| 'Kırmızı Pelerinli Kent' ve Aslı Erdoğan üzerine... Fuat Sevimay http://ilerihaber.org/>
Kentler, büründüğümüz kıyafetler gibidir. Kimi zaman bol, dökümlü, zengin gösteren, kimi zaman eski püskü, gariban ama mağrur, bazen renkli, coşkulu ve canlı, bazen de gri, soluk, bulanık ve kasvetli. Üzerimize yakıştırdığımız kent bizi sarmalar ve dışarıdan, başkalarının gözünde nasıl algılandığımızı belirler. Bazısı da vardır ki çırılçıplak bırakır, açgözlülükle yuttuğu insanlarını. Rio gibi. Cinselliğin buharında soluk alıp verebilen bir kent: Rio de Janeiro. Hep çırılçıplak ama hep maskeli. Hep doygun ama hep aç…
Kırmızı Pelerinli Kent’te Özgür’ü anlatıyor Aslı Erdoğan. Rio’da, tuzu kuru hayatına dair her şeyi geride bırakıp, üzerine sinen her şeyden vazgeçip, belki de kimsenin okumayacağı, kimsenin hayatını değiştirmeyecek bir kitap yazmaya, ‘Kırmızı Pelerinli Kent’i yazmaya koyulan, gönüllü göçmen, gazete kâğıdı tenli Özgür’ü anlatıyor bize. Yani biraz kendisini ve bir andan sonra da, size sizi yansıtıyor. Çünkü satırlarda ilerledikçe, yeryüzüne saplanmış hançerler gibi ufuk çizgisini parçalayan dağlar, baş döndürücü uçurumlar, yüce, yabanıl ve yırtıcı kayalıklar sizi içine alıyor ve bir noktadan sonra siz de Favela’larda sıcak ölümü soluyan, boynuna kırık bir bira şişesi dayanarak, hayatı cebindeki üç beş reale indirgenen bir Carioca’ya dönüşüyorsunuz. Gerisin geriye dönüp, sükûnetle örülmüş hayatınıza kaçmak da, kalıp bu tuhaf, gizemli, korkunç ve cezbeli şehirle hesaplaşmak da sizin elinizde.
Tercihiniz hesaplaşmaktan yana olduysa şayet, varoluşun doruklarında ve yokluğun sınırlarında dolaşırken hep, hiçbir zaman ele geçmeyen, delifişek, cilveli, düzenbaz Rio’yu soluyacaksınız. İnsanın, doğayı biçimlendirmeye çalışmasıyla dalga geçen, diz boyu suça batmış, ucuz melez eti, kokain ve silah ticaretiyle palazlanan, altı yüz tepesinin tamamına favela’larca (çete) el konmuş, sokaklarına yüz binlerce evsiz barksız paslı çiviler gibi saçılmış bir kent Rio. Huzurlu hayatlarımıza ağır gelen, korkunç, yabanıl, ölümle kol kola yaşayan, onulmaz bir kent. Öyleyse kitabın kahramanı ‘Kırmızı Pelerinli Kent’e dair, karşı koyamayacağınız ve Özgür’ün de içinde kaybolduğu cazibesinin kaynağı ne? Cevabı Aslı Erdoğan’a bırakalım;
‘İşte açlıktan ölmek üzere olan bir kadının bulanık, sisli, dipsiz gözlerine bakıp da mutlulukla, gerçek mutlulukla karşılaştığınızda Rio’nun labirentlerinden içeri dalmış olacaksınız.’ Gerçekten de karşı konulmaz bir teklif değil mi? İnsanın damarlarında kanının akşını hızlandıran, olağanüstü bir çağrı. O halde söyleneni yapalım; ‘Şimdi gözlerinizi kapayın. İçimden ona kadar sayacağım. On dediğimde Rio’da olacaksınız. Ne yazık ki gözlerinizi ne zaman açmanız gerektiğini ben söylemeyeceğim.’ Evet sevgili okur, şimdi Rio’dasın. Ama hayır, okyanus boyu uzanan farfaralı ve dünyanın en pahalı apartmanlarının dizildiği Ipanema kumsalında veya melez kalçaların samba ritimleriyle salındığı coşkun karnavalda ya da İsa’nın meşhur, kartpostal heykelinin bulunduğu tepede değil. Rio’nun olağanüstü güzel yüzünü, çiçek bozuğuna çeviren altı yüz kadar favelanın arasındaki Santa Teresa’da, Özgür’ün bir sürü kiracıyla birlikte sığındığı, Akdeniz dokusuna sahip villadasın.
Mimarsanız şayet, Özgür’ün, Avrupalı sömürgen köklerini Rio’da ısrarla yaşatmaya kararlı ev sahibi Profesör Botelho’nun azgın ormana komşu evine dair, dokuz ve onuncu sayfalardaki betimlemeyi okuyup, mesleğinizin sosyoloji, tarih ve hatta psikolojiyle ne denli iç içe olduğuna, olması gerektiğine dair kafa yorabilirsiniz. Dahası, kitapta aralıklarla karşınıza çıkan, bir kentin, orada yaşayan insanlar kadar o kentte mevcut yapıları, yaşam alanlarını ve yaşam tarzını da nasıl şekillendirdiğine dair ipuçlarını da görebilirsiniz. Ben burada uzun uzadıya bahsetmeyeceğim bunlardan. Çünkü kitabın gerçek kahramanı ‘Rio’ hakkında edilecek birkaç sözümüz daha var. Bu eve dair ille de bir şeyler duymak gerekir derseniz evin, suni şaşaasına rağmen eğreti haline karşı koyarcasına duvara asılan afişten bahsedelim. Afişte, öpüşen bir çiftin, yakın çekim, aralık dudaklarını görüyoruz. Öpüşmek için değil de, sanki daha çok, annesinin gagasına uzanan aç bir yavru kuş gibi. Bazen küçük bir dokunuş, çok şeyi değiştirir. Mekânda, edebiyatta ve hayatta.
Bilindik kalıpların dışına taşıyor sizi Aslı Erdoğan. Tek sözcükle tanımlanabilse ‘Kaos’ olarak anılacak Rio da, ancak böyle bir edebiyatı kaldırırdı herhalde. Yolu o kaosa düşmüşlerden birinin sözleri ise şöyle; “Şu koca dünyada nereye ayak bastıysam, karşıma hep yüzeysellik çıktı, ama burada bir sanata dönüşmüş.” Ve hem okumaya devam ederken ve hem de ölümcül hayatımızın içinde bir andan sonra, kaos düzenin yerini alıyor, parçalar bütünün, yabanıl evcilin. Sahi siz hiç, yüzeyselliği veya her neye değer veriyorsanız onu, sanata dönüştürmeye çalıştınız mı? Denemek lazım.
Özgür’ün kitabı ‘Kırmızı Pelerinli Kent’ ile elinizde tuttuğunuz/tutacağınız kitabın iç içe geçmesi gibi, Rio ile İstanbul da iç içe geçiyor kimi zaman. Ruhumuzda yaşadığımız kaçışlar, hatırlayışlar gibi, Rio’da da, Pierre Loti’den görünen Haliç manzarasını andıran bir İstanbul noktası bulunuyor. Bu İstanbul noktasına, karnı burnunda bir kadını andıran otobüsle, Rio yokuşlarında homurdanarak, öksürüp tıksırarak ve hıçkırıklara tutularak çıkılıyor. Ve bu vardığınız son noktada anlıyorsunuz ki bir çember üzerinde dönüp duruyorsunuz.
Sonra o yokuştan aşağı inmeye başlayacaksınız. Çıkarken zorlanmanıza kıyasla daha kolay gelecek belki bu iniş. Ama yokuşun sonunun nereye vardığını bilmiyorsanız, vay halinize. Santa Teresa’nın hiç tekin olmayan yokuşundan aşağı, kente doğru ineceksiniz. Arnavutkaldırımı belki kırk yıldır yenilenmemiş yol, Amazon ırmakları gibi kıvrılıp bükülecek, ikide bir sert kavislerle yön değiştirecek. Efendim? Hayat gibi mi dediniz? Kim bilir belki de. Belki de Aslı Erdoğan’ın anlatmak istediği, Rio’nun, nam-ı diğer Kırmızı Pelerinli Kent’in anlatmak istediği, yokuş yukarı ya da aşağı, sonunda ölüm olsa da, yolda olmaktan keyif almamız gerektiğidir. Âdem’in uğruna ölümsüzlüğü teptiği şeyin, yani ‘Bilinmeyen’ in tadını çıkar. Mademki sonu değiştiremiyoruz.
Kentler, büründüğümüz kıyafetler gibidir. Biz onları seçtiğimizi sanırken, onların bizi biçimlendirdiğini fark edemeyiz bile. Ötemizde berimizde dolaşanlar da aynı aymazlığın pençesindedirler. Ruhunuza, yüreğinize ve bakışlarınıza siner yaşamayı seçtiğiniz kent. Ve Rio’da karşınıza çıkacak olan, karşısındakini yok etmekten çok, hiç var olmadığını düşleyen birinin bakışlarıdır. Varlığın, yokluğun, ölümün ya da hayatın değil, hiçliğin bakışları.
‘Kırmızı Pelerinli Kent’i okuyun. Dilerseniz bir roman gibi, arzu ederseniz öykü tadında, dilerseniz gezi kitabı okurmuşçasına, dilerseniz Aslı Erdoğan’ın otobiyografisi niyetiyle okuyun. Önemi yok. Dönüp dolaşıp geleceğiniz nokta, kendi yalnızlığınız olacaktır. Öyleyse Rio’nun kuytularında, keyifle yalnızlığınızın izini sürün. Belki an gelir, bir dostunuza da rastlarsınız. ‘Kabuk Adam’ veya ‘Mucizevi Mandarin’ olabilir rast geldiğiniz bu dost.
‘Kırmızı Pelerinli Kent’i, bir edebiyat eserinin, bambaşka bir biçimde nasıl inşa edildiğini anlamak için okuyun. Bir bina içinde kullanılan malzemenin bütüne, ardından bütünün, o binayı inşa edene nasıl dönüştüğünü görmek için okuyun. Gereksiz bir tek malzeme/kelime kullanılmadığını ve bununla birlikte, hiçbir cümlenin/odanın eksik kalmadığını, her şeyin yerli yerinde olduğunu görebilmek için. Bir de tavsiyeyle bitirmek gerekir belki de. Bu yerinde tavsiyenin aslolan Aslı Erdoğan’dan, aslın sureti Özgür’den, bendenizden, artık resim yapmayı bırakıp sessizliğe sığınmayı yeğleyen Senhor de Oliveira’dan ya da bizzat kitabın kahramanı, delifişek Rio’nun ta kendisinden geldiğini varsayabilirsiniz, fark etmez, aynı kapıya çıkar. Şöyle ki; “Gerçi Kırmızı Pelerinli Kent, pikapta Chopin noktürnleri dönerken okunacak bir metin değil, olamaz da. Çünkü benim yazdığım yerlerde silah sesleri duyuluyor. | |  Kırmızı Pelerinli Kent ve gerçeğin bedeli http://kulturservisi.com Aslı Erdoğan 20.08.2016 Türey Köse
Aslı Erdoğan benim için öncelikle “Kırmızı Pelerinli Kent”in yazarı. Rio de Janeiro sokaklarındaki kaosu, ölümü ve yalnızlığı anlattığı o kitap, bir kentin başkahraman olduğu en sarsıcı romanlardandır. Aslı Erdoğan’la yazar-okuru ilişkim sevgili ressam dostum Reyhan Abacıoğlu’nun bu kitaptan esinlenip “Kırmızı Pelerinli Kent” adını koyduğu bir resimle bütünleşir. Reyhan Abacıoğlu’nun armağanı o resim şimdi evimin duvarında. Aslı Erdoğan da başka duvarların arkasında...
Aslı Erdoğan’ın tutuklandığı haberiyle sarsılırken, Kırmızı Pelerinli Kent’e yeniden girdim. Ne de olsa biz edebiyatçıları sözcüklerinden takip ederiz, biliriz, anımsarız. Aslı Erdoğan yaralayıcı, ürkütücü, can yakan bir Rio de Janeiro anlatmıştı. O bildik egzotik, tropik görüntülü kartpostallar, Copacabana plajı ve karnaval görüntüleri dışında -çok dışında- bir Rio. “Cinselliğin buharında soluk alıp verebilen bir kent: Rio de Janeiro. Hep çırılçıplak, ama hep maskeli... Hep doygun, ama hep aç...” Bu kentin hem çıplaklığını, hem maskesini göstermişti. Sokaklarda öldürülen insanları, gecekondu mahalleleri “favela”lardaki yoksulluğu, açlıktan ölen çocukları, kokain sevkiyatını haber veren havai fişekleri. “Bundan sonra göreceğiniz her şey için yaşamınızla ödeme yapacaksınız. Tıpkı benim yaptığım gibi” diye uyararak. Ne de olsa “Hayata kafa tutan kız çocuğu, ‘dünyanın en tehlikeli kent’ini seçerken, insanoğlunun karanlıklarına bakmak istemişti yalnızca.”
Aslı Erdoğan’ın kırmızı kırkyama (patchwork) Rio pelerininin her parçasında ayrı bir acı, yoksulluk, kan, şiddet, seks, uyuşturucu, ölüm ve onulmaz yalnızlık hikâyesi var. Rio de Janeiro’da şimdi olimpiyatlar var, kent her gün bir yüzüyle televizyon ekranlarında. Bir zamanlar Rio’yu anlatmış olan yazar ise şimdi içeride. “Kırmızı Pelerinli Kent”te altını çizdiğim bazı cümleleri alt alta yazmak istedim. Hiç araya girip, yazarın acı hayat bilgili yazma kudretine saygısızlık etmeden.
“Kafesine dön, küçük kanarya, kafesine dön! Vakit varken...O açık pencere senin uçurumun!” “Geleceğe doğru yalınayak koşmak için güçlü bir arzu duydu içinde; kılıcını çekip atını yaşamın çetin cephelerine doğru doludizgin sürme isteği... ‘Yaşama sevinci’ denilen duygu buydu herhalde.” “Aritmetiğe dayanan ölüm, kişisel bir trajedi olmaktan çıkıyordu.”
“Rahat koltuğuna gömülmüş ve dünyanın en risksiz işine, okumaya dalmış, kentli, iyi eğitimli, hiç açlık sanrısı görmemiş birine açlığı hangi sözcüklerle betimleyebilirdi? Kimin sözcükleriyle?” “‘Yazabildiğim sürece umudumu bütünüyle yitirmiş sayılmam’ diye düşündü, ‘Gerçi Kırmızı Pelerinli Kent, pikapta Chopin noktürnleri dönerken okunacak bir metin değil, olamaz da. Çünkü benim yazdığım yerlerde silah sesleri duyuluyor.’”
“Neden seçtim bana öldüresiye düşman bu kenti? İnsan acısından lif lif dokunmuş kırmızı peleriniyle benliğimi sarıp sarmalayan, keskin dişlerini karnaval maskelerinin arkasına gizleyen Rio de Janeiro’yu…? Yalnızca tek bir şey adına güvenli suları terk eder,
kendi köklerimizi keseriz. Adem’in, uğruna ölümsüzlüğü teptiği tek şey adına: BİLİNMEYEN.” “‘Sıfırı tüketmiş insanlar, çaresiz hayvanlar kadar bile sevecenlik uyandırmıyor’ diye düşündü Özgür. ‘Zorlama bir acıma duygusu, dehşet, çoğunlukla da tiksinti... İnsan, kendi türüne karşı çok insafsız.” “Yeryüzü göçebeleri...Başıboşlar, gece gezginleri, göçmen kuşlar... Bir büyük bitimsiz yolda bir başlarına yürüyenler... Hep tek yönlü biletlerle yolculuk yapan, iz bırakmadan ortadan yok olan, bir çanta dolusu eşyayla yıllar geçirenler... Bağlanmayan, topraklaşmayan, bütünleşmeyen, gövdenin ağırlığını taşıyamayacak bir çift kanat uğruna köklerini kesenler...”
“Kadından başka bir şey olmalarına izin verilmeyen bu kentte, onlar da sonuna dek kadın olmuşlardır. SALT-KADIN..”
“Deborah’ı tanımlayabilecek sıfatları art arda diziyordu: Şuh, fettan, hoppa... (Çok sonraları aynı sıfatları Rio’yu betimlerken de kullanacaktı.) Olmak istediği şeyin kusursuz bir görüntüsünü sunan: KADIN.” “Hayatını işine, yani 1. Dünya’nın sulu gözlü röntgenciliğine adamış bir iletişim çağı misyoneriydi. Bir elinde kamera, ötekinde sözcükler, arka cebinde sıtma tabletleri ile prezervatifler; tifodan sarı hummaya bütün aşılarını tamamlamış; Nikaragua’dan Bosna’ya, Afrika çöllerinden Brezilya varoşlarına, kelle koltukta koşturup dururdu.”
“Yazdım, çünkü insan hayatına on ile dört yüz dolar arasında değer biçilen bu kentte, ölüme karşı başka siper bulamadım.”
“Hiçbir şeyi sakınmayacak, saklamayacak, esirgemeyeceksin. Ne kırk yıl sonra, ne de yarın, hemen şimdi, müzik bittiğinde ölecekmiş gibi dans edeceksin.”
“Gırtlağıma takılıp kalan çığlığın bedeli ödenmeli.”
“Sonuçta, eline kalem alan herkes şu soruyla fazlasıyla boğuşmak zorundadır: Gerçeğin ne kadarına DAYANABİLİRİM?”
Aslı Erdoğan, sözcükleriyle Rio’nun o kartpostal manzaralarını bozuyor. Kitabın her satırında “Gerçeğin ne kadarına dayanabilirsiniz?” diye soruyor. Konforlu evinde, ayaklarını uzatmış “dünyanın en risksiz işine” dalmış okur için bile dayanmak zor, çok zor... Ya hep “gırtlağına takılıp kalan çığlığı yazanların ödediği bedel?” diye sorma zamanı... |