edince ona, “Nasıl böyle insanlarla arkadaşlık edebiliyorsun?” diye sorar, kızgın kızgın. Çehov’un “The Russian Master”ında ise bir karakter, genç bir öğretmeni mütemadiyen Lessing’i niye hiç okumadığını sorarak taciz eder. Eh, zaman zaman sevdiği-sevmediği, bildiği-bilmediği yazarlardan yola çıkarak insanlar hakkında bir hükme varmak bize de pek ‘ırak’ olmasa gerek. Sevin Okyay – edebiyathaber.net (28 Aralık 2013) Double Vision | Kadınlar direnmek zorundadır: Alice Munro Sennur Sezer Nefret - Arkadaşlık - Flört - Aşk - Evlilik - Alice Munro - Sennur Sezer - Alice Munro’nun Nobel Ödülü’nü almak için İsveç’e gitmeyeceğini açıklaması beni hiç şaşırtmadı. “Sürekli büyüyen, dikenli tel gibi karmaşık, şaşırtıcı, rahatsız edici bir kelimeler yumağı” olan hayatını o kalabalığın gözünden görmek istememişti belli ki. Son yazdıklarının “patatesler pişerken ya da çamaşırlar otomatik makinede dönerken” yazdıklarıyla karşılaştıracak olanlardan kaçmayı düşünmemişti elbette. Ama kalabalıktan hoşlanmadığı da açıktı. Yanında, söylediklerinde kişisel bir şeylerin (duygular da olabilir) “önceki yıl kaldırıma yapışıp kalmış olan ıslak yaprakların gölgeleri” gibi belli belirsiz sezilen birileri olsa törenlerin bütün yapmacıklığına dayanabilirdi. Alice Munro, bence, bir kız lisesi öğrencisi gibi bakar dünyaya. Biraz çekinik hatta taşralı tavrı, kendi bulunduğu yerin sürekli eleştirileceğini bilen liseli kız tavrıdır. Kızların dünyasında bile yeterince girgin, yeterince beğenilen, yeterince önemli sayılmamanın çekingenliği. Can Yayınları arasında yeni yayımlanan Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik (Hateship, Friendship, Courtship, Loveship, Marriage) adlı öykü kitabı adını genç kızların bir fal oyunundan almış. Türkiye’de 60 yıl önce ADYÖMERSİ adıyla yaygın olan falı hatırlatan bir oyun (Bu falın adı da Âşık, Dargın, Yalvarıyor vb. sözcüklerin baş harflerinden oluşur). Falı bakan, erkek arkadaşınızın adını sorar. Sonra sizin adınızla onun adının ortak harflerini atar. Kalan harf sayısınca yinelenen nefret, arkadaşlık, flört vb. sözcüklerle geleceğinizin ne olacağını söyler. Bu falın sonucunu belirleyen, bütün fallar gibi, rastlantı yanında küçüklü büyüklü hileler de vardır. Mesela arkadaşınızın kısa adıyla olumlu sonuç almanız zorsa adına lakabını ya da soyadını da eklersiniz. TANIDIK KADINLAR Alice Munro, kadınların geleceklerini belirleyen küçük rastlantıların öykülerini yazıyor. Müdahalelere açık, hileleri kaldıran rastlantıların öyküleri bunlar. Gençlikteki kalp kırıklıklarının, izi bir ışık gibi kalıcı çocukluk aşklarının, lüks bir mağazadan kendine yakışan bir elbise bulamamanın ezikliğinin öyküleri onun yazdıkları. Kimi zaman ancak bir iki damla gözyaşına sığdırılabilecek öfkelerin anlatıları. Evli bir kadının uzak bir akrabanın on beş günlüğüne misafir geleceğini kocasına önceden söyleyememesi, kısa bir roman diye de özetlenebilecek bir anlatı konusu olabilir mi? Hele bu konuda kocasından işiteceği azarı biliyorsa. Alınganlık gösteren misafirine, kendi durumunu, fazla düşünmeden “Benim söz hakkım var mı sanıyorsun? Para verirken bile yirmi dolardan fazla vermiyor” cümlesiyle açıklayıveren bir kadın bu. Bu kadının çaresizliğini okurun anlamaması olanaksızdır. (Bu durum Türkiye’deki kadın okur için de yeterince tanıdıktır.) Kadın misafirinin istenmediği için canına kıymasından korkar. Misafirine yakıştırdığı intihar biçimi aslında kendisi için defalarca düşlediği bir ölümdür belki de. Alice Munro’nun kadınları, kimi zaman çaresiz, kimi zaman mutlu ama durumlarını “hep iki arada bir derede” duyumsayan kadınlar. Onun çoğu küçük birer roman sayılacak öykülerinden ikisini okumak, Nobel Ödülü’nü almak için İsveç’e neden gitmeyeceğini açıklar. Onun kalabalık karşısındaki “iyi görünmeme, kınanma, yadırganma” korkuları ancak orta sınıf ve altı kadınların, taşralı sayılanların iyi bildiği bir korkudur. Kadın yazarlara kolay kolay verilmeyen Nobel’in üstüne çekeceği bakışlardan duyulan korku belki. Ama Alice Munro’yu okuyan her kadının yazma isteği duyacağına eminim. Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik, Alice Munro, Çeviren: Roza Hakmen, Öykü, 365 sayfa, Can Yayınları, 21.50 TL www.evrensel.net Alice Munro'nun dümdüz kadınları ve onların öyküleri var… |
|