| TOKYO UÇUŞU iPTAL Rana DasguptaÇeviri: Deniz KeskinHava koşulları yüzünden başka bir şehre mecburi iniş yapan Tokyo uçağının yolcularının büyük kısmı otellere yerleştirilir, ama on üç yolcu yer sıkıntısından dolayı havaalanında sabahlamak zorunda kalır. Hiç tanımadığınız bir grup insanla kapalı bir alanda mahsur kaldığınızda, zamanın geçmesini sağlamak için yapabileceğiniz en eğlenceli şey nedir peki? Tabii ki hikâyeler anlatmak! Boccaccio'nun Decameron'u ve Chaucer'ın Canterbury Hikâyeleri’ninkine benzer bir ruhla yazılmış olan Tokyo Uçuşu İptal, dünyanın farklı köşelerinde, birbirinden çok farklı karakterlerin başından geçen ilginç olayları anlatan on üç hikâyeden oluşuyor. Gerçekçiliğin katı kuralları yerine hayal gücünün kural tanımazlığının hüküm sürdüğü bu hikâyeler büyüklere yönelik modern zaman masalları olarak da görülebilir. Ama her şeyin tozpembe olduğu ve kahramanların sonsuza kadar mutlu yaşadığı masallar değil bunlar; aksine, tutkuları ve zaaflarıyla insan ruhunun karanlık yönlerini eşeleyen, olayların hiç de beklendiği gibi gelişmediği, kaderin cilve ve silleleriyle örülü masallar. Daha önce Solo adlı romanını yayımladığımız Hint asıllı Britanyalı yazar Rana Dasgupta'nın ustalıklı bir dille kaleme aldığı bu eğlenceli kitap, tarihin kendisi kadar eski olan hikâye anlatma geleneğine de bir saygı duruşu...
Hikâyelerin Romanı
Halil Türkden Remzi Kitap Gazetesi, 1 Ağustos 2015
Tokyo tarihinde gördüğü en şiddetli fırtınalardan birinin etkisi altında, şehir tamamen kar örtüsüne bürünmüş. Dünyanın her yerinde uçaklar sarsıla sarsıla ilerlerken, haliyle Tokyo’ya da hiçbir uçak iniş yapamıyor. Tam da o gece bir 747, taşıdığı 323 yolcuyu mecburi olarak bir şehrin soğuk bir havaalanına bırakmak zorunda kalır. Nevi şahsına münhasır 323 kişi, türlü sıkıntı ve kaygılarla gergin bir bekleyişin ortasındadırlar. On beş yıllık evliliği boyunca karısından bir gece bile ayrı kalmamış bir adam, yarın çok önemli bir toplantısı olan bir yolcu, kalan birkaç günlük tatilini de havaalanında geçirmek istemeyen bir kadın, kocası havaalanında bekleyen bir balayı yolcusu…On üç kişi haricindeki herkese zor da olsa geceyi geçirmeleri için otel odaları bulunur. Geriye kalan bu talihsiz on üç kişi arasında, o soğuk karanlıkta titreyen sessizliği delen biri çıkar: “Arkadaşlar, birbirimizi böyle sessiz sessiz oturacak kadar tanımıyoruz diye düşünüyorum. Ancak birbirini iyi tanıyan insanlar böyle oturur. Birbirimizi görmezden gelmeyelim. Sizce de öyle değil mi? Naçizane bir öneride bulunmak isterim –kabul edip etmemek size kalmış– ama aklıma şu geldi: Aramızda anlatacak bir hikâye bilen var mı acaba?” Hint asıllı Britanyalı yazar Rana Dasgupta’nın Tokyo Uçuşu İptal adlı romanı havalimanında mahsur kalan on üç yolcunun bütün gece boyunca birbirlerine anlattıkları hikâyelerle kurgulanmış. Kitap, Geoffrey Chaucer’in Canterbury Hikâyelerive Bocaccio’nun Decameron'uyla kurgusal bir benzerlik gösteriyor. İngilizcenin yazılı ilk eserlerinden biri olan “Canterbury Hikâyeleri”, hac için yola koyulan insanların vakit geçirmek için birbirlerine anlattıkları hikâyelerden oluşan, “bir çerçeve öykü içinde öyküler dizisi” biçiminde kurgulanmıştı. Bir diğer deyişle, herkes bir şeyler anlatıyordu ve anlatılan her hikâye dönemin topoğrafyasını çıkarıyordu. Dasgupta, Tokyo Uçuşu İptal'de tarihin kendisi kadar eski olan hikâye anlatma geleneğine selam ediyor. Dasgupta’nın Türkçedeki ilk eseri olan Solo adlı romanında, 100 yaşındaki münzevi bir Bulgar olan Ulrich’in hayata ve dünyaya nasıl baktığını, bir asırlık ömrün perde arkasında duran savaşlar, kapitalizm ve komünizm arasındaki geçişler, her alanda vücut bulan devrimler ışığında okumuştuk. Dünyanın değişimine tanıklık eden bu adamın hikâyesinde, yazarın gerçekçiliği, araştırmacılığı ve hayal ögelerini becerikli kullanışı öne çıkmıştı. Dünyanın unuttuğu ama dünyayı unutmayan bu yaşlı adamı, hikâyeleriyle tanımıştık. Rana Dasgupta’yı da öyle… Tokyo Uçuşu İptal kitabında da aynı mahareti görmek mümkün. İyi bir gözlem ve hayal gücünün yanı sıra dünyanın ve dünya kentlerinin gerçekliklerini güçlü bir dil ve tasvirle aktarıyor Dasgupta. Ayakları yere basan, aşırıya kaçmayan ve anlattığı masal ve hikâyelere önce kendisini inandırmış bir gözlemci, doyumsuz bir hikâye anlatıcısı var karşımızda. Tokyo Uçuşu İptal ustalıkla işlenmiş bir dile sahip. | | A. Ömer Türkeş, "21. yüzyılı anlatan on üç masal", Radikal Kitap, 25 Mayıs 2015Hint asıllı Britanyalı yazar Rana Dasgupta Tokyo Uçuşu İptal romanı bir havalimanında mahsur kalan on üç yolcunun bir gece boyunca birbirlerine anlattıkları hikâyeler biçminde kurgulanmış. Dünyanın farklı şehirlerinden gelen kadınlı erkekli on üç kişi, 21. yüzyılın hayat biçimlerini mitik ve gerçeküstü anlatılara döküyorlar. Geoffrey Chaucer’in Canterbury Hikâyeleri’ni ya da Bocaccio’nun Decameron’u çağrıştıran kurgusuyla Tokyo Uçuşu İptal, “tarihin kendisi kadar eski olan hikâye anlatma geleneğine de bir saygı duruşu” olarak da okunabilir. Tokyo seferini yapmakta olan bir uçak hava koşulları nedeniyle adı verilmeyen büyük bir havalimana iniş yapmak zorunda kalır. Çok sayıda uçak ve yolcusunu misafir eden havalimanında büyük bir karmaşa hâkimdir. Yolcular geceyi geçirmek için otellere nakledilir. Ancak on üç yolcu için yer temin edilemez. Onlar havalimanında beklemek zorundadır. Hepsi de bu durumdan hoşnutsuzdur. İçlerinden biri bu sıkıntılı saatleri hikâye anlatarak doldurmayı teklif eder ve gece bir anda renklenir. Çünkü her biri farklı ülkeden, farklı kentlerden gelmiş, yanında o kentlerin kültürünü getirmiştir. Ve tam da Benjamin’in söylediği gibi, “uzaktan gelenin anlatacakları vardır”. Böylelikle zenginlerden yoksullara, film yıldızlarından yoksul işçilere, yoksul göçmenlerden hayat kadınlarına kadar genişleyen insan tipleriyle büyülü bir dünyanın kapıları açılır... İlk hikâye “Terzi” ile Doğu’da -muhtemelen Arabistan’da- başlıyor masal akşamı. İkinci anlatıcının modern masalının mekânı Londra. Sonra Hindistan’a, Almanya’ya, ABD’ye, Nijerya’ya, Japonya’ya, Türkiye’ye, Fransa’ya, Polonya’ya, Çin’e ve nihayetinde Arjantin’e uzanıyor anlatılan hikâyeler. Masallar birbirlerine hepsinde de bir şekilde vurgulanan on üç sayısıyla, fantastik ya da gerçeküstü olaylarla, bireylerin kaderlerini etkileyen ekonomik ve siyasi gelişmelerle, insana dair evrensel temalarla bağlanırken Dasgupta modern küreselleşmenin kapsayıcı bir görünümünü sunuyor. Yazarın Solo adlı romanı, Bulgaristan’da hiç yaşamamış bir yazarın, Bulgaristan tarihine paralel akan hayatını çok gerçekçi ve inandırıcı bir hikâyeye dökmesi, titiz bir araştırmacılık ürünüydü. Elbette buna ek olarak yaratıcı hayalgücünü de eklemek gerekiyor. Sonuçta gerçeklerle hayallerin içiçe geçtiği karamsar ve güzel bir roman çıkmış ortaya, diye düşünmüştüm. Tokyo Uçuşu İptal için de benzer cümleler kurulabilir. Dasgupta birbirinden çok farklı kentleri ve insanlarını farklılıkları ve benzerlikleriyle çok iyi yansıtabilmiş. Mesela İstanbul’u; “Büyük İstanbul şehrinde, Süleymaniye Camii’nin etrafındaki huzurlu türbelerin yakınlarında, hem şehir halkının hem de turistlerin epeyce rağbet ettiği Kapalıçarşı’ya uzak denemeyecek bir mesafede Laleli diye bir yer vardır. Başka ülkelerden tüccarlar gelip buradan giysi alır, götürüp kendi memleketlerinde satar. Buraya hızlı adımlarla ve çok çalışan insanlara özgü incecik bedenleriyle ulaşan kadınlar, obez vücutlar ve kıpkırmızı yanaklarla ayrılır, çünkü valizlerini alabileceğinin azamisi ile doldurduktan sonra bir düzine yeni gömlek ve bluzu, üzerine de kat kat yakası kürklü ceketi giyip öyle düşmüşlerdir dönüş yoluna. İstanbul’da -tabii Ankara’da ve İzmir’de de- Türk erkekleri ve kadınları gözden ırak atölyelerde kendi zevkleri için fazla barok kaçan, Moskova, Sofya ve Minsk’in gözde barlarında ve klasik kokteyl partilerinde giyilen kürk ve deri giysiler diker. İşte o giysiler, tecrübeli yabancı tüccarın her inceliği bilen gözlerine takılsın diye sıra sıra Laleli dükkânlarının camekânlarına getirilip asılır...” Küresel dünyanın fantastik yorumları İki romanı üzerinden bir genelleme yapıldığında, Dasgupta’nın romanı hikâyeler biçiminde kurgulamayı benimsediği söylenebilir. Solo’da bütün bir 20. yüzyıla tanıklık etmiş, savaş acılarını tatmış, kapitalizmden komünizme, komünizmden kapitalizme geçişin sancılarını doğrudan deneyimlemiş, bilim ve teknolojinin ve sanat ve edebiyattaki yeniliklerin izleyicisi olmuş, kaderini bütün bu değişimler, yenilikler, savaşlar ve acılar tayin etmiş yaşlı, yoksul ve kör bir adamın anılarını okumuştuk. Roman kahramanı gerçek hayatta yapmak isteyip de yapamadıklarını ve istemediği halde yapmak zorunda kaldıklarını hayal dünyasında telafi etmeye çalışıyordu. Tokyo Uçusu İptal’in anlatıcılarının hayal dünyalarını da günümüz dünyasının yakıcı ve yıkıcı sorunları kaplıyor. Her iki roman da karamsar bir bakışın ürünü olmakla birlikte Tokyo Uçuşu İptal -masalın sağladığı olanaklar sayesinde- biraz daha neşeli ve eğlenceli. İşte bu noktada Dasgupta’nın esinlendiği hikâye anlatma geleneğine, Chaucer’in Canterbury Hikâyeleri’ne değinebiliriz; Canterbury yakınlarındaki kutsal yerleri ziyaret etmek için yola koyulan hacıların yol boyunca vakit geçirmek için birbirlerine anlattıkları hikâyelerden oluşan Canterbury Hikâyeleri “bir çerçeve öykü içinde öyküler dizisi” biçiminde kurgulanmıştır ama canlı insan tiplerine yer vermesi ve dinsel kaygılardan uzaklığıyla İngiliz edebiyatının ilk modern yapıtları arasında yer alır. Dasgupta, 21. yüzyılın tekno-kültürel dünyasını kurmaca evrenine taşırken kullandığı ironi, paranoya, parçalanma, parodi, kara mizah, büyülü gerçekçilik gibi tekniklerle çağdaş toplumun ve bireylerin baş etmekte zorlandığı gerçekleri su yüzüne çıkardığını söylemek abartılı olmaz.. İsimsiz bir havaalanı seçimiyle, dünyanın dört bir yanından gelip dört bir yanına gidecek isimsiz roman kişileriyle -daha ilk baştan- küreselleşmeye vurgu yapmış Dasgupta. Bir yandan küçülen ve teknoloji sayesinde kolaylıkla oradan oraya gidilebilen bir dünya var, diğer yanda henüz bu dünyayı kavrayacak olgunluğa erişmemiş insanlar. Onlar gerçekliğin fantastik yorumlarını yaparlarken “Tokyo Uçuşu” da bilim ve teknoloji ile insanların hayal ve fantezileri arasında bir köprü işlevi görüyor. Her ne kadar izole edilmiş bir havaalanı bekleme salonunda anlatılsalar da anlatılanlar konu ettikleri ülkelerin hem her yere özgü hem sadece oraya özgün -hatta kimi zaman egzotik- yanlarını sergileyerek -Asya’yı, Amerika’yı, Afrika’yı, Avrupa’yı kapsayan- evrensel ve gerçekçi bir tablo çizmeyi başarıyor.
Son çaremiz edebiyat
Yankı Enki, , Cumhuriyet Kitap Eki, 23 Temmuz 2015
Rana Dasgupta'nın kaleme aldığı Tokyo Uçuşu İptal, sadece havaalanında sıkışıp kalan yolcuların yaşadığını değil, dünyanın geri kalanının da içinde bulunduğu kaosu, felaketi, yıkımı ve çöküşü anlatan; hem bireyin hem de toplumun tekinsiz öyküsünü dillendiren bir kitap. Başlığında bir eksiğin, bir krizin, işlerin yolunda gitmediğinin işaretini veren Tokyo Uçuşu İptal, “Ortalığa kaos hâkimdi” diye başlıyor. Hint asıllı Britanyalı yazar Rana Dasgupta, romanın arka planını henüz ilk sayfadan yansıtıyor. Şiddetli kar fırtınası nedeniyle Tokyo’ya inemeyen bir uçağın on üç yolcusu, geceyi meçhul bir havaalanında geçirmek zorunda kalıyor. Ancak burası, fantastik unsurlarla dolu romanlardan fırlamışçasına tekinsiz ve müphem bir bölge. “İki dünya, herhangi iki yer arasında gizli bir tünele benzeyen bir mekânda” kalıyor yolcular. Geldikleri yerle varmak istedikleri yer arasında sıkışıp kalan ve yazarın çok iyi yansıttığı gibi modern hayatın temposuna kapılmış yaşamları için büyük bir gecikme ve katlanılmaz bir ertelemeyle yüzleşen yolcuların geceyi geçirmek için sığınacakları bir otel yok; onlar da hem ilk hem de son çareleri olan edebiyata sığınıp birbirlerine hikâye anlatmaya başlıyor. Yolcu hikâyede gerek. Genellikle fantastik edebiyat deyince “yolculuk hikâyesi” klişesini kullanırız ama roman bu klişenin yerine, Boccaccio’nun Decameron’u ve Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’nden de ilham alarak olsa gerek, başka bir kavram öneriyor bize: “Yolcu hikâyesi.” Böylece ünlü “yolcu yolunda gerek” deyiminin yerine “yolcu hikâyede gerek” geliyor adeta. “Aramızda anlatacak bir hikâye bilen var mı acaba?” sorusuyla başlayan on üç hikâyelik serüven, edebiyatın insana hakikati sunan o derin, ciddi, felsefi tarafıyla, sadece oyalayan ya da iyi vakit geçirten hafif tarafının biraradalığını da düşündürüyor. Bu bağlamda roman, edebiyatın doğası üzerine eğilen ve bunu ağırlıklı olarak fantastik edebiyatın unsurları, olayları ve karakterleriyle yapan bir eser. Yazar böylece 21. yüzyılın insanına, kar fırtınasının, yani bir doğa olayının, adına kültür dediğimiz her şeyi altüst etmesi karşısındaki son kalenin edebiyat olduğunu ama diğer yandan, oyalanmak için de aklımıza ilk gelen şeyin hikâye anlatmak olduğunu hatırlatıyor. “Herkesin bildiği bir hikâye vardır elbet!.. Sırf her gün evden işe nasıl gittiğinizi anlatsanız, bana en güzel masal gibi gelir! Hatta efsane gibi!” İşte böylece edebiyat ve mitoloji kaynaşıyor ve kahramanın sonsuz ve fantastik yolculuğu da başlamış oluyor. Her ne kadar akla ilk gelen ilham kaynakları Boccaccio ve Chaucer olsa da Dasgupta’nın eserinde Murakami gibi çağdaş bir yazarın ya da Papini gibi bir ustanın da tadını almak mümkün. Fantastik edebiyatın, büyülü gerçekçiliğin, bilimkurgunun, ironik ve absürt kara mizah eserlerinin de lezzeti bulunuyor bu metinlerde. Kitabı tanımlarken “roman” olduğunu söylediğimiz ama içeriğinden bahsederken hikâyelerden oluştuğunu gördüğümüz bu eser, alışılageldik bir roman değil bu bağlamda. Belki de hikâye anlatıcılığı üzerine bir roman olduğunu söylemek gerekiyor. On üç hikâyenin her birini farklı bir yolcunun ağzından dinliyoruz ve okurken ilk hissettiğimiz şeylerden biri, sanki her parçanın ayrı bir yazar tarafından yazılmışçasına farklı olması. Metinler arasında yer yer benzer unsurlar kullanılıyor ama herkesin hikâyesinin farklı olması, her bireyden ayrı bir efsane ya da masal çıkması, yazar Dasgupta’nın da varmak istediği bir sonuç herhalde. Kimi hikâyeler yumuşak ve duygusalken kimisi oldukça sert, sıra dışı ve hayal gücünün sınırsızlığını resmediyor. "Benim geldiğim yol senin haritanda yoktur!" Her hikâye farklı bir coğrafyaya götürüyor bizi. Polonya’dan Almanya’ya, İngiltere’den Hindistan’a, ABD’den Fransa’ya kadar uzanan bu edebi coğrafyadaki duraklardan biri de Türkiye, hem de iki farklı hikâyede birden çıkıyor karşımıza bu tanıdık topraklar. Örneğin “Frankfurtlu Haritacının Evi” başlıklı hikâyede, dünyayla ilgili her türlü bilgiyi toplayıp dijital bir veritabanı oluşturmak isteyen, kısacası dünyanın bugüne kadar görülmemiş bir haritasını çıkarma peşinde olan Alman bir haritacının yolu Anadolu’ya düşüyor. Böylesi rasyonel bir Avrupalı kahraman, kendini biraz küstahça yaklaştığı Anadolu coğrafyasında bulunca bu toprakların bir Avrupalının o haritacı zihniyetinin sınırlarına sığmadığını çok iyi gösteriyor yazar. Artık rasyonalizm bitiyor, gizemli ve fantastik bir dünyanın haritasını çıkarmak zorunda olduğunu görüyor kahramanımız. Almanya’ya kaçsa da peşini bırakmayacak bir lanet, bir Türk kızı onu izlemeye, daha doğrusu ona musallat olmaya devam ediyor. “Benim geldiğim yol senin haritanda yoktur!” diyor bu hayaletimsi kahraman ve bu noktadan sonra tamamen fantastik bir hikâye okuyoruz. “İstanbul’da Randevu” başlıklı hikâye ise kitaptaki birçok parça gibi kadın-erkek ilişkisi üzerine eğiliyor; hatta tıpkı “Frankfurtlu Haritacının Evi”nde olduğu gibi farklı coğrafyaların insanları arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Bu kez tekinsiz unsurlardan ziyade daha masalsı ve hafif bir hikâye çıkıyor karşımıza. İstanbul da bu metinde arka plan görevi görüyor. Hâlâ gotik kuleler dikmeye devam ediyoruz Bu kitabın ilk bakışta sinyallerini vermediği ama metinler ilerledikçe fark ettirdiği hazine ise, fantezi, korku ve hatta bilimkurgu okurlarını kucaklayan hikâyeler. Bu metinlerde yazarın üslubu ve içeriği bazen Ray Bradbury’ye bazen de Ursula K. Le Guin’e yaklaşıyor. Kitabın bu bağlamda en çok öne çıkan metni, insan gibi görünen varlıkların anlatıldığı, hikâye anlatıcılığı ve uygar insanın ölümsüzlük sorunsalı arasındaki derin bağların kurulduğu, doğa-kültür çatışmasına postmodern çözümlerin önerildiği “Dönüşken” adlı hikâye. Bu parçaya paralel diğer hikâye ise “Milyarderin Uykusu” başlığını taşıyor. Bu iki metin özellikle kitabın diğer parçalarından ayrılıyor ve köklerini gotik edebiyata kadar uzatabileceğimiz unsurlara sahip; hatta bir türe dahil etmek istersek “eko-gotik” diyebiliriz. Geçtiğimiz aylarda yurtdışında yayımlanan ve çevre felaketi ile insan felaketi arasındaki kesişimi anlatan, doğayı ve çevreciliği bir korku unsuru olarak ele alan Jordskott adlı diziyi izleyenler varsa bu iki öyküyü kesinlikle okumalı ve günümüzde “eko-gotik” dediğimiz meselenin derinliklerine tanıklık etmeli. “Günümüzde gotik edebiyat mümkün mü?” sorusuna cevap olacak birçok unsuru barındıran bu iki hikâye, içimizdeki canavar ve dışımızdaki korku arasındaki köprüleri kurup örneğin kentsel dönüşüm gibi bir çevre felaketini, Kafkaesk bir şekilde, içimizdeki dönüşümle paralel bir biçimde anlatmayı başarıyor. Hâlâ gotik kuleler dikmeye devam ediyoruz ve o kulelerin içinde tekinsizlik var olmaya devam ediyor; işte bunun altını çiziyor Dasgupta. “Oyuncak Bebek” ise aslında farklı bir Frankenstein öyküsü anlatan, çılgın bilim adamının yerine çılgın işadamı figürünün geçtiği bir bilimkurgu hikâyesi. Bu metinde de premodern dediğimiz şeyin nasıl olup da postmoderne dönüştüğünü kurcalıyor yazar. Bir yanıyla ekolojik bir öykü, diğer yandan da bir aşk öyküsü olarak okunabilir bu parça, tıpkı kitaptaki çoğu hikâye gibi. Görüldüğü gibi sadece havaalanında sıkışıp kalan yolcuların yaşadığını değil, dünyanın geri kalanının da içinde bulunduğu kaosu, felaketi, yıkımı ve çöküşü anlatan; hem bireyin hem de toplumun tekinsiz öyküsünü dillendiren bir kitap bu. “Ortalığa kaos hâkimdi” diye başlamıştı roman; “insana da edebiyat…” diye bitirebiliriz biz de. |