Alice Munro

Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik
Alice Munro
 


Anasayfaya
Eleştiri sayfasına

15.01.2014


 Editörün Notu: Nobel tarihinde yalnızca iki kez öykü yazarına verilmiş olan edebiyat ödülünü 2013 yılında Kanadalı yazar Alice Munro kazandı. Çekov geleneğindeki realist hikâyelerinin kahramanları yakından tanıdığımız sıradan insanlardır. Genellikle taşrada geçen bu öykülerde kadın karakterler gitmek/kalmak; şehir/taşra; özgürlük/bağlılık; ateizm/dindarlık gibi karşıtlıklarda savrulurken öykülerin temelinde hep sevgi vardır. Munro otuz kırk sayfa içine koca romanlar sığdırır.

  Nefret, Arkadaşlık, vesaire

Sevin Okyay

http://www.edebiyathaber.net/

Alice Munro’nun Nobel alması, kendi aramızdaki bir sırrı açığa vurmuştu sanki. Sadık okurlardık, ona gönülden bağlıydık, ne kadar iyi bir yazar olduğunu biliyorduk. Bu da bizim küçük sırrımızdı işte. Alice Munro hep bizim olacaktı.

Ancak, hayranları arasında pek çok edebiyatçının da bulunduğunu unutmuşuz. Bir de, anlaşıldığı kadarıyla, İsveç Akademisi Nobel Edebiyat Komitesi üyelerinin. Onu; yaşı, cinsiyeti, milliyeti bahis konusu olmaksızın, yalnızca iyi yazarlığı, hikâye konusundaki büyük ustalığı için ödüle layık buldular bu yıl. Meslektaşları ise, zaten Munro’ya hayran. Adı Munro gibi Nobel çevrelerinde sık sık dolaşmış olan Margaret Atwood, Man Booker dahil pek çok ödül sahibi A.S. Byatt ve aynı ödülü Alice Munro’ya veren seçicilerden Jane Smiley onu göklere çıkarıyor. Byatt aynı zamanda, Munro’yu Çehov’a benzetenlerden biri. Bir kitabını eleştirirken böyle bir benzerlik saptamış. Ona göre, Munro İngiliz dilinin Çehov’u, çünkü kısa hikâyenin olanakları ve biçimi üzerinde herkesten fazla çalışmış. Gene de Çehov benzerliği insana Nobel getirmez. Üstadın da Nobel’i yokta zaten. Tıpkı Tolstoy, Nabokov, Borges ve Hrabal gibi. “Düzyazıda klasik Rus geleneğini tam bir sanatkârlıkla sürdürdüğü için” 1933’te ödüllendirilen İvan Alekseyeviç Bunin’den bu yana Nobel’li ilk kısa hikâyeci olduğu söyleniyor.

Hep aynı bölgeyi ve oranın kadınlarını anlattığı söyleyenler de var: Ontario’nun güney batısındaki Huron İlçesi sakinleri. Ottawa Nehri’nden Superior Gölünü’nün batı ucuna kadar, taşmaya her an hazır nehirler boyunca uzanan koskoca bir bölge. Kendine özgü sakinleri var. Ama sonuçta hepsi yakından tanıdığımız insani hasletler sergiliyor. Belki yaşı biraz ileri olanların benimsemesi daha kolaydır, bilemiyorum.

Mesele sadece bu yerel karakterlerin aslında evrensel karakterler olmasından kaynaklanmıyor. Coğrafyalarının da, dönemlerinin de kapanına kıstırılmayı reddediyorlar. Alice Munro’nun karakterleri hem gerçek, hem de tamamen kendine özgü. Zaten yazar da her an sizi şaşırtabiliyor, ne diyeceğini, ne yapacağını kestiremiyorsunuz. Bir keresinde “Şeylerin karmaşıklığı –şeyler içindeki şeylerin – sonsuzmuş gibi görünüyor. Yani hiçbir şey kolay değil, hiçbir şey basit değil,” demişti Munro. Hikâyelerini aslında çok uzun yazdığını, sonra keserek biçime soktuğunu da söylemişti. Nihayetinde onlara kusursuz bir biçim verdiğine hiç şüphe yok.

Alice Munro 1980sYazarlar aslında birbirlerinin eserlerini okumaz pek, klasikleri yeniden okumayı tercih ederler. Ancak bazen, yazarlar arası bir fısıltı gazetesi faaliyete geçer, bir kitabın mutlaka okunması gerektiği kulaktan kulağa söylenir. Üstelik de yazarlar birbirine tutkun, bağlı bir grup oluşturmadıkları halde. “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik – Hate, Friendship, Courtship, Loveship, Marriage” (2001) de böyle bir heyecan uyandırmıştı. Buna inanması zor olsa da, Nobel’i aldıktan sonraki heyecana tanık olduğumuz için inanmaya yatkınız. Ne de olsa, birden fazla eleştirmen ve yazarın Çehov ile kıyasladığı birinden söz ediyoruz. Hikâyeleri hayattan alınmışa benzemektense hayatın kendisi olan birinden…

Kitabın ilk hikâyesinin kahramanı, iri yarı, orta yaşa yakın, evde kalmış bir kız. Johanna’yı o zamana kadar bakımını üstlendiği ve şimdi ölmüş olan yaşlı kadından başka kimse sevmemiş. O da bir tek onu sevmiş zaten, hâlâ onun paltosunu giyiyor ve sevgisiz bir hayat yaşıyor. Yapılacak bir iş yoksa, kimse onun varlığını fark etmiyor. Ken Boudreau ise zayıf bir adam, biz tanıdığımızda bahiste bir otel kazanmış, hasta yatağında yatıyor. Johanna ile aralarında, ikincil bile olsa bir bağ var. Johanna, Ken’in kayınpederinin evinde, babasının bazen mektuplar da yazdığı kızı Sabitha’ya bakıyor. Ne var ki, kızın muzur arkadaşı Edith mektuplara müdahale edince, Johanna Ken’in ona mektup yazdığını sanıyor, hatta kendisiyle ilgilendiğine inanıyor. Munro’nun Johanna’yı kahramanı yaptığı aşk hikâyesi, Johanna ile Ken Kül Kedisi ile Yakışıklı Prens olmadıkları için, daha da etkileyici. Bu yıl Toronto’da bu hikâyeden uyarlanan, Liza Johnson’ın yönetip başrollerinde Kristin Wiig ile Guy Pearce’in (ve de Nick Nolte’nin) oynadıkları filmin prömiyeri yapılmıştı.

Beklenmedik karakterlerin, sakin görünen sıradışı ve fevkalade sıradan hikâyesi. Ama zaten Munro hikâyelerinin çoğunun beklenmedik şeyler yapan beklenmedik ve olabildiğince sıradan kahramanları var. Munro’nun dediği gibi, şeylerin karmaşıklığı sonsuz sanki. “Yüzer Köprü / Floating Bridge”in kanser hastası kahramanı, sıcakta arabada oturmuş, karısına bakmak üzere anlaştığı kızın peşinden tanımadıkları insanların evlerine giren takıntılı kocasını bekliyor. Bataklıkla yıldızların, umarsız bir hastalıkla bir keyif ânının birleştiği yerde. Sonra, uzun evliliklerde gerekli olan bir şefkat ânı gelip çatıyor.

Nefret-Arkadaslik-Flort-A_169846_1İlişkilerin mukayesesi Munro için hep ilginç olmuştur. Arkadaşlar ve sevgililer ile kurulmuş gönüllü ilişkiler ve gerek annemizle babamız, gerek çocuklarımızla olsun, ailelerle kurulan metazori ilişkiler. Ancak, gün gelir, metazori görünen bu ilişki hayatımızın temelini oluşturur aniden. “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik”in son hikâyesi “The Bear Came Over the Mountain”dan söz etmek istiyorum. Bu hikâye 2006’da, Atom Egoyan yapımcılığında, Kanadalı aktris / yönetmen / senarist Sarah Polley tarafından yönetilmiş “Away from Her” adlı bir film olmuştu. Sadakatsizlik, sadakat, aşk, unutma üzerine, unutulmaz bir filmdi. Julie Christie karakteri Fiona, halen gözümün önündedir. Film ilk kez 2006 Uluslararası Toronto Film Festivali’nde gösterilmiş ve Polley En İyi Uyarlanmış Senaryo ödülüne (hakkıyla) aday gösterilmişti. Alzheimer’e yakalanmış, Meadowland adlı kurumda kendi arzusuyla yatan Fiona’nın profesör kocası Grant, bu yeni durumla başa çıkmaya çalışır. Derken, sık sık aldatsa da birlikte mutlu olduğu karısının Meadowland’deki bir başka erkekle, çok eski bir hayranıyla yakın bir dostluk kurup onu neredeyse gönülden çıkardığını görür. Peki, ayı niye dağı aştı da geldi? Öbür tarafta ne olduğunu merak etmiş. Bir de bakmış ki, hiç fark yok. Yoksa bütün mesele filmin adında mı? “Away from Her / Ondan Uzakta”?

Çehov benzetmesine dönecek olursak, herkese “bizim Çehovumuz” denebilir. Birkaç iyi hikâye yazarak böyle bir benzetmeye hak kazanabilirsiniz. Ama Munro gerçekten de İngiliz dilinin Çehov’u. Sıradan karakterleri anlatıyorlar, dönemleri ve mekânları karakterlerin önüne geçmese de yeterince baskın. Benzer şeylere önem veriyorlar. Munro’nun “The Beggar Maid”indeki adam, kur yaptığı kadının bir arkadaşı Metternich’i yanlış telaffuz edince ona, “Nasıl böyle insanlarla arkadaşlık edebiliyorsun?” diye sorar, kızgın kızgın. Çehov’un “The Russian Master”ında ise bir karakter, genç bir öğretmeni mütemadiyen Lessing’i niye hiç okumadığını sorarak taciz eder. Eh, zaman zaman sevdiği-sevmediği, bildiği-bilmediği yazarlardan yola çıkarak insanlar hakkında bir hükme varmak bize de pek ‘ırak’ olmasa gerek.

Sevin Okyay – edebiyathaber.net (28 Aralık 2013)

 

 Double Vision
http://canlit.ca/reviews

Alice Munro (Author)

Hateship, Friendship, Courtship, Loveship, Marriage. McClelland & Stewart Ltd. (purchase at Amazon.ca)


Reviewed by Coral Ann Howell

It is impossible to begin reading (or in some cases re-reading) the nine stories in Alice Munro’s new collection without remembering all her other stories, just as it is impossible not to be perpetually surprised by their extraordinary combination of strangeness and ordinariness. There is the same ambiguous relation to realism and romantic fantasy across familiar landscapes from southwestern Ontario to British Columbia, as Munro maps intricate emotional geographies, but the focus of her work has shifted. Now Munro is taking a longer view, illustrated by her concern with the lives and deaths of elderly people as their stories scroll out over many decades. More important is the pervasive sense of a double principle at work, where the apparent unpredictability of individual lives is shown to be contained within wider patterns beyond our immediate apprehension—intimated through literary allusions, through landscape, or through moments of lightheartedness and grace, as if (as one old woman remarks), "it was all according to script, if you know what I mean."

Every story contains seismic shocks; identities are reinvented and relationships change over time, yet through these fragmented narratives Munro introduces great overarching historical or mythic patterns which coincide with the anecdotal present. These wonderful stories contain an awareness of parallel worlds where things happen differently, but there is no suggestion here of anything supernatural, for everything is grounded in place and time and characters’ psychology—though there are moments of slipping sideways within the same textual spaces. That double vision is eloquently suggested in "Floating Bridge," set in familiar Ontario landscape on the edge of a swamp, where an older woman dying of cancer walks out on the bridge at night with a young man whom she has just met; they kiss, then walk back the way they came. That moment in a space between the dark water and the reflected stars releases a "swish of tender hilarity" with which the story ends. Its immense structural poise is characteristic of the collection as a whole.

Indeed this is more a story sequence than a collection; contained by the first and last stories, the others take up the same emotional and thematic resonances. The title story sketches a traditional pattern of female destiny, though "hateship" disturbs that pattern, and it soon becomes apparent that there is no pattern but only a series of possibilities that may occur in random order. A marriage does happen but offstage, for the focus is not on the young woman who goes out to Saskatchewan to meet her lover but on a forged romantic correspondence that led her to take that dramatic step. It is the unlikely news of their son’s birth and its effects on the schoolgirl who had made up the letters that is highlighted. Dismayed by the "whole twist of consequence," she catches a glimpse of the dangerous powers of storytelling (not for the first time in Munro) and sees in her Latin homework a coded warning written two thousand years ago about tempting fate. That sense of limited vision and of contrivance is set against the wider prospects of retrospective knowledge or imminent death in many of these stories, as Munro balances tales of women’s romantic fantasies stopped in their tracks ("Nettles," "What Is Remembered") against stories of loss and vanishings where no explanations are ever offered ("Queenie," "Family Furnishings," "Post and Beam"). The word "chill" occurs frequently, as unsettling to the narrative surfaces of elderly people’s lives as one wife’s "little hum of hate" or another’s spasms of anger. However, it is with the final story, "The Bear Came Over the Mountain," that everything comes unravelled as an elderly woman succumbs to Alzheimer’s. It is the story of a wife’s departure and a husband’s mourning, but it is also full of jokes and secrets which in the end shimmers like a mirage. The narrative is always slipping sideways between different places and periods of time via shifting points of view, and the strange sly ending elides divisions between present and past as the woman with her old "bantering grace" suddenly makes a joke to her husband. But is this real warmth or only imagined? And does his reassuring response just repeat his old marital betrayals? Perhaps there are strange continuities in this marriage after all. As so often with Munro there is no way of knowing, and this last story opens out "on distances you cannot imagine."

  Kadınlar direnmek zorundadır: Alice Munro
Sennur Sezer

Nefret - Arkadaşlık - Flört - Aşk - Evlilik -
Alice Munro - Sennur Sezer -


Alice Munro’nun Nobel Ödülü’nü almak için İsveç’e gitmeyeceğini açıklaması beni hiç şaşırtmadı. “Sürekli büyüyen, dikenli tel gibi karmaşık, şaşırtıcı, rahatsız edici bir kelimeler yumağı” olan hayatını o kalabalığın gözünden görmek istememişti belli ki. Son yazdıklarının “patatesler pişerken ya da çamaşırlar otomatik makinede dönerken” yazdıklarıyla karşılaştıracak olanlardan kaçmayı düşünmemişti elbette. Ama kalabalıktan hoşlanmadığı da açıktı. Yanında, söylediklerinde kişisel bir şeylerin (duygular da olabilir) “önceki yıl kaldırıma yapışıp kalmış olan ıslak yaprakların gölgeleri” gibi belli belirsiz sezilen birileri olsa törenlerin bütün yapmacıklığına dayanabilirdi.

Alice Munro, bence, bir kız lisesi öğrencisi gibi bakar dünyaya. Biraz çekinik hatta taşralı tavrı, kendi bulunduğu yerin sürekli eleştirileceğini bilen liseli kız tavrıdır. Kızların dünyasında bile yeterince girgin, yeterince beğenilen, yeterince önemli sayılmamanın çekingenliği.

Can Yayınları arasında yeni yayımlanan Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik (Hateship, Friendship, Courtship, Loveship, Marriage) adlı öykü kitabı adını genç kızların bir fal oyunundan almış. Türkiye’de 60 yıl önce ADYÖMERSİ adıyla yaygın olan falı hatırlatan bir oyun (Bu falın adı da Âşık, Dargın, Yalvarıyor vb. sözcüklerin baş harflerinden oluşur). Falı bakan, erkek arkadaşınızın adını sorar. Sonra sizin adınızla onun adının ortak harflerini atar. Kalan harf sayısınca yinelenen nefret, arkadaşlık, flört vb. sözcüklerle geleceğinizin ne olacağını söyler. Bu falın sonucunu belirleyen, bütün fallar gibi, rastlantı yanında küçüklü büyüklü hileler de vardır. Mesela arkadaşınızın kısa adıyla olumlu sonuç almanız zorsa adına lakabını ya da soyadını da eklersiniz.

TANIDIK KADINLAR

Alice Munro, kadınların geleceklerini belirleyen küçük rastlantıların öykülerini yazıyor. Müdahalelere açık, hileleri kaldıran rastlantıların öyküleri bunlar.

Gençlikteki kalp kırıklıklarının, izi bir ışık gibi kalıcı çocukluk aşklarının, lüks bir mağazadan kendine yakışan bir elbise bulamamanın ezikliğinin öyküleri onun yazdıkları. Kimi zaman ancak bir iki damla gözyaşına sığdırılabilecek öfkelerin anlatıları.

Evli bir kadının uzak bir akrabanın on beş günlüğüne misafir geleceğini kocasına önceden söyleyememesi, kısa bir roman diye de özetlenebilecek bir anlatı konusu olabilir mi? Hele bu konuda kocasından işiteceği azarı biliyorsa. Alınganlık gösteren misafirine, kendi durumunu, fazla düşünmeden “Benim söz hakkım var mı sanıyorsun? Para verirken bile yirmi dolardan fazla vermiyor” cümlesiyle açıklayıveren bir kadın bu. Bu kadının çaresizliğini okurun anlamaması olanaksızdır. (Bu durum Türkiye’deki kadın okur için de yeterince tanıdıktır.) Kadın misafirinin istenmediği için canına kıymasından korkar. Misafirine yakıştırdığı intihar biçimi aslında kendisi için defalarca düşlediği bir ölümdür belki de. Alice Munro’nun kadınları, kimi zaman çaresiz, kimi zaman mutlu ama durumlarını “hep iki arada bir derede” duyumsayan kadınlar. Onun çoğu küçük birer roman sayılacak öykülerinden ikisini okumak, Nobel Ödülü’nü almak için İsveç’e neden gitmeyeceğini açıklar.

Onun kalabalık karşısındaki “iyi görünmeme, kınanma, yadırganma” korkuları ancak orta sınıf ve altı kadınların, taşralı sayılanların iyi bildiği bir korkudur. Kadın yazarlara kolay kolay verilmeyen Nobel’in üstüne çekeceği bakışlardan duyulan korku belki.

Ama Alice Munro’yu okuyan her kadının yazma isteği duyacağına eminim.

Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk,
Evlilik, Alice Munro, Çeviren:
Roza Hakmen, Öykü, 365 sayfa,
Can Yayınları, 21.50 TL
www.evrensel.net

 Alice Munro'nun dümdüz kadınları ve onların öyküleri var…

Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan Alice Munro yazmayı bıraktığını söyledi. Ancak Türk okuyucuları onun henüz tüm öykülerini okumuş değil.Bizi sıradan kadınların dünyasına davet eden Munro'nun yazı hayatını Türkçeye yeni çevrilen 'Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik' kitabı çerçevesinde değerlendirdik.

ŞAHİN TORUN | 14 KASIM 2013, 15:27


Hayat bir oyun gibi kuruluyor diyor sanki Alice Munro: '…Al ve bak, işte şu kadın ve şu adam dünyanın şu yerinde şöyle şöyle yapıyorlar, bazen iyi yapıyorlar, bazen de kötü yapıyorlar. İyi yapabildikleri gibi kötü de yapabiliyorlar, işte bak görüyorsun.' 1931'den beri Kanada Ontario'da gündelik hayatın akışını geldiği gibi kavrayan ve bu akışa bakarak durduğu yerde uzun öyküler yazan bir insan A. Munro. Dur durak bilmeden yazan insanlardan değil. Çünkü hayat onun için bir durma-duraklama yeri anlamına da geliyor. Yine de şurası açık; A. Munro'nun durma ve duraklamalar içinde karşıladığı hayat tam da bu biçimiyle aslında herkesin kendinde bulabileceği bir kocaman kesinlik içindeki insani gerçekliği de koyuyor ortaya. Ve tam da bu gerçeklik içinde kavrayabileceğimiz bir başka gerçek; A.Munro bir kadın ve öykülerindeki dizgeyi de sürekli biçimde A. Munro'nun kadın kahramanları belirliyor.

Sözgelimi S.Polley tarafından 2006'da filme çekilen 'Ayı Dağı Aştı Geldi' adlı insanı darmadağın ettiği yerde bir güzelce de toparlayan öyküsündeki Fiona gibi. Ya da yine aynı kitapta kitaba adını veren 'Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik' adlı öyküdeki Joanna gibi… İster hasta, ister sağlıklı, ister kurnaz, oyunbaz, isterse katı yürekli ya da sevecen olsun açık biçimde her nasılsalar öyle oldukları gibi olabilen karakter sahibi kadınları okuyoruz onun öykülerinde.

A. Munro'nun öykülerine hiç de sıkı ve klasik olmayan ama bir o kadar da sağlam ve özgün birer form kazandıran şeyi bu karakter sahibi kadınların belirleyiciliğinde aramak gerekiyor belki de.

BAŞKA BİR ŞEYE BENZEMEYEN BENZERSİZLİK

İlk anda şaşırtıcı gibi görünse de bir A. Munro öyküsüne özgün formunu kazandıran bir sürekliliğin benzersizliği de denilebilir buna. Yanıltıcı olmamak için açıklamak gereği duyuyorum; benzersizlik derken herhangi bir biçimdeki eşsiz, yegane vs. gibi gergin övgülerle dolu bir şey değil söz etmek istediğim. Tam aksine kendinden başka bir şeye benzemeyen bir benzersizlikten söz etmek istiyorum.

Şöyle de denilebilir; A. Munro'nun her bir öyküsü, içindeki bütün kadınca belirlenmişliğe rağmen kadını da aşan ve içine alan daha oylumlu bir şeye- bir o da, bir ev ya da uzakta bir taşra kasabası veya bir şehir gibi bir şeyin belirlenmişliğine- dayanıyor.

Oda gibi, ev gibi, kasaba gibi, şehir gibi hatta belki bir ülke gibi müstakil öyküler A. Munro'nun öyküleri. Daha çok bir odayı hiç abartmadan santim santim dolaşır gibi, bir evin içinde herhangi bir yerden başlayarak evi tanıtır gibi, bir kasabayı ya da bir şehri ağır ağır gezip dolaşır gibi yazılan öyküler. O kadar ki, yazarın gidip gelişlerinden sonra oturup yazarak bize ilettiği, anlattığı uzak bir yazı değil bu. Daha çok yazarken yanında gezip dolaşır gibi olduğumuz, sepetlere dolup boşalan kirazları, şeftalileri aynı anda görebildiğimiz daha yakınımızdaki bir yazı…

KAHRAMANLARINA KARIŞMAYAN BİR YAZAR

A. Munro'yu okurken bir hediyeden yola çıkarak size hediye edeni çok da sevmediğiniz halde sırf hediye ediş biçimini ve hediye edilen şeyi sevdiğiniz için ne yapacağınızı şaşırdığınız bir durumla karşı karşıya gelebiliyorsunuz, sözgelimi Joanna şimdi bunu niye yaptı? diye sorabiliyorsunuz mesela ya da Fiona şunu neden yapmadı?... Ama hangi A. Munro öyküsünü okursanız okuyun, A. Munro'nun, kahramanlarına karışmayan ve onlara bizi de içine koyduğu bir davranış alanı oluşturarak yazan bir yazar olduğunu düşünerek kendi sorunuzla baş başa kaldığınız yerden okumaya devam ediyorsunuz.

Bütünüyle yerinden haber veren bu öykülerde en çok da bir yerliliği, bir yerleşmişlikle birlikte gelen belki alışılmamışlık da diyebileceğimiz bir garip insanlık halini görebiliyor ve sözgelimi yakın zamanlarda dağlarından enerji devşirilmek istenen Kanada kasabalarında yaşayan halkın kaya gazı için yapılan çalışmalara gösterdikleri şaşkın tavırları anlayabiliyor hatta bir zaman yaşanan ekonomik kriz sonucunda bakım masrafları karşılanamadığı için yılkıya terk edilen atların sebebini bilmedikleri bu özgürlük içindeki dörtnala koşularını aklınıza getirebiliyorsunuz.

A. Munro'nun öyküleri bütün bu yoğunluklarına rağmen bağırıp çağıran öyküler değil. Çünkü onun kahramanları sanki de kabul edilen bir kaderi yaşarken bir anlamda da hayatın getirdiği oyunları ortaya koymak istercesine bu oyunun kurallarını yerine getirirken bağırıp çağırmaktan öte bir izi, bir sızıyı göstermek istiyorlar. Ve A. Munro kahramanlarının içinde oldukları bu insani oyunu anlatıyor bize. Bakın diyor, şu izleri takip ederseniz Fiona'nın o sorduğunuz şeyi neden öyle yapmadığını görebilirsiniz, ya da Joanna'nın neden böyle yaptığını…

DUR DURAK BİLEREK YAZAN KADIN

Çoktan beridir A. Munro'yu Kanada'nın Çehov'u olarak öven dünya edebiyat çevrelerinin hayranlıklarının bir sebebini de bu iz bırakan öykülerinde aramak gerekiyor sanırım. Çoğu büyük yazarın uzun anlatılarla ortaya koyabildikleri bu beceriyi onun kısa sayılmayacak ama bir roman da denilemeyecek öykülerinde başarmış olması işte tam da bu yazınsal izlere bakıldığında pek şaşırtıcı olmasa gerek.

A. Munro hakkında yazarken aklıma gelen ilk şey şu; bu dur durak bilerek yazan bu kadın yazdığı her öyküde o kadar kolay bir tarz koyuyor ki ortaya ve o kadar kolay biçimde yazabiliyor ki sanki bu öyküleri okumak için aynı kolaylıkta okuyabilecek yetenekte okurlar istiyor karşısında. Bu kolaylık için de sadece gerçek olanı görüp yakalayabilecek, biraz durup izleyecek, görüp hissedebilecek kuvvette bir algılama yeteneğine çekiyor dikkatimizi.

Hayat bir oyun gibi kuruluyor diyor sanki, al ve bak, işte şu kadın ve şu adam dünyanın şu yerinde şöyle şöyle yapıyorlar, bazen iyi yapıyorlar, bazen de kötü yapıyorlar. İyi yapabildikleri gibi kötü de yapabiliyorlar, işte bak görüyorsun diyor biz okurlarına.

Bundan dolayı içinde yer aldığı taşrayı, yerel olanı hiç de yekinmeden ortaya koyabiliyor ve küçük hasta çocukların gözünden baktığı gerçek hayatı biz güya büyük okurların önüne sanki az önce fırından çıkarmış olduğu elmalı turtaları ya da kalp kalıbındaki kurabiyeleri sunarmış gibi sunabiliyor.

 

 

../valid-html401-blue.png