| Ayşe Sarısayın "Karakalem Resimler"
Asuman Kafaoğlu-BükeFlaman ressamların aile yaşamından sahneleri tablolarını taşımaları, kadının toplumsal konumunun yüzyıllar sonra belki de değiştiğinin işaretini veren ilk sinyallerdi. Avrupa’da, özellikle de Hollanda gibi kuzey ülkelerinde, on yedinci yüzyılda nükleer aile kavramı oluşmaya başladı. Yeni aile düzeniyle birlikte kadının önemi arttı. Örneğin Vermeer’in tablolarında nakış işlerken, kitap okurken ya da bir enstrüman çalarken resmedilen kadınlar, bir yandan da ev içinde kadınların nasıl giyindikleri, nasıl davrandıkları hakkında bize bilgi verirler. Sadece evin hanımları ile sınırlı kalmaz Vermeer’in konuları, evdeki hizmetkârları çamaşır yıkarken ya da mutfakta görüntüler.
Edebiyatta kadınların gündelik yaşamlarını konu edinen eserler ise çok daha geç bir tarihte ortaya çıkmaya başladı. Resimde Kuzey Rönesans’ı olarak bilinen dönem edebiyata çok daha sonraki yıllarda ulaşmış, çağdaş aile düzenini anlatan romanlar ise ancak yüzyıl sonra yazılmıştır. İlk başlarda sadece konu olarak sanatta yer alan kadın, ilerleyen dönemlerde kadının sesini de yansıtır oldu.
Geçtiğimiz haftalarda yayımlanan Ayşe Sarısayın’ın “Karakalem Resimler” adlı öykü kitabı, Vermeer’in tabloları gibi okuru ev içlerine, özel yaşam alanlarına sokan özelliğe sahip. Sarısayın’ın daha önceki öykülerinden alışık olduğumuz konular bu yeni kitabında da yer alıyorlar. Yazar, özellikle kadın dostluğu, komşuluk, anne-kız ya da kız kardeşler arasındaki ilişkiler etrafında geliştirmiş öyküleri.
“Karakalem Resimler,” dört kısa öykü ve birkaç bölümden oluşan bir novella’dan oluşuyor. Ayşe Sarısayın’ın öykülerinde dikkat çeken şeylerin başında, şiire yapılan göndermeler gelir. Bu kitapta da her öykünün başında, sanki o öyküye açılan bir pencere gibi duran, dizelere yer vermiş yazar. Öykülerin şiirden beslendiği, hatta alıntı yapılan dizelerin açtığı yoldan gidildiği izlenimi veriyor. “Kadın edebiyatı” ya da “kadın yazarlar” türünden genellemelere yakın durmasak da, Sarısayın’ın öyküleri hem ele aldığı konular açısından hem de öykülerin sahneleri açısından kadınsı bir dünyanın sesini duyuruyor bize. Öyküleri tiyatro sahnesinde gibi algılarsak, yazarın kullandığı tamamlayıcı objeler de aynı bu kadınsı dünyanın bir parçası olarak görülebilir. Bir öyküde porselen takım, diğerinde çamaşır sepetinin kenar süsü danteller, öykülerin dekorlarını da feminen bir atmosfere sokmayı başarıyor.
Sarısayın’ın öykü kahramanları kadınlardan oluşuyor; çoğunluğu erkekler tarafından terk edilmiş kadınlar. Bu yüzden erkekler yokluklarıyla hissettiriyorlar kendilerini. Bazen uzun yıllar hapiste kaldıkları için, bazen de yıllar önce evi terk ettiklerinden… her durumda, varlıkları uzak bir yere ve zamana ait.
Kitabın en etkileyici öykülerinden biri “Kristal Küre” adını taşıyor. Bu öyküde yazar çok akıllıca kristalin moleküler yapısı ile evlilik arasında bir benzetme yapıyor. “Katı bir maddenin atomlarının kesin geometrik bir yapıda olmasına kristal deniyor. Cam ve plastik dışında tüm katılarda atomlar tekrarlı bir sıra şeklinde dizildiklerinde kristal ya da billur oluşturuyorlar. Üç boyutta tekrar eden bir düzen… (…) Kristal yapı, tekdüze ve sıkıcı olmalı bu tanımlara göre. (…)”
Tek düze evlilik yaşamı ile kristal molekülleri arasında kurulan hoş benzetme, daha sonra bir kristalin kırılabilir özelliği ile yeni bir anlam katıyor öyküye “oysa benim meselem hem sayısız parçaya ayrılabilen ışıltılı bir nesneyle, hem de üç boyutta tekrar eden bir düzenin bozulmasıyla” ilgili. Ne denli itinalı yapıştırılsa da asla eski pırıltısına kavuşamayacak olan kristal küre gibi, evlilik de bir kez zedelendikten sonra asla eski parlaklığına kavuşmayacaktır. Ve öykünün kahramanı, evliliğindeki kırılmalar yüzünden tüm yaşamını paramparça olmuş bir kristal küre gibi algılamaya başlar.
“Karakalem Resimler”de çok sevdiğim bir diğer öykü “Yarım Kalmış Bir MS Öyküsü” oldu. Ayşe Sarısayın öykülerinde iki farklı ses kullanmayı seven bir yazar. Kuşkusuz bu iki seslilik öykülerine derinlik kazandırıyor. Genelde italik ile ayırdığı ikinci ses, ya eskiden anıları düşündüren ya da paralel bir yaşamı anlatan bir ses olarak yer alıyor. “Yarım Kalmış Bir MS Öyküsü”nde iç içe geçen birçok öykü bir merkezde toplanarak anlatılıyor. Orta yaşlarda olduğunu tahmin ettiğimiz bir kadın, tedavisi için geldiği hastanede koluna bağlanan serumu bir yandan damlarken, bir öykü okumaya başlar. Okuduğu öyküdeki kadın ile kendi yaşamı arasındaki paralellik can acıtıcı bir boyuta dayanır. Bu iki öykü iç içe anlatılırken, yandaki yatağa gelen bir başka kadın, okumasını yarıda keserek kendi hayat hikâyesini anlatmaya başlar. Böylece üç kadın kahramanın öyküleri birbirlerine karışır. Birisinin geçmişi, diğerinin geleceğinin habercisidir sanki. Terk eden kocalar da öykü kahramanının kaderini belirler sanki.
Bu öykünün kurgusal açıdan çok başarılı olduğu söylenebilir. Geçmiş, gelecek ve kurgusal olan aynı hastalığa yakalanan üç farklı kadını hikâyelerin ötesinde birleştirir. Bu öyküde çok hoşuma giden bir başka şey, yazarın ironi dolu satırları oldu. Öykü kahramanının okuduğu öykü ile ilgili düşüncelerini aktardığı satırlar, kendisiyle alay eden bir mizah taşıyor: “ilk cümlelere bakılırsa, anılarla ilgili bir öykü olmalı. Anlatıcı da bir kadın büyük olasılıkla! Geçmişi pek aklında tutamayan, anılarına ise hiç sahip çıkamayan biri olduğum için belki, bu tip öyküler ilgimi çeker genellikle. İki yönden merak duyarım; gerçekten anılarından yola çıkıp yazıyorlarsa, geçmişe ait bunca ayrıntıyı anımsayabilmeleri şaşırtır beni. Anılarıyla ilgisi olmayan kurmaca olaylar ise yazdıkları, bu kez de okuru, olayların gerçek olduğuna inandırabilmelerine şaşırırım. Birebir yaşamışlar gibi anlatmayı, nasıl başarırlar?”
Aslında Ayşe Sarısayın, geçmişle ilgili bir yazardır. Bu öyküde hiç anılarına sahip çıkamayan biri olarak kendini betimleyen anlatıcı kendisi olamaz, fakat kahramanın okuduğu öykü hiç kuşkusuz yazarın kendi öykülerinden biridir. Çünkü aynı okumakta olduğumuz öykü gibi kahramanın okuduğu öykü de nostalji dolu, anıları taptaze anlatan, detayları tüm berraklığı ile dile getiren bir öyküdür.
Sarısayın’ın öykülerini içten ve özentisiz bulurum. Bu kitapta yer alan öykülerinde yazarın kendi öyküsüne uzaktan bakması, özellikle kurguyu katmanlaştırmış ve güzel bir derinlik kazandırmış.
Karakalem Resimler / Ayşe Sarısayın / Can Yayınları / 2008 / 129 sayfa
"Çok Sey Yarım Halâ"Ayşe Sarısayın Babası Behçet Necatigil'i AnlatıyorTürk siirinin doruklarindan Behçet Necatigil siirlerinde evleri, en çok evleri yazdi. "Neden?" diye soranlara "Ev, yani aile, hayatimizdir. Bizi bir biçime, bir kaliba sokan ev ve ailedir," diyordu. "Merkezkaç bir kuvvet bizi uzaklara atsa bile, ince lastige takili yoyo gibi, dar çevremizin yönetimine bagliyiz. Evler, esler, çocuklar, yakin akrabalar. Çok sey evlerde olur. Insani saran her hacim, her mekan, her barinak bir evdir. Evsizler ev pesindedir, evliler evi ayakta tutabilme çabasinda."
Bu kitapta kizi Ayse Sarisayin, babasi Necatigil'i anlatiyor. Anlatilan önce büyük bir sairdir. Daracik bir odada çalismaktan hoslanan, düzenli, titiz, mütevazi, sözcük toplayan, yazili kagitlari biriktiren bir büyük sair. Ama bir babadir da, çocuklarina Cimbil adinda bir farenin masallarini anlatan...
"Sevgili Ayşe,
Cebimden bir fare çikinca çok korktum,
Bagırdım.
Geminin doktoru
Geldi, bakti.
"Korkma"
Dedi "bu, cansız fare."
O zaman anladim
Bu fareyi sen
Koymuösun cebime
Seni gidi seni
Korkuttun beni
İşte farenin resmi."
Egemen anlatıya karşı dişil belirsizlikAyşe Sarısayın’ın öyküleri, üzerinden zaman geçmiş travmaları, bir imgeyle temsil etmenin, zamana-mekâna sığdırmanın ve tek bir anlatıcının dilinden aktarmanın olanaksızlığını, geleneksel hikâye anlatıcısının anlatımdaki otoritesini yıkarak usulca gösteriyor HANDE ÖĞÜT (Arşivi) 15/08/2008Öyküyü, “İnsanı altüst eden bir duygunun özenle, iyi seçilmiş sözcüklerle aktarımı” olarak tanımlıyor Ayşe Sarısayın. Sözcüklerin, kişilerin, zamanın, mekânın seçimi elbette önemli ancak insan bilincini yitimle, aklı zemin kaymasıyla tehdit eden ‘altüst’ oluşlar, nesnel gözlemi güçleştiren bir duyarlılığa yol açar ki Siegfried Kracauer, bu tür olayların hiçbir tanığı ya da katılımcısının bunlar hakkında güvenilir bilgi veremeyeceğini ileri sürer. Sarısayın’ın Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü alan Denizler Dört Duvar ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Yorgun Anılar Zamanı adlı kitaplarının ardından yayımlanan Karakalem Resimler bende bu ‘belirsizlik’ kavramındaki negatif anlamın, kullanım biçimine bağlı olarak nasıl pozitif bir yöne, yeni bir perspektife çekilebileceği düşüncesini uyandırdı. Anlatılanların gerçek mi hayal mi olduğu, eldeki somut bilgilerden yola çıkılarak mı şekillendirildiği yoksa çağrışımlar üzerine varyasyonlar mı yaratıldığı klişesini bir yana bırakırsam; anlatıcının kim, asıl hikâyenin ne olduğuna dair -bağlamını yitirme ve yüzergezerleşme durumuna düşmeden- hissedilen ‘belirsizlik’, egemen anlatının parçalanışı idi tam da. Aynı hikâyeler, farklı kadınlarGören, düşünen, konuşan, anlatan, yazan kişiler ile farklı bilişsel dünyaların iç içeliği, kişilerin yaşadıklarını, arzularını, hayallerini ve parçalanışlarını aktarırken koşul, istek, zorunluluk, ikaz bildiren kiplerin tümünden yararlanıyor oluşları (kadınsı bir kafa karışıklığının işaretçisi), iç monologlar, anlatımlı monologlar ve bütüne ulanan eşik metinlerin örülüşü, somut gerçekliktense hayalleri ve anıları takiben bilinçakışına yakın durmayı tercih eden bir duyumsallık, ve en önemlisi metni tek bir anlatıcıya teslim etmeyerek her şeyi bilen yazar imgesini devreden çıkarışıyla eril duruş ve yazından ayrılıyor Karakalem Resimler. Anlatılanların, yazılabilir (de) olup olmayacağının garantisini vermeyen, ardından bir belirsizlikle birlikte boşluklar, yarıklar da bırakan Sarısayın’ın öyküleri, üzerinden zaman geçmiş travmaları, bir imgeyle temsil etmenin, zamana ve mekâna sığdırmanın ve tek bir anlatıcının dilinden aktarmanın olanaksızlığını, geleneksel hikâye anlatıcısının anlatımdaki otoritesini yıkarak usulca gösteriyor.
Histerik olduğu için evlenemeyen, hasta olduğu için aldatılan, sevdiği adamla birleşemeyen, her gece kocası tarafından tecavüze uğrayan, devrimci örgüte kabul edilmeyen, istediği romanı bir türlü yazamayan kadınların tümü de çocukken, gençken yaşadıkları ya da tanık oldukları hayal kırıklıkları ve altüst oluşların dile getirilemez, çırılçıplak ifade edilemez suskunluğundan mustariptir. Bir anımsama nesnesinin, bir mektubun, bir günlüğün, karakalem çiziktirilmiş resimlerin, bir duygunun ve çağrının izinden imgeleştirilmeye ya da somutlanmaya çalışılan, benlik tarafından hatırlanıp ifade edilse de bir türlü onarılamayan, geri döndürülemeyen zamanın açtığı mesafedir bu suskunun, yazamamanın nedeni. Ruhun, bedenin, eşyanın parçalanışının, çevresel parçalanışla; bireysel suskunluğun, toplumsal susturulmayla eş zamanlı ilerlediği öykülerde, ataerkil sistemce onaylı kadın kimliği sabitliğini korusa da Sarısayın’ın önceki öykülerine oranla dişil bir uyanışı, yeni bir yaşam imkânının arzulanır kılınışını görmemek de imkânsız.
Yazar ve eğitimli kadın, ev kadını, devrimci kadın, Anadolu kadını, dul kadın, terk edilen, evde kalan, yaşlı, hasta kadın, tecavüze uğrayan kadın, kendi ayakları üzerinde durabilen kadın temsiliyetleri; porselen fincanlar, el işlemeleri, kırmızı kurdele, stor perdeler, sutaşı geçirilmiş kumaşlar, çevresi oyalı yemeni, çamaşır sepeti, çay bardakları, Hayat mecmuası, çeyiz, gelin, gelinlik vb. kadına içselleştirilmiş imgeler ve nesneler ile bütünleştirilirken, büyük kentin sokaklarındaki hayata, siyasi örgüte, yazının özgürleştirici dünyasına katılan kadın imgeleri, ‘hanımefendi’, ‘ağırbaşlı ve mazbut kadın’, ‘peri kızı’ stereotiplerine baskın çıkmasa bile yan yana var olabilir; kadınlar negatif ortaklıkları içinde birleşirken biri diğerinin hikâyesine sahip çıkabilir. Evet, yine toplumsal ve ataerkil kodlar içindeki kadınlar, yine ailenin birliği düşüncesi var hikâyelerde ancak, toplumsalın dinamik süreçlerine katılım, terk etme, bırakıp gitme, yollara düşme cesareti, yeniden başlayabilme direngenliği de var. Kocası tarafından terk edildikten sonra hastalanan kadın ile kocasının ölümünün ardından kendinden hayli genç sevgilisiyle, ‘elalem’ ne der demeden yaşayan bir kadının aynı dizgeler içinde buluşabilirliği de var. Yine kadınları, yine ‘aynı şey’i anlatıyor Sarısayın; öte yandan ‘aynı dereceye göre farklı bir şey’ de anlatıyor. Hayal mi gerçek mi?‘Kuşlarla Giden’, hiç evlenmemiş bir kadın ile ablasının; Karakalem Resimler, örgütten dışlanan bir genç kızın, devrimci arkadaşına yaptığı yardımın anımsanışının; ‘Kristal Küre’, bir roman yazmaya çabalayan yazarın yeni bir düzen arayışının; ‘Yarım Kalmış Bir MS Öyküsü’, MS hastası bir kadının hastaneye yattığı gün(ün) ve okuduğu öykünün (Arka Bahçe isimli bu öykünün, anlatıcının kendi geçmişi olabileceği konusundaki belirsizlik, hoş bir ironi); dört ayrı bölümden oluşan ‘Hicran, Yine Hicran’ ise 12 Eylül sonrası dağılan hayatların hikâyesi. Her öykünün başında, öyküyü yazana hitap eden, onun geçmişini, şimdisini, devinilerini bir kamera gibi izleyen ve onu yönlendiren bir sesin çağrısı var ki, anlatıcıya bir anının, bir durumun, bir nesnenin hikâyesini yazdırmaya çalışan bu ses, yönlendirici bir kılavuz; gölge yazardan çok yazarın gölgesidir. Hikâye, oluşmak içini gücünü bu sesten aldığı kadar bir anımsama nesnesinden, bir ko(r)kudan, bir kırıklıktan, belki de hiç yaşamamış sadece hayal edilmiş bir karakterden alır: “Hep unutmak istediğin eski bir hikâyeyi anımsa”, “unutmamak için direndiğin silik resimler, belki de hiçbir zaman var olmamış, yalnızca imgeleminde yarattığın görüntüler”, “...mektuplar bambaşka şeyler çağrıştırabilir sana”... Farklı anlatıcılara rağmen hiç değişmeyen bu sesin ördüğü “eşik” metinlerin toplamı kitabın omurgasını oluştururken, hikâyeler farklı mecralardan akarak omurgaya bağlanırlar. Parça bütünü tümler, ancak bağımsız hikâyeler de eşik metinler de kendi başına bir bütündür. Bu parçalanış, anlatıcının da çoğalmasına tekabül eder. Tüm öyküler birinci tekil şahıs ile yazılırken araya giren ve öykü zamanını geçmişe döndüren destekleyici italik metinler ise anlatıcı sesin gizlediklerini, hatta bilmediklerini okurla paylaşır. Ki bu biçem, Sarısayın’ın öykücülüğündeki temellerden biridir tıpkı gerçek ile kurmaca arasındaki bitmek bilmeyen kıyas gibi... The Logic of Literature ’de Kate Hamburger, karakterlerin iç yaşamlarının temsil edilmesinin, kurmacayı aynı anda hem gerçeklikten ayıran hem de başka, gerçek-olmayan bir gerçeklik görünümü kazandıran bir mihenk taşı olduğunu söyler ki, zaten pek çok karakterin iç yaşamını, geçmişini gerek italik metinlerle, gerek günlük ve mektup türünden faydalanarak aynı düzlemde harmanlayan, dolayısıyla neyin ‘gerçek’, neyin ‘gerçek olmayan bir gerçek’ olduğunu sezdiren Sarısayın’ın hayal ile gerçek, hayat ile yazı arasındaki tezatlığa ve/ya benzerliğe dair cümle kurmaktan artık vazgeçmesi gerekiyor kanımca. Aksi takdirde ‘nostaljik‘ bir hüznü barındıran bu yalın ve samimi metinler, popülizme indirgenerek klişeleşme riskiyle sürekli çizilip silinen, silindikçe kâğıdı yıpratan karakalem resimlere evrilecek.
| | Ayşe Sarısayın ve ‘Karakalem Resimler’
Hülya SOYŞEKERCİ
Ayşe Sarısayın, öyküler, Can Yayınları, Ağustos 2008, 134 sayfa)Ayşe Sarısayın son dönem öykücülüğümüzün önemli adlarından biri. 1957’de İstanbul’da doğan yazar, İstanbul Alman Lisesi’nden mezun olduktan sonra kimya mühendisliği ve işletme eğitimi görmüş. Halen, özel bir ilaç firmasında yönetici olarak çalışan Ayşe Sarısayın’ın yaşamında sanatın, edebiyatın, özellikle şiir dizelerinin yeri çok fazla. Çünkü Ayşe Sarısayın ünlü şair Behçet Necatigil’in kızı. Babasıyla ilgili anılarını Çok Şey Yarım Hâlâ (2001) adlı kitapta toplayan Sarısayın, edebiyatla soluk almanın, edebiyatın içinde yaşamanın birer ürünü olarak sunduğu öykü kitapları Denizler Dört Duvar (2004 Yunus Nadi Öykü Ödülü) ve Yorgun Anılar Zamanı (2005 Sait Faik Hikâye Armağanı) ile edebiyatımızda son dönemde varlığını duyuran önemli öykücüler arasında yerini aldı. Ayşe Sarısayın, geçtiğimiz ağustos ayı başında yayımlanan yeni öykü kitabı Karakalem Resimler ile öykücülük serüveninde ustalık dönemine girmiş olduğunu kanıtlıyor. Önceki kitaplarında öykücülüğünü besleyen hüznün resimlerini çizen, kadın karakterler üzerinden yaşamın dramatik çelişkilerine vurgu yapan yazar Karakalem Resimler’de bir taraftan önceki izleklerini sürdürürken, bir taraftan da yeni biçim ve biçem denemelerine; öncekilerden daha farklı konulara da açılarak öykü sanatının olanakları içinde yepyeni açılımlar gerçekleştiriyor. Karakalem Resimler, her şeyden önce, parçalanan hayatların öykülerinden oluşan bütünlüklü bir toplam. İçerik ve izleklerde yer alan ‘parçalanmış hayatlar’ imgesi, öykü kurgularının ve öykü zamanlarının kronolojik akışı parçalanarak işleniyor. Böylece içerik-biçim uyum ve dengesini estetik düzlemde gerçekleştiren yazar, boşluğa değil; yüreğimize ve aklımıza açılan öyküler sunuyor kitabın sayfalarında.
Öykü kurgularının dantelâ gibi işlendiği yapıtta, kurguların parçalı ama dağınık olmayan biçimde düzenlendiği; örgü ipliklerinin tek ve bütünsel “ana hikâye”yi oluşturan üst metinleri birbirine bağladığı göze çarpıyor. Alt metinlerin (öykülerin) de bu üst metinlere (ana hikâyeye) cümle, sözcük, imge, çağrışım, izlek, öykü kahramanı vb. göndermeler ve öğelerle teyellendiği dikkatimizi çekiyor. Böylece işlevsel parçaların yarattığı kurgusal bütünlük; Karakalem Resimler’e sıra dışı bir roman tadı da veriyor. Birbiri içinde devam eden metinler, yaşamın sürekliliğini sezdiriyor okurlara. Kuşlarla Giden, Karakalem Resimler, Kristal Küre, Yarım Kalmış Bir MS Öyküsü, kadın karakterlerinin canlılığı ile dikkati çekerken, onları çevreleyen ‘üst hikâye’ ile bir bütünlük oluşturuyor. Bu öykülerde farklı kurgu teknikleri kullanılmış. Henüz oluşma halinde olan; çoğu, yazarın zihninde yer alan, sonu açık uçlu öyküler… O nedenle ‘karakalem resim’ gibi her an silinip yeniden oluşturulabilecek nitelikteler. Yaşamın değişkenliğini, sürekliliğini, her an dönüşüp başkalaşmasını, anlık gerçeklerden oluşmasını anımsatır gibi. Bir yandan ne kadar silinse de belli belirsiz izleri kalan resimler bunlar; anılarda, belleklerde… Kristal Küre’de evliliğin monotonlaşması içinde kadının durumu ve terk edilme çilesi veriliyor; Kuşlarla Giden,’de ise İstanbul’un eski ahşap konaklarından gelen, ince duyarlılıklı, ‘evde kalmanın hüznü’ndeki kızlar öykü odağında yer alıyor. Yarım Kalmış Bir MS Öyküsü,’ndeki özgür, cesur, güçlü Vedia Hanım karakteri ve ‘yazar’ın çocukken ona öykünmesi, büyüyünce ona benzemek istemesi ve daha sonra bunların bir kısmının gerçekleşmesi oldukça etkileyici.
Karakalem Resimler’de yazarın belirli izlekler üzerinde ilerlediği; özellikle 12 Eylül’ün (öncesi ve sonrasıyla) insanlar üzerinde yarattığı kırılmaları; kadın karakterlerin zor toplumsal koşullara ve kadın üzerindeki baskılara teslim olmamak için verdikleri mücadeleleri canlı ve etkili öykü karakterleri yoluyla dile getirdiği görülüyor. Kitapta bence yazarın asıl üzerinde durduğu konu, ‘hayat ve edebiyat’ ilişkisi… Edebiyatın hayatı ne kadar kucakladığı, hayatın kurmaca yapıtlara nasıl, ne şekilde ve ne kadarıyla yansıyabildiği... Karakalem Resimler’de sürekli olarak öyküler kuran, öyküleri yaşamdan süzüp almaya çalışan; bunu gerçekleştirirken hem kendisini ve karakterlerini hem de kurmacayı ve yaşamı sorgulayan bir anlatıcı/yazar dolaşıyor sayfalar arasında. Kitabın asıl sorunsalı da bu; yani yaşam ve edebiyatın o sancılı ilişkisi, yaşamla edebiyat arasındaki o görünmez “kordon bağı”… Bu sorunsalı ele alış ve işleyiş biçiminde, yazarın postmodernist yazarlardan da esinlendiği; bu esinlenmeyi kendisine özgü dönüştürümlerle gerçekleştirdiği ve kendi öykü tarzını yarattığı görülüyor.
Karakalem Resimler’deki öykülerde günümüz yazın anlayışının başlıca özellikleri olan üstkurmaca, öykülerin yazılma serüveni, anlatı içinde bir başka anlatının izinin sürülmesi, iç içe geçen anlatılar, metin adacıkları, açık uçlu sonlar, parçalılık, tamamlanmamışlık, anlatıcının/yazarın sürekli olarak anlatı içinde kendini belli etmesi, kurguda deneysellik ve kronolojik zamanın parçalanması yaygın bir biçimde yer alıyor. Bu öykülerin çoğunda ‘yazar’, yazma serüvenini öyküleştiriyor, öykünün ‘anlatılan’ bir şey değil, ‘yazılan’ bir şey olduğunu vurguluyor. Yazma süreçlerini okurla paylaşırken, öyküyü okurla birlikte kurguluyor. Böylece, okurun okuduğu metinle özdeşleşmesini engelleyerek yabancılaştırma yöntemi uyguluyor. Ayşe Sarısayın’a ve onun öykülerindeki ‘yazar’ına göre yazmak bir bakıma hesaplaşma ve yüzleşme alanıdır; o nedenle yazının işlevinin ve hayatla bağının sorgulanması da önem taşımaktadır. Böylece ‘yazar’, okurunu da yaşamı ve edebiyatı sorgulamaya davet etmektedir. Görüldüğü üzere bu öykülerdeki ‘yazar’, yazdığı metne dâhil olan bir karakterdir aynı zamanda.
Ayşe Sarısayın, yer yer metinlerarası öğeler aracılığıyla başka metinlere de açıyor bizi. Özellikle şiir dizelerine… Bazı dizelerin öykülerin içinde ya da girişinde yer aldıkları görüyoruz. Mesela, Yağmur Kaçağı,’ndan alınan dizeler, öyküde Üçüncü. Şahsın Şiiri’ni oluştururken aynı zamanda öykü içinde sağanak halde yağan yağmurun sesini, görünümünü ve serinliğini duyumsatıyor.
Ayşe Sarısayın’ın yer yer film kurgulama tekniklerini de kullandığı görülüyor. Son öykü olan Hicran, Yine Hicran, birbirine bağlı ve birbiri içinde ilerleyen dört öyküden oluşuyor. Öykülerin bir kısmının henüz yazılmadığını; sadece ‘yazar’ın zihninde planlandığını; yazılma aşamasında olduğunu; daha sonra öyküye dönüşeceğini okuyoruz. Öykü ilerledikçe yazılma aşaması da gerçekleşiyor… Hayat-edebiyat ilişkisinin sorgulanmasında üstkurmaca ve öteki öykü tekniklerinin payı oldukça fazla. Bu öykülerdeki Hicran karakterini; onun dar çevrede kısılıp kalan yaşamını, mutsuz evliliğini, giderek kendi içine ve evine kapanmasını ilgiyle okurken, 12 Eylül acılarını yaşayan kuşağın zorlu günlerinden bir kesiti halasının oğlu Mehmet’in yaşadıklarıyla öğreniyoruz. Hepsinin üstünde ise bunları öyküye dönüştürmenin sancılarını çeken, Hicran’a verilecek emanet mektupları yerine ulaştırmaya çalışan ‘yazar’ yer alıyor. Hayatı ve edebiyatı ‘yazar’la bir kez daha sorgulama yolculuğuna çıkıyoruz.
Yaratıcı yazar, geleneksel ve egemen anlatıya karşı çıkarak yepyeni ya da farklı anlatıları ikame edendir; yazmada kendi devrimini yapan, kendi sesini çoğaltan kişidir. Ayşe Sarısayın var olan “hikâye etme” geleneğine, egemen söyleme, düz- kronolojik olay örgülerine, okurda özdeşleşme yanılsaması yaratan metinlere, edebiyatın yaşamın yansıması olduğu savından yola çıkan edebi anlayışa, yazdıkları aracılığıyla karşı çıkarak mevcut kanonun dışına yönelen usta işi öyküler üretiyor. Karakalem Resimler’de bu ustalığının yeni bir aşamasını sergiliyor.
Hülya SOYŞEKERCİ
(Hülya Soyşekerci, OKUMA YOLCULUKLARI, s: 155- 159’dan alıntıdır.)
BİR KİTAP KAPAĞIAyşe Sarısayın, ‘Karakalem Resimler’de, bir bakıma hep ‘yaşanmamış hayatlar’ kaleme getiriyor. Neredeyse bir roman havası estirerek. Birbirinden bağımsız görünen öyküler, herhalde hep aynı anlatıcının kendine seslenişleriyle birbirine yol alıyorSELİM İLERİ (Arşivi) http://www.radikal.com.tr/ Evde kalmakKubbealtı Lugatı ‘evde kalmak’ için, yaşı ilerlediği halde evlenememek tanımını veriyor. Erkek söz konusu olduğunda, kullanılmadığını da vurgulayarak. Yaşlı kız, geçkin kız, evde kalmak... Çoğaltılabilir. Belki ataerkil çağların bir ifadesi. Ayşe Sarısayın’ın Karakalem Resimler adlı yeni öykü kitabını okurken, dönüp dolaşıp, o yaşlı kızda, evde kalmakta ürperip kaldım. Sebebi, kitabın ilk hikâyesi, ‘Kuşlarla Giden’. Fitnat ve Rikkat kardeşlerin aynı yazgıyı sürüklenişlerini, Sarısayın bizi alıp geçmişe, İstanbul’un hâlâ ahşap dokulu bir dönemine götürerek dile getiriyor. Çeyizlerde kuşlu porselen takımların saltanat kurmuş olduğu günlere.
‘Kuşlarla Giden’, alabildiğine çekingen yazılmasına karşın bir çığlık söyleyen hikâye. Fitnat ve Rikkat kardeşlerin yazgılarını, önce, Necatigil’den hiç unutmadığım eşsiz dizelerle pekiştiriyor: “Gerilerde bir gülüşle mutsuz/Gülümser yaşlı kız/Bilirim.”
Belki bu dizelerden dolayı, senaryosunu yazdığım Bir Demet Menekşe’yi hatırladım. Evde kalmış teyzede rahmetli Reha Kıral belirdi, “Bir aileden bir kurban yeter” diyordu Hale Soygazi’ye. Bir Demet Menekşe’yi yazmaya çalışırken, günler, aylar boyu Necatigil’in dizelerini tekrarlayıp durmuştum.
Ayşe Sarısayın’ın inceliklerle örülü hikâyesi bende kolay kolay dinmeyecek besbelli. Edebiyatta birçok yaşlı kız, okuduklarım, ‘Kuşlarla Giden’le çıkageldiler. Mesela yine Behçet Necatigil’in cinnete yol alan ‘Gaz’ adlı radyo oyunu, yanı başında o kadar içli ‘Süslü Karakol Durağı’.
Tahsin Saraç’ın ‘Geçkin Kızdan Geceye’ şiirini Memet Fuat’ın Türk edebiyatı seçkinlerinde mutlaka bulmalıyım. Balzac’ın Eugenie Grandet’sini yeniden okuyabilirim. Fakat Nahid Sırrı Örik’in Kıskanmak’ı adeta ezberimdedir.
Batı edebiyatında, tiyatro eseri dendi mi, iki müthiş oyun bu dram çerçevesinde, ikisi de yirminci yüzyılın -benim için- en büyüklerinden Tenneesse Williams’ın dünyasında: İlki, Bir Madonnanın Portresi, Tomris Uyar’ın nefis çevirisinden, kısa bir oyun ama özlülüğü binlerce sayfaya ulaşmış. İkincisi, bu kez Yıldırım Türker’in nefis çevirisinden, Yaz ve Duman. Bunca yıl bizde de sahnelensin diye bekledim Yaz ve Duman’ı... Henry James’i elbette unutmuyorum: Hem Washington Meydanı, hem yenilerde hayran kalarak okuduğum Aspern’in Mektupları. Washington Meydanı’ndan daha önce Bir Kitap Kapağı’nda söz açmıştım. Aspern’in Mektupları’ysa, Venedik’te hüzün ve ironi.
Faik Baysal’ın ‘Leke’ öyküsü, Necatigil’in dikkatinden kaçmamış: “Leke, bir yaşlı kızın dramıdır: Anasıyla babası da öldükten sonra Fatih’teki evinde yapayalnız kalmış, yanağında doğuştan kocaman siyah bir leke olduğu için evlenememiş Raife, kurtuuşu damarlarını kesip kendini öldürmede bulur.” Yeni basımı yapılmamış Perşembe Adası’nda ‘Leke’. Yapı Kredi Yayınları, Selçuk Baran’ın bütün öykülerini Ceviz Ağacına Kar Yağdı adıyla topladı. Baran’ın ‘Kavak Dölü’ de yaşlı kız terzi Emine’nin cinsel yalnızlığıdır. Halid Ziya Uşaklıgil, Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, onların öykülerinde yarın da acıyı söyleyecek yaşlı kızlar.
Ayşe Sarısayın, Karakalem Resimler’de, bir bakıma hep ‘yaşanmamış hayatlar’ kaleme getiriyor. Neredeyse bir roman havası estirerek. Birbirinden bağımsız görünen öyküler, herhalde hep aynı anlatıcının kendine seslenişleriyle birbirine yol alıyor. Öyleyken, ne çok duyumsandıklarını, ama hep kaygılarla, ürküntülerle kaleme getirildiklerini -Yazamazsam! Oysa şimdi yazdığım her satırda, sisli puslu hikâyelerin büyüsünü bozmaktan nasıl da korkuyorum!- ayırt ediyoruz. Sarısayın baştan beri yalın anlatımı yeğlemişti. Karakalem Resimler’de yalın anlatım şiirsellik edinmiş. Asuman Kafaoğlu Büke, Dünya Kitap’ta, “Sarısayın’ın öykülerini içten ve özentisiz bulurum” diyordu. Eklemek isterim: Bir o kadar alçakgönüllü.
Ayşe Sarısayın: BiyografiAyşe Sarısayın, 1957 yılında İstanbul'da doğdu. Ortaöğrenimini İstanbul Alman Lisesi'nde tamamladıktan sonra (1976), İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi Kimya Mühendisliği Bölümü'nden mezun oldu(1981). 1985 yılında İstanbul Üniversitesi'ne bağlı İşletme İktisadi Enstitüsü'nü bitirdi. Halen özel bir ilaç şirketinde çalışıyor. Evli ve bir oğlu var. Babası Behçet Necatigil'in çeviri şiirlerini(Yalnızlık Bir Yağmura Benzer, Adam Yayınları, 1984) ve aile mektuplarını(Serin Mavi,YKY,1999, Selma Esemen ile birlikte)yayına hazırladı. Babasına ilişkin anılarının yer aldığı Çok Şey Yarım Hâlâ adlı kitabı, 2001 yılında(yky) yayınlandı. - Çok Şey Yarım Hala - Yapı Kredi Yayınları
- Denizler Dört Duvar - Can Yayınları
- Yorgun Anılar Zamanı - Can Yayınları
- Karakalem Resimler - Can Yayınları
Bu kitapla babamı yeniden keşfettim http://arsiv.sabah.com.tr/Ayşe Sarısayın babası Behçet Necatigil'i anlattığı "Çok Şey Yarım Hala"da ünlü şairin bilinmeyen dünyasını aydınlatıyor.Babası, ünlü Şair Behçet Necatigil'le olan anılarını "Çok Şey Yarım Hala" adını verdiği kitabında anlatan Ayşe Sarısayın aynı zamanda başarılı bir edebiyatçı. "Yorgun Anılar Zamanı" adlı kitabıyla 2005 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanan Sarısayın, genişletilmiş baskısıyla ikinci defa okurla buluşan "Çok Şey Yarım Hala"da da babasının sıkıntılı geçen çocukluk yıllarını ve çocuklarıyla ilişkisini anlatıyor. Ayşe Sarısayın ve ablası Selma Esemen 1999 yılında, babalarının ölümünden 20 yıl sonra, ünlü şairin eşine yazdığı mektupları "Serin Mavi" adıyla yayınladı. Sarısayın mektuplar kendisini çok etkileyince babasını daha yakından tanıma ihtiyacı duydu. Anıları yazma düşüncesi daha önceden de vardı, ama bir türlü cesaret edemiyordu. Mektuplar bu düşüncesinin hızlanmasını sağladı. Sarısayın anıları yazarken oldukça tedirgin olduğunu söylüyor; "Necatigil adına yaraşır olmasını istiyordum. O dönemde şiirlerini, düzyazılarını, hakkında yazılanları tekrar okudum, elimdeki belgeler izin verdiğince geçmişe dönmeye çalıştım. Ve bir şekilde benim anılarım olmaktan da çıktı kitap. Şiirleri, yazıları ve onun için yazılanlarla desteklenen bir yaşam öyküsüne dönüştü." Kitapta Behçet Necatigil'in çocukluk yıllarının oldukça sıkıntılı geçtiğini görüyoruz. Ünlü şair annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, anneannesi ve babasının evi arasında gidip gelerek büyümüş. Bu dönemin sıkıntıları şiirlerine de yansımış. Bunun da etkisiyle herhalde, özellikle kızlarının çocukluğunda onlarla iyi ilişkiler kurma çabası içinde olmuş. Akşam yemeklerinde onlara kendi uydurduğu masallar anlatmış. Ayşe Sarısayın için Cimbil Fare, ablası içinse Sarman Kedi adında iki ayrı masal kahramanı yaratmış mesela. Sarısayın anıları yazarken babasını bir anlamda yeniden keşfettiğini söylüyor: "Şiirleri baştan sona birkaç kere okumak onları daha anlaşılır kıldı benim için. Gerçek yaşamımızdaki bazı olaylarla, şiirlerini örtüştürebildim. 15 yaşında çok da anlamadığım bir şiiri, aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra farklı yorumlayabildim. Onun iç dünyasını galiba biraz daha iyi anlayabildim." AYRINTILARI YAZIYOR Anılar, geçmişe dönmek, anımsamak Ayşe Sarısayın'da hiç aklında yokken yazma dürtüsünü oluşturdu. Ardından da öyküleri geldi: "Genelde ayrıntılar beni daha çok ilgilendiriyor galiba. Yaşam çok hızlı akıp gidiyor, görmeden geçip gittiğimiz ayrıntıların önünde biraz duruyor, görünenin ardında neler olup bittiğine bakmaya çalışıyorum. Sıradan yaşamların ardında olup bitenlerin, iç hesaplaşmalarımızın çevresinde dolaşıyorum. Yaşamın içinden, sıradan insanı anlatan öyküler yazıyorum." Ayşe Sarısayın, Necatigil soy adını kullanmamasını ise şöyle anlatıyor: "Necatigil soyadından hep onur duydum. Babamın bir şiiri vardır "Adım" diye; "Adım kimlere verilir/ Yok erkek evladım/Bu soy benimle biter/Geçmişlere verilir". Kitapta da anlatmıştım, bu şiire rağmen Necatigil soyadını kullanmaya devam etmek, hak etmediğim bir şeyi sahiplenmek gibi geldi bana. Bugün de bu düşüncem değişmiş değil." Babasının genç kuşaklarca da tanındığını, izlendiğini söyleyen Sarısayın, bu yüzden de Necatigil isminin yarınlara da kalacağını düşünüyor. Eylem BİLGİÇ
| |