| Benim İçin Öykü Hasan Özkılıç
Yazarın her şeyden önce kendi dilini oluşturması, o güne kadar gelen öyküden, şiirden, romandan bu anlamda ayrılması gerektiğini düşünüyorum ve buna göre yazıyorum. Anlatmak istediğimi, okuyucuya en yalın, fazla söz kalabalığına, biçim oyunlarına başvurmadan nasıl anlatacağım, bunu düşünüyorum ve buna göre yazıyorum.
Önemli olan yazarın dünyaya, insana bakışı, durduğu yer. Şimdi ben de zengin bir adamın, bir kadının hayatını anlatabilirim ama büyük olasılıkla eksik bir anlatım olur. Evet, hangi sınıftansınız, kime yakınsınız, hangi yaşantı içindesiniz, onlar belirleyici oluyor ve sizin yazdıklarınız daha çok bunlardan oluşuyor. Peki nasıl yazıyorsunuz, yalnızca yokluğu, yoksulluğu mu? Hayır ... İnsan yalnızca açlık hissi duyan bir varlık değil ki. Bu bir yanı. O yoksul da olsa, aşkı var, sevdası var, ölüm acısı, ayrılık acısı var... Her insanda olan evrensel duygular onda da var. Benim öykülerimde de asıl bunlar var diye düşünüyorum ... Gelelim, "edebiyat nedir" sorusuna.. Edebiyat bütün bu anlatlıklarımdan çıkan, onlardan beslenen, hayata dair sözler söyleyen, kurgulanan, değiştiren, yazıp bozan, yeniden yeniden kuran, insanın insan olması yolunda, yine onun tarafından icat edilen en güzel araçtır, bence. Evet, araçtır, yararlıdır, toplumu ilgilendiriyorsa, ona bir ışık olabiliyorsa güzeldir, değilse çirkindir.. (Larcivert Söyleşisi)
Yazarken öykü kahramanlarından biri gibi duyumsuyorum kendimi. Yani tam bir trans halinde yazıyorum ve sonrasında, bittikten sonra, -ben buna öykünün 'ham hali' diyorum- bundan sonra üzerinde çok çalışıyorum. Sahiciliği arıyorum öyküde.jfaha ilk tümcelerinden başlayarak. Bana inandırıcı gelmeli, hayatı bu yanıyla vermeli, diyaloglar kahramanın kişiliğini yansıtmalı; böyle bakıyorum, yazarken de bunu gözetiyorum. Çünkü kahrarnanlanrn, gözlemlediklerim bana bunu gösteriyor; onların ne kadar yalın, doğru, gerçekçi olduklarını; onlarla konuşurken, o topraklarda yeniden yeniden dolaşırken görüyorum. Doğaya, toprağa uyumlu olmaları, yaşamları, duruşları, hayata bakışları. Öfkelendiklerinde, sevdiklerinde bir nehir gibi, bir kaya gibi qörünüyorlar. Öykülerde de yapabildiğimce bunu yapıyorum, onları bu halleriyle gösteriyorum, konuşturuyorum. (Radikal_Söyleşi A.Ömer Erdoğan)
Öyküde en önemli öğe nedir? İnsan. Önce insan olacak. O yoksa, yani insana ait derdiniz yoksa, onun hayatı, onun trajedisi, onun sevdası, onun mücadelesi; yokluğa, yoksulluğa, kötü dünyaya, güzel bir gelecekten, güzel bir dünyadan yana kavgası. .. Bu duygularla, insanı sevmek, doğayı, canlıyı, cansızı sevmek duygusuyla yazılmamışsa, eksiktir ... Sonra dil, yazarın sesi, öykünün sesi, canlı bir varlık gibi, kendi olabilen, kimseye benzemeyen öykü. Kişiliği olmalı öykünün, kişilikli bir öyküiyiöyküdür.
Kendi kuşağından ve en genç yazarlardan sevdiklerini söyleyebilir misin? Cemil Kavukçu başlı başına bir çizgi. Osman Şahin hep iyi, usta öykücü. M. Sadık Aslankara, hem öykülerinden hem de öykü üzerine yazdıklarından genç öykücülerin çok şey kazanacağı bir yazar. Faruk Duman da sağlam, kendi dilini, kendi biçimini yaratmış bir öykücü. Behçet Çelik, Sema Kaygusuz, Ahmet Büke, Karin Karakaşlı ve daha birçok genç öykücü ... (Notos_Semih Gümüş)
Öyküde farklı bir dil: Hasan Özkılıç FUNDA KARAKAYA / Taraf cumartesi - Istanbul - 18.10.2008
http://taraf.com.tr/
Gönlümün Şirazesi Bozuldu’ adlı kitabıyla Haldun Taner Öykü Ödülü alan Hasan Özkılıç’la edebiyat üzerine konuştuk.
Bu yıl Haldun Taner Öykü Ödülü, Gönlümün Şirazesi Bozuldu adlı kitabıyla Hasan Özkılıç’a verildi. Doğan Hızlan’ın başkanlığında, Sibel Türker’in yazmanlığında Doç. Dr. Füsun Akatlı, Prof. Dr. Nüket Esen, Semih Gümüş, Prof. Dr. Şara Sayın, Demet Taner ve Prof. Dr. Tahsin Yücel’den oluşan Seçiciler Kurulu, yaptığı açıklamada, Özkılıç’a ödülün, Gönlümün Şirazesi Bozuldu adlı kitapta “öykücülüğün yeni bir düzeyini göstermesi, dilini gitgide yetkinleştirmesi ve Doğu’nun hikâyesini özenli, abartısız ve kendine özgü ayrıntılarla anlatması” nedeniyle verildiği belirtilmişti. Bizde hasan Özkılıç’la kendi öyküleri, son dönemde sinemacıların ilgisini çekmesi ve genel olarak edebiyat üzerine söyleştik. Ben önce kısaca kendinizi tanıtmanızı isteyeceğim.
Iğdır’da doğdum. Çok farklı bir toprağı, doğası iklimi olan bir yer. Kuzeydoğu’da, Kars, Iğdır, Aras nehriyle Ermenistan’a, Azerbaycan’a sınırı olan, öbür tarafta Ağrı Dağı’yla hemen dibinde İran’a sınırı olan bir yer. Bu halkların, kültürlerin iç içe geçtiği bir yer... Türkler,Kürtler, Ermeniler, Malakanlar...
Malakanlar? Malakanlar ilginçtir. Rusya’nın çarlık döneminde sürgüne gönderilmiş, o bölgeye yerleşmişler. Çok kendine özgü, kendi dili, kültürü olan bir halk... O bölgede beraber yaşamış herkes cumhuriyet sonrasına kadar. Sonra yavaş yavaş gitmişler. Sonra işte belli bir dönem var. İnsanların kendi kimliklerini rahatça söyleyemediği zamanlar, baskıcı dönemler, 30lar, 40lar, 50lerde, gidenlerden sonra kalanlar, kimliklerini gizlemişler. Erkan Karagöz diye bir arkadaş onların belgeselini çekti Kars’ta. Orada daha ayrıntılı işleniyor. Geçenlerde gerçekleşen Safranbolu’daki Film Festivali’nde ödül aldı. Yani öyle bir coğrafya ki, Kürt, Ermeni, Azeri, Türk, Malakan gibi halkların hepsini bir araya getirmiş bir coğrafya...
Bu durum öykülerinize de yansıyor aslında... E tabi şimdi bu halkların masalları var, öyküleri var, şiirleri var, kendileri var, folklörü var. Her şeyi var. Bizi çok etkileyen bir şey vardı tabii... Düşünsenize iki adım ötenizde Ekim Devrimi olmuş. Ekim Devrimi olduğunda Aras’ın öbür tarafında, Sovyetler’de yine bu halkların hepsi var. Sizin bir adım ötenizde başka bir dünya var. O dünya sanayiyi, teknolojiyi gözünüzün önünde öyle geliştiriyor ve bir noktaya taşıyor ki görüyorsunuz bunları. Oradan bu tarafa gelenler var. Gelenlere bakıyorsunuz, eski kuşak insanlar, babanızın yaşında, çok şey yaşayıp görmüşler.
Biraz da çocukluğunuzda ailenizde, hikâye anlatmaya, annede türkü söylemeye, halk müziğine karşı bir ilgi var ama hayat sizi bu kültürün içerisinden daha orta son sınıftayken alıyor, 60ların sonunda, bir işçi göçüyle getiriyor ve batıda bir kasabaya koyuyor. Birden çok başka bir dünya... Bugünkü gibi değil ki... Televizyonlar yok... Şimdi ki çocuklar, gençler biliyor tabiî ki, batıyı görüyor. Bu dünyadan bir biçimiyle haberi var. Ama sizin radyodan başka dinlediğiniz bir şey yok, görsel olarak bir şey yok, romanlarda okumuşsanız okumuşsunuz. Böyle bir dünya hiç tanımıyorsunuz bir çocuk olarak. Peki, gelip ne yapıyorsunuz, anneniz tuğla fabrikasında işçi, babanız, kardeşiniz ablanız hepsi işçi... Siz tatilde ve pazar günleri tuğla fabrikasında işçilik yapıyorsunuz. Ama işte o anne çok inat, ne olursa olsun oğlum okuyacak demiş.
70’lere doğru geldiğinizde birden ülkeye başka bir şeyler olmaya başlıyor. Siyasi mücadele, işçiler bir yerde sendikalaşıyorlar, işçilerin sendikalaştığı, eylem yaptığı fabrikada çalışıyorsunuz. Öykülerini yazıyorsunuz, çıkıyorsunuz fabrikanın önünde bildiri dağıtıyorsunuz. Ait olduğunuz siyasi yapının aynı işçilere bildirisini dağıtıyorsunuz. Çalışıyorsunuz, okuyorsunuz, doğudan geliyorsunuz ve bu siyasi mücadelenin içinde yoğrulmaya başlıyorsunuz. Ama yine bir şanstır ki, bulunduğumuz kasaba, Manisa’nın Turgutlu ilçesi, geçmişi çok farklı olan bir yerdir. Edebiyat dergileri çok satılırdı. 300 tane Yansıma satılıyordu... Böylesine okuyan bir yerdi. Şimdiki oralar, oralar değil tabiî ki... İşçi kahveleri vardı. Her taraftan işçiler gelir, gece yarılarına kadar siyasi meseleler tartışılırdı. Böyle bir ortamda şekilleniyorsunuz. Bir de böyle bir ortamda edebiyat öğretmeniniz var. Edebiyat dersini yarım saat yapıyor, geri kalan vakitlerde edebiyat dergileri okuyorduk, modern edebiyat konuşuyorduk. Şiir yazardı aynı zamanda, denemeleri yayınlanırdı. Başka şiir yazan arkadaşlar vardı, onlarla birlikte bir edebiyat ortamı oluşuyor. Onlarla birlikte gece gündüz edebiyat tartışıyorsunuz ve yazmaya başlıyorsunuz. O sınıftaki o hareket, o sınıftaki o edebiyatın, sanatın yoğunluğu herkesi bir yerlere itiyor. Biri öykü yazıyor, biri şiir yazıyor, biri roman yazıyor... Ortak bir heyecanın parçası oluyorsunuz...
Lisede mi yazmaya başladınız? Evet, lise son sınıf ve sonrasında...
Yine öykü şeklinde mi? Evet, öykü yine... 1974’te Demokrat İzmir gazetesinin sanat sayfasında yayınlanıyordu öykülerim... Demokrat İzmir gazetesi sanat sayfasının başında önceleri Atilla İlhan vardı. Beş-altı sene bu böyle gitti. Bölgesel ama çok demokrat bir gazeteydi. Haftada bir gün, bir sayfayı, öykülere, denemelere, şiirlere ayırırlardı. Diğer günlerde de vardı elbette ama çarşamba günleri bütün sayfayı ayırıyorlardı. Bende yolluyordum öykülerimi gazeteye. Fabrikadan öğlenleri çıkıp hemen gazeteye bakardım çıkmış mı diye... Sonra bir gün baktım yayınlanmış olduğunu gördüm. Çok hoşuma gitti, çok güzel bir duyguydu...
Sonra İzmir süreci başladı? Evet, sonra üniversiteye geldim İzmir’e. İktisat okudum. Üniversite döneminde de yazdım. Çıkış diye bir edebiyat dergisi çıkıyordu, Vicdan filminin öyküsü ilk orda yayınlanmıştı. Bizim de emeğimiz geçmişti derginin çıkarılmasında ayrıca. Agora dergisi süreci var İzmir’de yine...
Hayatınızda bir dönem noktası niteliğinde değil mi? Agora dergisinden önce Evrensel Kültür Merkezi süreci var. Orada yöneticilik yapıyordum. O merkezin benim hayatımda çok önemli bir yeri var. O süreçte yeniden yayınlanmaya başladı dergiler. Adam öykü, Evrensel Kültür, Gerçek Sanat gibi dergiler yeniden akmaya başladı. İlk kitabım 98’de basıldı. 88 diye yanlış bir bilgi var ama doğrusu 98’dir.
12 Eylül sonrası uzun dönem bir boşluk var. 80 sonrası edebiyat dergileri yoktu artık. Birkaç tane vardı ama gönderdiğim öykülerde yayınlanmadı. Ama oturup çalışıyordum, yazıyordum.
Öykü yazmaya başlamanız 70li yıllara dayanıyor ama ilk kitabınızın çıkması 90 sonları. Bu sık sık kitap çıkarmaktansa bir şeyleri biriktirip yazmaya başlamanızdan mı kaynaklanıyor yoksa bir şekilde süreç mi öyle gerektirdi? 70 öncesi kitap yayınlamak çok daha zor. O zamanlar dergiler çok önemliydi. Dergilerde yayınlamak, orada pişmek daha önemliydi. Yani dergilerde yayınlanmadan kitap çıkarmak bize göre değildi. 70’ten 82-83’lere kadar dergiler var. Onun sonrasında bir ara dönem, boşluk var. 90’ların başında yeniden yoğun yazmak var. Yeni dergiler çıkmaya başladı. Edebiyat dergilerinde, kültür sanat dergilerinde yazmak, yetkin olmak var. Acele etmemek... Bu iş böyle olmuyor... Edebiyat dünyasında, bizde ve dünyada, yüzlerce yazara baktığınızda, ilk kitaplarını aceleye getirdikleri için pişman olmuştur. Bende şöyle bir şey var, olacaksa en iyisi olsun. Olgunlaşmak önemliydi benim için. Bu yüzden ilk kitabım 98’de çıktı. Ardından 2000’de Agora dergisi var. Çok önemli bir süreç. İzmir’den çıkıp, yayın dağıtım ağıyla dağıtılan bir dergiydi. Sekiz yazar arkadaşla birlikte yürütmüştük aslında. Derginin sahibi bendim, fikir de benden çıkmıştı, onlarda destek olmuştu. 45 sayı çıkardık. Bir ara 80 sayfaya kadar çıktı dergi sayfaları.
Son kitabınız olan ve aynı zamanda Haldun Taner ödülünü de alan kitabınız Gönlümün Şirazesi Bozuldu’da her öyküyü bir türküden yola çıkarak yazmışsınız. Bu fikir nasıl gelişti? Arkadaş sohbetlerinde kimi hikâyeler vardı bende kalmış, ya da başkasından duyduğum dinlediğim küçük hikayeler... Sohbetlerde kendiliğinden gelişiyordu tabii... Kime anlatsam herkes yaz diyordu. O sırada başka şeyler yazıyordum diğer kitaplar için ve bu bahsettiklerim için de bir gün mutlaka yazarım diyordum. Ama işte o TRT arşivinden derlenmiş Güldeste adlı, bozlakların, uzun havaların olduğu 3 cd lik albümü dinlediğimde çok duygulandım. Sözünü ettiğim dönemlere götürdü beni. Mesela Nalbant türküsünü dinlediğimde, bu nalbant hikâyesi nasıl olur bunu düşündüm. Bu uzun havanın duygusuna, tınısına, içeriğine, imgesine yakın bir şeyler düşündüm. Bu dizelerle büyümüş biri olsun dedim... Yaşadığım şeylerde var, gördüğüm, gözlemlediğim şeylerde... Genel olarak öykülerinizde, doğdunuz yer olan Iğdır, Kars ve buna bağlı olarak o kır hayatını sürekli görmek mümkün. Bur tabi oralardan çok etkilendiğiniz ve bunun hala sürdüğü anlamına da geliyor.
Öykülerinizde gerçekten sizin yaşadığınız şeylerden mi besleniyorsunuz, gözlemledikleriniz mi yoksa bir karışımı mı? Öyküleriniz çünkü çok insana dair, içten, dokunaklı... Her yazarın yazdığında kendi yaşamından izler vardır. Ama tabi burada kurgu çok önemli. Yani kurgulamayı beceremezseniz, sadece yaşadıklarınızla var olmaya çalışırsanız o bir yerde biter. Önemli olan kurgu. Değiştirmek, başka bir şeye dönüştürmek, bozup yeniden yapmak... E bu birikimi, bu emeğin, yeteneğin yanında bunu da gerektiriyor. Şuradan kalkıp bu anın öyküsünü yazarım mesela. Öyle bir yazarım ki mesela, siz okuduğunuzda dersiniz ki biz böyle yaşamadık ki... Mesela Vicdan filmine uyarlanan öykü Güzel Günler İçin, 70’li yıllarda dergide yayınlanmıştı söylediğim gibi... Sonra onu değiştirip Orada Yollarda kitabına koydum... Bu kitapta da bunlar türkülerin hikâyeleri değil tabii ki... Tabi ki geçmişte yaşadığınız bir şeyler geçer gözünüzün önünden... İsim kullanırsınız, kahramanları şekillendirirsiniz.
Karakterlerde geçmiş yaşamın ilerini hep görüyoruz... İnsanda böyle bir şey... İnsan geçmişinden bir şeyleri süzüp getiriyor. Tamamını getirmiyor. Bugün yaşadıklarınız bir süre sonra başka bir şey oluyor, dönüşüyor. Süzülenler, iz bırakanlar, sizi etkileyenler, hayatınızda önemli kırılma noktaları, var olmanızın başka nedenleri... Sadece sizin mi, çevrenizde en yakınınızdan başlayarak herkesi şekillendiren o geçmiştir. O geçmişin içerisinde bunlar önemlidir.
Vicdan’ı izlediniz, biraz ondan bahsedelim. İki hikayenizden uyarlandı değil mi? Aslında üç öyküydü. Gönlümün Şirazesi Bozuldu’dan Kelkit’in Altı Paklar, Kuş Boranı’ndan Bir Yanı Yaralı ve asıl ana hikâyeyi oluşturan Orada Yollarda’dan Güzel Günler İçin... Üçü de çekildi ama bir takım sebeplerden herhalde, kurguda ilk söylediğim öykü çıkarıldı... Çıkarılmasa daha iyi olurdu tabi. Bir Yanı Yaralı da daha arka planda... Ana hikâye Güzel Günler İçin... Bir kısmını da değiştirmiş tabiî ki yönetmen, benim bıraktığım yerde o karakteri pavyona götürmüş. Tabi bunu da konuştuk, zaten öyküde de olsa böyle olurdu, hayatta da böyle...
Kendi öykünüzü perdede görmek nasıl bir duygu? Yani şöyle düşünüyorum. Hiçbir yazarın öyküsünü ya da romanını sinemada görüp çıktıktan sonra tamam ya öykü tamamen burada var diyeceğini sanmıyorum. Sinema başka bir şey. Yönetmen başka türlü çalışıyor. Sinemayla hikâye anlatmak ile yazarak hikâye anlatmak arasında çok fark var. Yazar sözcük kullanıyor. Aracı sözcükler ama yönetmen kare çekiyor. Görüntü, gösteriyor yani, o derinliği yakalamak çok zor tabi ki...
Yine sinemadan gidecek olursak, Sonbahar filminin yönetmeni Özcan Alper’de Şerul’da Beklemek kitabınızdan Adı Kargalarda Saklı adlı öyküyü kısa filme çekti. ... Avrupa Gezici Festivali’nde geçen sene Kars öyküleri yarışması düzenledi ve o yarışmada beş öykü seçilerek beş kısa filmleri çekildi. Birleştirilip uzun metraj halinde gösterilecek. Evet, Özcan kendi filmini Sonbahar’ı çektiği için geçen sene Kars’taki festivale de gelememişti. Kısa filmi sonrasında çekmişti. O kısa filmi çok merak ediyorum. İçeriği daha iyi anlatmış olabilir diye düşünüyorum.
Peki, mesela sinema alanında, sinema ve eleştirisi arasında bir kopukluk vardır. Çokta birbirlerini beslemezler. Bu edebiyat için de geçerli bir durum mu? Genel olarak Türkiye’de edebiyat eleştirisini nasıl buluyorsunuz? Çok doğru, bu çok tartışılan bir şey. Fethi Naci, Mehmet Erdoğan gibi ölmez isimler var tabiî ki... Ama gerçek anlamda eleştiri çok zayıf bizde... Kitap tanıtımıyla, eleştiri birbirine çok karışmış durumda... Tabii çok zor bir şey eleştiri, birikim gerektiriyor. Hem de eleştiri süzgecinden geçirmek gerekiyor. Kitap tanıtımıyla eleştirinin ayırdında olmak gerekiyor. Asım Bezirci var mesela, hayatını eleştiriye başka türlü vermişti, müthişti. Mehmet Erdoğan, şiirde ve şiir eleştirisinde çok önemliydi. Mehmet Fuat bir deryaydı. Napıyorsunuz, ne oluyor diye seslenirdi. Öykünün, 90’lardan sonra canlı olmasında Mehmet Fuat’ın çok önemli bir rolü var. Yeni dönemden de Semih Gümüş, Ömer Türkeş ve şu an aklıma gelmeyen daha bir çok isim var tabiî ki. Üniversitelere baktığınızda ise, orası da başka bir dünya, onlarda çok akademik boyutta bakıyorlar eleştiriye.
Siz hiç Agora döneminde eleştiri yazdınız mı? Eleştiri denilemezdi tabiî ki. Dergide Agora gündemi diye bir sayfa vardı. Ülke gündemiyle ilgili daha çok yazıyordum o sayfada. Söyleşiler yapıyordum yazarlarla. Kendi öykülerimi pek yayınlamıyordum dergide. Daha çok başka arkadaşların öykülerine yer veriyorduk. İki yıl Agora Öykü Ödülü verdik. Daha sonra kapandı dergi.
Neden kapandı? Yalnız mı kaldınız? O da vardı, bir de kapatmak demiyorum ben ona, dondu. Kendini tekrar etmeye başlamıştı. O noktada artık değişmiyor. Ne yaparsanız yapın olmuyor. Bitmesi gereken bir zamandı. Ben yine öykülerinize dönmek istiyorum. Genel olarak gördüğüm, doğayla insanın haleti ruhiyesi ahenk içinde akıp gidiyor ve yaşamadığımız yerler ve yaşamadığımız durumlar bile olsa, o dünyanın içine giriveriyor insan...
Doğrudur, bazı şeyler gerçekten benim duygusal yapımla, kimliğimle, yaşadıklarımla, hayata bakışımla ilgili... Karakterler de çok hayatın içinden ve sizin de aslında böyle yaşadığınız fark ediliyor hemen...
Evet, ben de böyle yaşıyorum. Ben rahatsızım, ben dünya karşısında duyarsız olamıyorum. Olamamanın ötesinde hasta oluyorum, sinirlerim bozuluyor, hassas bir yapım var. Dünya çok kötü bir yere geldi. Ben hiçbir yazar veya aydının yani gerçek anlamda böyle olanların hiçbirinin huzurlu falan olacağına inanmıyorum. Bu dünyada bu olmaz. Doğanın bozulmasından, insanın bozulmasından, insana yapılan zulümden rahatsızlık duyuyorum. Haldun Taner’in bir lafı var, “Toplum meseleleriyle ilgilenmeyen edebiyat, eksik, güdük bir edebiyattır. Batıda yazar aynı zamanda çevresinin en ileri düşünürüdür. Fildişi kulesine dikilmiş sanatçı tipi modası geçmiş bir aşk yazar” diyor. Yine bir keresinde sokak ve edebiyat başlıklı bir söyleşi yapıyorduk. İki kişiydik. Diğer arkadaş diyor ki “Sokak beni ilgilendirmiyor, ben kapanırım odama yazarım, dışarısı beni ilgilendirmiyor, ben yazarım okur da okur...”
Bu aslında yaygın da bir şey bir kısım entelektüel çevrelerde... Var işte bu çok yaygın... Bunu irdelemek çok önemli... Ben yazarım, başkaları da okur diye düşünülüyor. Tamam da aydınsın aynı zamanda, insansın, düşünensin. Orhan Pamuk yazdığının müzesini kuruyor mesela...
Kitabın içinde de müzenin giriş kartı var... Hayata öyle bakıyor. Somut yani. Ben bunları bunları yaptım diyor. Tartışılır tabi ki, ayrı o durum...
Kitabı okudunuz mu? Okumadım daha. Sakinlesin ortalık. Ben bekliyorum. Yani üzerine yazılsın, okunsun, sonra okuyacağım. Bu yöntemi seviyorum. Mesela Jose Saramago’nun Körlük kitabını yeni okudum. Görmek çıktı, onu daha okumadım. Körlük’ü okumadan onu okumak istemedim. Klasikler tabiî ki başka ama yenileri okumak için zaman geçmesini bekliyorum ben.
Öykülerinizde köy yaşantısı var ama değişimi de anlatıyorsunuz aslında. Orada ki kapalı tarafı değil de daha açık olan tarafı anlatan hikâyeler kuruyorsunuz... Ben kendi köyüme gittiğimde üç tane internet kafe açılmıştı. Köy artık bizim bildiğimiz köy değil. Eğitim oranı da çok yüksek, dünyaya da bakışları çok farklı... Ayrıca dili de öyle kullanıyorum. Biliyorum ki kullandığım dil, batıda da çok rahat duyulabilir. O dil, orayı çok iyi anlatıyor.
Öykülerinizdeki karakterler çok derinlikli. Sanki yakından tanıyor gibisiniz. Buna bağlı olarak yazarken çok çalıştığınızı söyleyebilir miyiz? Evet doğrudur. Çok çalışırım. Yani okuyucuya geçsin, karakter ruh yapısıyla, kişiliğiyle, kimliğiyle, dünyasıyla her şeyiyle geçsin diye uğraşıyorum tabi ki... Uğraşmadan hiçbir şey olmaz. Bir yanıyla tanıdığım insanlardan da izler var tabiî ki...
Şu an yazıyor olduğunuz bir kitap var mı? Aslında iki tane proje var şu an üzerinde çalıştığım. Birisine daha çok ağırlık verdim. Bu çalışma doğrultusunda doğuya bir gezi planlamayı da düşünüyorum.
GECEKONDUDA ANNE BABAMA TANER’İN ÖYKÜLERİNİ OKURDUM’
Kaynak: Milliyet Gazetesi/ Miraç Zeynep Özkartal ‘Gönlümün Şirazesi Bozuldu’ adlı kitabıyla bu yılki Haldun Taner Öykü Ödülü’nü alan Hasan Özkılıç: 1970’lerde, gecekonduda yaşarken aileme ‘Keşanlı Ali Destanı’nı okurdum. Bunca yıl sonra müthiş bir buluşma oldu.
Milliyet gazetesi tarafından bu yıl 21’inci kez düzenlenen Haldun Taner Öykü Ödülü, Hasan Özkılıç’ın Can Yayınları tarafından yayımlanan “Gönlümün Şirazesi Bozuldu” adlı öykü kitabına verildi. Seçici Kurulu Doç. Dr. Füsun Akatlı, Prof. Dr. Nüket Esen, Semih Gümüş, Doğan Hızlan, Prof. Dr. Şara Sayın, Demet Taner, Sibel K. Türker ve Prof. Dr. Tahsin Yücel’den oluşan ödül, 13 Ekim’de Pera Müzesi’nde yapılacak bir törenle Özkılıç’a takdim edilecek.
‘Ablam ağladı’
Ödül haberini alır almaz Hasan Özkılıç’ı aradık. İzmir’de yaşayan yazar, 2 öyküsünden sinemaya uyarlanan “Vicdan” filminin galası için İstanbul’daydı. Buluştuğumuzda hem film, hem de ödül nedeniyle çok heyecanlı ve neşeliydi.
Bu, Özkılıç’ın aldığı ilk edebiyat ödülü, üstelik Haldun Taner anısına verilmesi ayrıca anlamlı: “Haldun Taner denince aklıma öykülerden önce şu geliyor... 1970’ler... Gecekonduda yaşıyoruz, fabrikada çalışan annemle babam işten gelmişler, elimde Bilgi Yayınevi’nde çıkmış ‘Keşanlı Ali Destanı’, onlara oyunu okuyorum. Şimdi bunca yıl sonra müthiş bir buluşma oldu, büyük bir onur benim için. Biraz önce ablamı arayıp ödül haberini verdim, ağlamaya başladı”.
Dördüncü öykü kitabı Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer görülen “Gönlümün Şirazesi Bozuldu”, Özkılıç’ın dördüncü öykü kitabı. Yazarın ilk öyküsü, 1974 yılında Demokrat İzmir’de yayımlanmış, ardından Özkılıç başka dergilere öykülerini göndermeye devam etmiş. İlk kitabı “Kuş Boranı”nı yayımlamak için ise 1998’e kadar beklemiş. Ardından diğer öykü kitapları “Şerul’da Beklemek” ve “Orada Yollarda” gelmiş. Son kitabı gibi, bu ilk üç kitap da Can Yayınları tarafından basılmış.
Özkılıç’ın öykü tutkusu, lise yıllarına kadar uzanıyor. Özkılıç, Iğdırlı bir işçi ailesinin çocuğu. 1968 yılında aile Manisa’ya göç etmeye karar veriyor, o da yazarlık yolunda ilk adımı atacağı Turgutlu Lisesi’ne kaydoluyor.
‘Biri okur, biz yorumlardık’
Edebiyat tutkunu arkadaşları ve derste Varlık, Yansıma dergilerini okutan edebiyat öğretmeninin üzerindeki etkisinin büyük olduğunu söylüyor yazar: “Parklarda gece yarılarına kadar edebiyat konuşurduk. Çehov’un 60-70 sayfalık bir öyküsünü biri okur, diğerleri dinlerdi. Sonra üzerinde tartışırdık”.
Kızının adı da Öykü
Kızına da Öykü adını veren Özkılıç’ın yaşamında bu türün yeri hep ayrı olur. “Öykü hayatımda hep önde oldu. Sanki öyküsüz, öykü okumadan ve yazmadan yaşayamam gibi...” diyor bugün, “Arkadaşlarım benim için hep ‘çok heyecanlı, yerinde duramaz’ der. Öykü de öyle. Hareketli, söyleyeceği sözü kısa zamanda söyleyen ama derinliği olan bir tür. Benim kişiliğime çok yakın.”
Sinema bu yazarı seviyor
Erden Kıral’ın yönettiği, başrollerini Nurgül Yeşilçay, Tülin Özen ve Murat Han’ın paylaştıkları ve bugün vizyona giren “Vicdan” adlı sinema filminin senaryosu, Hasan Özkılıç’ın “Orada Yollarda” kitabında yer alan “Güzel Günler İçin” ve “Bir Yanı Yaralı” adlı öykülerinden yola çıkılarak Raşit Çelikezer tarafından yazıldı. Yazarın bir başka öyküsü, “Adı Kargalarda Saklı” da Özcan Alper tarafından “Moto Guzzi” adlı kısa filme uyarlandı. Çekimleri Kars’ta yapılan film, 6 Kasım’da Kars’ta başlayacak olan 14. Gezici Festival’de gösterilecek. Bu gönlün şirazesi nasıl bozuldu? Hasan Özkılıç’a ödül kazandıran “Gönlümün Şirazesi Bozuldu”nun yazılışı ise, başlı başına bir öykü konusu. Çocukluğundan hatırladıklarını dost sohbetlerinde anlatırmış Hasan Özkılıç. Dostları da hep “Bunları yazsana” dermiş ona, ama sıra bir türlü gelmezmiş bu hikâyelere, başka öyküler varmış kaleminde... Bundan iki yıl önce bir gün, TRT’nin bir uzun hava albümünü bulup dinleyince, belleğinde biriktirdikleri bir bir dökülmüş önüne:
Türküden ilham aldı “Türküler, dinledikçe başka türlü çağrışımlar yapmaya başladı. Bir imge yağmuru yaşadım. Oturdum defterin başına, çok yoğun, neredeyse huşu halinde yazdım. 25 Mayıs’tan 11 Haziran’a kadar dokuz öykü... Sonra tabii yayımlanmak üzere çalıştım üzerlerinde.”
Beethoven ile yazdı! İlginç olan bir nokta da, Özkılıç’ın uzun havaların esin verdiği bu öyküleri Beethoven ve Chopin eşliğinde yazması... Bu kitaptaki öyküler, yazarın çocukluğundan, duyduklarından esinlense de her biri kurgu. Geçmişin izleri zaman zaman çıkış noktasını, zaman zaman da renkli bir ayrıntısını oluşturmuş bu öykülerin.
Okurun, bozkırın havasını, atmosferini hissedebildiği bu ‘yerel’ öyküleri yerel dille yazmamaya özen göstermiş Hasan Özkılıç. Nedenini şöyle açıklıyor:
“‘Şerul’da Beklemek’ kitabımda bir öykü var; köy ozanı bir dükkânda halka hikâyeler anlatır. Bir süre önce o dükkâna gittim, bir de baktım ki internet kafe olmuş. Şimdi bu durumda yerel dil kullanmak anlamsız değil mi?”
| | IĞDIRLI YAZAR BÜYÜK ÖDÜLÜ ALDI http://www.yesiligdir.com
Iğdır’ın Yacı Köyü’nde Doğan Yazar Hasan Özkılıç Haldun Taner Öykü Ödülünü Aldı. Çıktığı Televizyon Programlarında Sık Sık Iğdır Ve Yaycı Köyünden Bahseden Yazar Kitaplarında Genellikle Iğdır Yöresini Anlattığını Vurguladı.
HASAN ÖZKILIÇ KİMDİR
Hasan Özkılıç, 1951 yılında Iğdır’da doğdu. Orta ikinci sınıfa kadar burada eğitim gördü. Ailesi, 1968 yılında Manisa’nın Turgutlu ilçesine işçi olarak göçtü. Eğitimine burada devam etti. 1973 yılında Turgutlu Lisesi’nden mezun oldu. 1974 yılında Ege Üniversitesi İşletme Fakültesine kaydoldu, bu okulu 1980 yılında bitirdi. 70’lerin başında yazmaya başladı. İlk öyküsü 1974 yılında Demokrat İzmir Gazetesi’nde yayımlandı. Daha sonra öyküleri, Çıkış, Edebiyat Cephesi, Küçücük, Öykü, İnsancıl, Evrensel Kültür, Gerçek Sanat, Adam Öykü, Agora, Yelkovan, Notos Öykü gibi dergilerde yayımladı. Yazarın ilk kitabı Kuş Boranı 1998 yılında İnsancıl Yayınları'ından çıktı. Şerul'de Beklemek adlı kitabı 2002, Orada Yollarda adlı kitabı 2005, "Gönlümüm Şirazesi Bozuldu adlı kitabı da 2008 yılında Can Yayınları'ndan çıktı. Yazar, “Gönlümün Şirazesi Bozuldu” adlı kitabıyla, 2008 yılında 22. verilen 2007 Milliyet Gazetesi Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldı. Yazar, 2000/2005 yılları arasında İzmir’de, Agora Yeni Binyıl Edebiyat Sanat Kültür Dergisi' ni 45 sayı yayımladı, derginin yayınını Aralık 2005 ayında dondurdu. Yazarın, “Kuş Boranı” adlı kitabından "Bir Yanı Yaralı", “Orada Yollarda” kitabından, "Güzel Günler İçin” adlı öykülerinden Erden Kıral, ( 2008 yılında) “Vicdan” adlı uzun metrajlı filmi sinemaya uyarladı. Film, 2008 yılı Ekim ayında vizyona girdi. Filmde, Nurgül Yeşilçay, Murat Han, Tülin Özen, Nazan Kesal gibi oyuncular oynadı. Vicdan filmi, Anatlya Altın Portakal Film yarışmasında, Nurgül Yeşilçay en iyi kadın oyuncu, görüntü yönetmeni en iyi görüntü, kurgu dalında en iyi kurgu ve makyaj dalında da en iyi makyaj olmak üzere, dört ödül aldı… Yine yazarın Şerul’da Beklemek adlı kitabından, “Adı Kargalarda Saklı” öyküsünü, yönetmen Özcan Alper, “Moto Guzzi” adıyla senaryolaştırıldı, 2007 Kars Altın Kaz Film Festivali’nde düzenlenen ve yarışmayla seçilen, beş “Kar Öyküsü” kapsamında seçilen öykü, 2008 yılında, yine o yörede kısa film olarak çekildi. Bu kısa film diğerleriyle birlikte 2008 yılında aynı festivalde gösterildi… Yazarın kızı Öykü, 2000 yılında doğdu. Özkılıç'ın öyküleri film oldu
09.10.2008
Türk edebiyatının usta öykücülerinden Hasan Özkılıç'ın 'Kuş Boranı' adlı ilk kitabında yer alan 'Bir Yanı Yaralı', 'Orada Yollarda' adlı kitabında yer alan 'Güzel Günler İçin' ve yazarın nisan ayında çıkan 'Gönlümün Şirazesi Bozuldu' adlı kitabında yer alan 'Kelkit'in Altı Bağlar' adlı öykülerinden uyarlanan 'Vicdan' filmi dün vizyona girdi. Tuğla fabrikasında çalışan Mahmut, karısı Songül ve hem Songül'ün çocukluk arkadaşı, hem de Mahmut'un gizli aşkı olan Aydanur'un hikayesinin anlatıldığı filmin başrollerini Nurgül Yeşilçay, Murat Han ve Tülin Özen paylaşıyor. Filmin yönetmeni ise Erden Kıral.
Suyu da yakar aşk http://www.radikal.com.tr/
Esrarını uzun havalardan alan öyküler, halk şiiri, halk kültürü duraklarına uğrayıp oralardan bir merhaba getiriyorlar. Aras'ın gürül gürül akan sesinin arka planda duyulduğu bu öykülerde, insanımızın gerçek halleriyle varoluşunu, zorlu ve çetin yaşantılarını okuruz
HÜLYA SOYŞEKERCİ
Hasan Özkılıç, öyküye gönül vermiş bir anlatı ustası. Kuş Boranı, Şerul'da Beklemek, Orada Yollarda'dan sonra, Gönlümün Şirazesi Bozuldu kitabıyla öyküde yepyeni bir tarzın öncülüğünü yapıyor. Bu kitabın tüm öyküleri, esin kaynağını çeşitli yörelere özgü uzun havalardan alıyor. Uzun havanın yürekleri ince ince kanatan yanık ezgi ve dizeleri, öykü sanatı içinden süzülüyor ve yepyeni estetik tatlarla buluşuyor. Müzik görselliğe eşlik ediyor; özellikle Doğu Anadolu coğrafyasının sarp ve sert koşullarında her biri imkânsız bir aşka, bir zor sevdaya dönüşen bütün uçurumların, bütün acıların ve gözyaşlarının, yoksulluğun ve kimsesizliğin altı çiziliyor. Anlıyoruz ki "aşk, gönlün şirazesinin bozulmasıdır." İmkânsızsa, uzaktansa, anlatılmıyorsa ve gizemliyse; gönlü yaktığı kadar suyu bile yakıp kavuran bir duygudur aşk. İç dengeleri bozuluyor, alıştığı yaşantıların dışına çıkıyor insan, içteki kaos dışa yansıyor, yanık bir ezgiye dönüşüyor; uzun havaların atmosferinde derinleşen duygular, insanı ve coğrafyayı çepeçevre kuşatıyor. Kitapta on öykü yer alıyor. Öykü başlıklarını da uzun havalardan alınan bir dize ya da söz oluşturuyor; bir uzun hava dilleniyor her öyküde. Epeyden beri duyamadığımız kırsalın otantik sesini, efsane ve masal söylemi içinde, şiir tadıyla duyuyor ve hissediyoruz. Esrarını uzun havalardan alan öyküler, halk şiiri, halk kültürü duraklarına uğrayıp oralardan bir merhaba getiriyorlar. Aras'ın gürül gürül akan sesinin arka planda duyulduğu bu öykülerde, insanımızın gerçek halleri ile varoluşunu, zorlu ve çetin yaşantılarını okumaktayız. İnsansız anlatıların, salt iç dökümlerden oluşan metinlerin yazın dünyasında öne çıktığı genel eğilime aykırı bir duruş sergiliyor bu kitabın öyküleri. İnsanı odağına alan, onu bütün halleriyle kucaklamaya çalışan, aklın ve duygunun sentezini gerçekleştirme kaygısı taşıyan öyküler...
Hasan Özkılıç'ta yol, önemli bir kavramdır. Borges'e göre her anlatıda aşkı, gücü ya da yolu dile getirir yazarlar. Gönlümün Şirazesi Bozuldu'da türkülerin, uzun havaların içinde uzun bir sevda yolculuğuna çıkıyoruz. Sonu boşluğa düşen aşklar. Adım adım kırsal görünümler... Köyler, kasabalar, kentler... Dağlar, nehirler, göller...
İlk öykü Nalbant, yol öyküsü: Doğu'nun sisli gizeminde, yollar, at arabaları, yorgun arabacılar, hanlar ve tırnaklarına çiviler batan yorgun atlar... Anılardan yazınsal güzelliğe dönüşen bir öykü bu. Kitaptaki öykülerin tümünde, yazar, yaşanmışlıklardan, anılardan, gözlemlerden; gerçeklerden besleniyor. Kente gelen bir nalbant, atların çektiği acılara son veriyor özenli bakımıyla. Gözü, gönlü toktur, para da almaz. Anlatıcı, yıllar önce yitirdiği babasının çizgilerini okur onun yüzünde. Bir yetişkin masalına dönüşür her şey; ama masallar gerçeği yansıtmaz çoğu kez. Öykü, sürpriz sonuyla okurda iz bırakmakta. Uzun hava ezgisinden kalan acı tortu, her öykü metninin dokusuna sindirilmiş durumda. Bence kitabın asıl başarısı buradan kaynaklanıyor. Diyarbekir Dolar Şimdi'de anlatılan; bir töre cinayeti kararı, intihar süsü verilen cinayet ve sonrasında erkek kardeşin, bacısının o yalvaran gözlerini her an görmesi... İpte sallanan bacısı mıdır yoksa kendi ruhu mu? Yazar, bu öyküsünde insan psikolojisini, törel baskılar altında ezilen insanımızı anlatırken, ruhun ve pişmanlığın duygulu dilini yakalıyor. Adaleti sağlayacaktır bireysel duyarlılık ve toplumsal vicdan... Bence kara, ağulu bir şiirin öyküsü, acının siyahına kesmiş bir uzun hava; Diyarbekir Dolar Şimdi. Kement Attın Koydun Beni Tuzağa, bir imkânsız aşkın öyküsü. Bu topraklar böylesi sevdaları besler yüzyıllardan beri: "Ne çok hikâye anlatılır bu düzde imkânsız sevdalar üstüne. Ne hazin sonlar var, âşıklar anlatır anlatır da bitiremezler. Ne çok destanlar yazılmış, anlatılmış, ne çok..." Yakup, bir sevdaya tutulur ki, kız, kentte genelev işleten Sarı Kız'ın gözünün bebeği gibi bakıp on yedi yıl herkesten gizlediği kızıdır ne yazık ki. Yâr etmez kızını Yakup'a. Sevdalı genç, uzun hava ezgisine verir yüreğinin ateşini. Halk hikâyelerinde de bir sırrın ortaya çıkması iyiye yorulmaz. Karşılıksızdır sevdalar; kavuşulmazdır. Pamuk işçisi Yakup, aşk tuzağına düşmüştür, tek çaresi emeğine sımsıkı sarılmaktır.
Ölüme sebeptir kara sevda Yeşil Kurbağalar, uzun havanın özünü taşıyor ama pastoral bir senfoni gibi de okunabilir. Doğanın güzelliği ve onun inanılmaz gücü karşısında insanın durumu anlatılırken eşyalara ve doğal varlıklara kişilik kazandırılarak bir masal tadı yaratılmış. Bu masal atmosferinde ironinin de boy gösterdiği görülüyor: "En çok da tufandan canını kurtaran şaraplar sevinç içindeymiş; yine şıkır şıkır seslerle, kelebeklere, börtü böceğe, bin bir seslerle şarkılar söyleyen kuşlara eşlik etmekteymişler." Bu öyküde içten içe yaşanan bir aşk yer almakta.
Kitaba adını veren öyküde, kızın adı Şiraze'dir. Askere giden ağabeyini uğurlamaya gelen genç, bir anda vurulur ona. Burada Şiraze'nin yıllar önce ölmüş teyzesi önemli bir kişi olarak yer alıyor. Ölümüne sebep, kara sevdadır. Sevdiği ise Şiraze'ye âşık olan gencin babasıdır. Bu hazin öykü nedeniyle anne istemez bu aşkı; sonundan korkar. Şiraze, vazgeçmek zorunda kalır; gencin de dengeleri bozulmuştur: "Öyle umutsuz, öyle solgun bakıyordu ki, bir çivi saplanmış gibi sancıdı yüreği. Ona baktı ve 'Gönlümün şirazesi bozuldu Şiraze!" dedi. Kız, sanki bu sözü duydu, geriye çekildi, pencere boş kaldı."
Baba Bugün Daldalandım, kimsesizlik, gurbet, yalnızlık üzerine hüzünlü bir öykü. Bir insana sığındım, bir kimsem oldu anlamına geliyor uzun havada; 'baba bugün daldalandım'. İstanbul'da önce inşaat işçisi olarak çalışan gencin garsonluk serüveni, gazino, ünlüler, parlak ve renkli yaşamlara dışarıdan, yoksul bir bakış... Anlatıcının anlatısı içinde sürüp giden metinler... Burada da bir zor sevda yer almakta. Uzaktan uzağa yaşanan.
Köroğlu ve Emrah göndermesi Kelkit'in Altı Bağlar'da Fahriye abla şiirine söylemsel ve örtük göndermeler yapılıyor. Öykü kahramanı genç çocuk, düğününde komşusu Semiha Ablası'na cümbüş çalar. Çocuğun asıl ablası ise birilerine gizliden sevdalanır sürekli. Onunki aşka âşık olma durumudur: "Annem bilmiyor ablamın sevgi sevdiğini. Evet, annem âşıklara böyle der: "sevgi sevmiş". Aklı başında değil." Su da Yandı öyküsü de bir başka kara sevda durumu: Kız görmeye gittiğinde, gelenek icabı eline ibrikle su döken kıza o anda âşık olur genç. Tek kızlarını vermezler ona. "Kalbime ateş düştü/ İçinde yâr da yandı/ Su serptim ateş sönsün/ Serptiğim su da yandı" uzun havası bir gerçek olarak yaşanır böylece. Köroğlu'ndan, Emrah'tan söz edilmesi manidardır. Ela Geyik Gibi Boynun Sallarsın'da yaşlı adam ve genç karısının şirazesi bozulmuş ilişkileri dillendiriliyor. Ehmedo Lo öyküsü, içerdiği kara mizahla, trajik unsurlarla kitabın en çarpıcı öykülerinden. Oğlunun kanlı gömleğinin kefenine örtülmesini vasiyet eden acılı annenin ölümü, ardından babanın soyadını değiştirmeye karar vermesini buruk bir gülümsemeyle ve yüreğimizde ince bir sızıyla okuyoruz. Kara sevdalar kadar kara mizahın da beşiği olan bir ülkede yaşadığımızı düşünüyoruz ister istemez...
Gönlümün Şirazesi Bozuldu, bu toprağın insanlarının yüzyıllar boyunca içselleştirdiği sevda anlayışına, kültürüne, diline, geleneklerine yeniden odaklanmanızı sağlayacak, sağlam kurgusu, farklı bakış açısı ve akıcı diliyle dikkati çeken öykülerden oluşan bir yapıt. Okuduktan sonra, uzun havaları daha dikkatle, içlerinde gizli kalan öyküyü bulmaya çalışarak dinleyeceksiniz...
GÖNLÜMÜN ŞİRAZESİ BOZULDU Hasan Özkılıç, Can Yayınları, 150 sayfa, 10 YTL.
Haldun Taner Ödülü Hasan Özkılıç’ınTiyatro yazınının ve öykücülüğün ustalarından Milliyet yazarı Haldun Taner'in anısına düzenlenen Haldun Taner Öykü Ödülü “Gönlümün Şirazesi Bozuldu” adlı yapıtıyla Hasan Özkılıç'ın.
Doğan Hızlan’ın başkanlığında, Sibel Türker’in yazmanlığında Doç. Dr. Füsun Akatlı, Prof. Dr. Nüket Esen, Semih Gümüş, Prof. Dr. Şara Sayın, Demet Taner ve Prof. Dr. Tahsin Yücel’den oluşan Seçiciler Kurulu Özkılıç’ın Gönlümün Şirazesi Bozuldu adlı yapıtını, “öykücülüğün yeni bir düzeyini göstermesi, dilini gitgide yetkinleştirmesi ve Doğu’nun hikâyesini özenli, abartısız ve kendine özgü ayrıntılarla anlatması nedenleriyle” 2007 Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer buldu.
Hasan Özkılıç’ın Ödülü 13 Ekim Pazartesi günü Tepebaşı’ndaki Pera Müzesi’nde yapılacak törenle verilecek.
Hasan ÖZKILIÇ (1951- ) 1951 yılında Iğdır’da doğdu. Orta ikinci sınıfa kadar burada öğrenim gördü. Ailesi Iğdır'dan, iş olanaklarının daha fazla olduğu Manisa’nın Turgutlu ilçesine göç etti. Öğrenimine Turgutlu Lisesi’nin orta bölümünde devam etti. 1973 yılında Turgutlu Lisesi’nden mezun oldu. 1974 yılında Ege Üniversitesi İşletme Fakültesine kayıt oldu, bu okulu 1980 yılında bitirdi. Yazmaya 70’lerin başında başladı. İlk öyküsü, “Anamın Umudu” 1973 yılında Demokrat İzmir gazetesi sanat sayfasında yayımlandı. Sonraki yıllarda, Çıkış, Edebiyat Cephesi, Öykü, Küçücük Gerçek Sanat, Everensel Kültür, Adam Öykü, İnsancıl, Papürüs, Güney ve Agora gibi dergilerde öyküleri yayımlandı. İlk öykü kitabı, “Kuş Boranı” 1998’de, ikinci öykü kitabı, “Şerul’da Beklemek” 2002 yılında yayımlandı. 2000 yılı Ocak ayında, İzmir’de, “Agora Yeni Binyıl Kültür Sanat Edebiyat” dergisini çıkarmaya başladı. Halen bu derginin yayın yönetmenliğini yapıyor.
Yapıtları: Kuş Boranı Şerul'da Beklemek Gönlümün Şirazesi Bozuldu Yol Öyküleri Ödülleri: 2007 Haldun Taner Öykü Ödülü
Müzik yazdırdı bu öyküleri Doğan HIZLAN dhizlan@hurriyet.com.tr
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazdıklarını sevmemin gerekçelerinden biri de, onun eserlerinde her zaman müziğin sesini duymamdır. Müziğin izdüşümü her an kendini hissetirir onun eserlerinde.
Bu sene 21.’si düzenlenen Haldun Taner Öykü Ödülü’nü Gönlümün Şirazesi Bozuldu isimli öykü kitabıyla kazanan Hasan Özkılıç’ın kitabını da sevmemin sebeplerinden birisi bu. Zira edebiyatla müzik arasında her zaman bağ kurmaya ámade bir anlayışı savunduğumdan, Hasan Özkılıç’ın öyküler toplamı, bu anlayışın tam karşılığını veriyordu.
Birçok olayı, birçok kişiyi, yüz hatlarından çok, sevdikleri, dinledikleri, çaldıkları müzikle anımsarım.
Nehir söyleşide sık sık bu özelliğimi ortaya çıkardım. Aile bireylerimin dinlediği şarkıları, onların sevdiklerini yazdım, ne zaman o şarkıları dinlesem onlar gözümde canlanır.
Gönlümün Şirazesi Bozuldu kitabını, bir müzik çağrışımının izinde yaratıldığı için özellikle başarılı buldum.
Her sanat eserinin bir ateşleyicisi vardır, Gönlümün Şirazesi Bozuldu’nun ateşleyicisi ne?
"(...) İşte bunları anlatıyordum, yemeklerde, sohbetlerde çoğunluk yazar arkadaşlarıma. Onlar da hep, bunu yaz, mutlaka yaz diyorlardı, ama ben yazamıyordum. Başka hikáyeler yazıyordum, ta ki radyoda bir reklamı duyup da, sözü edilen ürünü satın almaya karar verdiğim güne kadar. O reklamda, TRT’nin arşivinden derlenen ve otuz üç halk müziği sanatçısının okuduğu üç CD’de toplanmış kırk iki uzun havanın, bozlağın duyurusu yapılıyordu. Bu halk sanatçılarını çocukluğumdan biliyordum. Sesleri, okudukları türküler, uzun havalar kulağımda, gönlümde olan sanatçılardı. Aldım bu CD’yi ve çok eskilere gittim dinledikçe. Unuttuğum birçok anı, yaşanmışlıklar, duygular; çocukluk arkadaşlarım, dostlarım, birlikte yollara düştüklerim, ilk sevdalar birer birer yeniden canlandı; yeniden yaşadım o günleri. Sonra, bir 25 Mayıs günü defterimin bir sayfasından başladım, ilk öyküyü yazmaya koyuldum. Son ve dokuzuncu öyküyü de yazıp bitirdiğimde tarih 11 Haziran’dı. (...)
Hayat ne garip!... Demek ki bendeki bu duyguları, bu birikmişliği bir tetikleyen gerekliydi, bir rastlantı sonucu onu buldum. Eğer bir araba yolculuğunda, TRT 4’te, o duyuruyu dinlememiş olsaydım, bu öyküler belki de hiçbir zaman yazılmayacaktı. Ne rastlantı!.."
Özkılıç’ın tahkiye sanatındaki başarısı nereden kaynaklanıyor?
Bir kaynağa, bir çağrışıma dayanarak yazdıklarınız çoğu zaman onun sınırları içine hapsolur, adeta bir duygu birikimini sergilemekle yetinirsiniz. Oysa, Özkılıç, bu çağrışımı, imgelerle, yaşantısından notlarla, bir ülkenin insan tarihiyle yoğurarak özgün bir metin ortaya koyuyor.
Başka bir açıdan bu öykülere yaklaşmak istiyorum.
Bir zamanlar çok okunan, sonra da modası geçti denilen -ki hiçbir zaman bu kanatte olmadım, ustalar hálá yaşıyor- köy romanına/edebiyatına, yeni bir içerik, yeni bir bakış açısı, çağdaş bir yazım biçimi geliyor.
Bu türkülerin coğrafyasına, öylesine güzel işliyor ki, bir köy hikáyeleri olarak bakabilirsiniz bunlara, tabii bakmayabilirsiniz de. Çünkü güncelliğin dozu, kıvamı iyi hazırlanmış.
Doğu’nun, etnik bir kültürün yaşamından seslerin tınısı var bu öykülerde.
Gerçek, yaşanmış olaylar, sanki bütünlenmek için bir yerden bir ses bekliyor, sanki sessizliğin kahredici havasının yok olması için.
Onda müziğin vazgeçilmezliğini sevdim.
Orada Yollarda kitabındaki "Uzayıp giden tren yolları"nı o saba makamının alçakgönüllü bestesini ne çok dinlerim, ne çok yazımda anmışımdır.
Özkılıç da o dizeyi çok seviyor; "açılıp sarmayan yarin kolları."
Gene ünlü bir türkünün adıdır öyküsüne ad veren. Şerul’da Beklemek’in içindeki Yárim İstanbul’u öyküsü.
Ona ödül alan kitabı yazdıran uzun havaların hepsini diledim, o CD’yi de, üstelik ben oradaki adların kendilerinden dinlemiştim türküleri.
Aziz Şenses’i gördüm, hiç unutmadığım bir uzun havası vardır. "Kara bahtım kem talihim" diye başlar, onun adıyla anılır.
Diyarbakırlı Celál Güzelses’i de taş plaktan, 78’likten dinledim, unutamadığım bir türküydü, Türk müziği sazlarıyla çalınmıştı:
"Diyarbakır dört kapı Git bak o yar ne yapı Beni gördüğü zaman Başka sokağa sapı"
Türkülerin, özellikle, o coğrafyanın feryadı saydığım uzun havaların öyküleri içinde özellikle çok beğendiğim mutlaka okunması gerekenler var. Onları anmalıyım mutlaka.
Diyarbekir Dolar Şimdi, Diyarbekir diye yazılır değil mi, onun da anlamı vardır, aidiyeti vardır.
Kitaba adını veren, Gönlümün Şirazesi Bozuldu ve Kelkit’in Altı Bağlar. Uzun havaların tetiklediği bu öyküleri özel bir dikkatle okumalısınız. Benim okurlara salık vereceğim bir husus daha var.
Bu öyküleri okurken, bu uzun havaları da dinlemelisiniz. Nedenine katılacaksınız.
Çünkü bir müzik parçasından, hele uzun havadan nasıl bir öykü yaratılacağını görmek gerekir.
Daha da önemlisi, müzikle edebiyatın bir arada nasıl güzel öyküler yarattığını bir edebiyat dersi gibi okuyacaksınız.
Şimdi geniş okur kitlesine, Köy Edebiyatı’na burun kıvıranlara mesajım var.
O edebiyat olmasaydı, Hasan Özkılıç gibi bir yazar bugün ortaya çıkmazdı. Modern bir yazarın edebiyat tarihi içinde yer alan bir türü, bir akımı, bir havayı bugün aynı coğrafyada yeniden yaratması, her edebiyat okurunu, köy, köy edebiyatı ve Doğu üzerine yeniden düşündürecektir.
Haldun Taner Ödülü’nü kazanan bu öyküleri okuyun, ondan sonra diğer kitaplarını da arayacak, okuyacaksınız.
Hasan Özkılıç’ın 13 Ekim 2008’de düzenlenen ödül törenindeki konuşması
OTUZ YILDAN FAZLADIR YAZIYORUM VE DÜŞÜNÜYORUM
’70’lerde yazmaya başlamak, ’70’lerde üretmek sonuçta bir geçmişin, bir dönemin içinden gelmek demektir. Ben 1951 doğumluyum ve ’70’lerden bugüne yazıyorum. Sonuçta Sabahattin Ali’den, Sait Faik’ten, Haldun Taner’den bugüne kadar gelen bir geleneğin içindeyim ve yazdıklarımda yaşadıklarımın ve ülkemin yaşadıklarının, doğduğum büyüdüğüm toplumun insanların yaşadıklarının izleri var. Haldun Taner de aynı şeyi söylüyordu, "Eğer yazdıklarınızda çevreniz, ülkeniz yoksa, çevrenizdeki insanların, içinde bulunduğunuz toplumun izleri yoksa siz doğru bir edebiyat yapamıyorsunuz demektir" diyordu. "Batılı bir yazar aynı zamanda bir düşünürdür" diyordu. Fakat buradaki düşünür bilimsel anlamdaki düşünür olmak değil. Ülkeni düşünmek, dünyayı düşünmek, buralarda yaşananları düşünmekle alakalı bir cümleydi. Ben de bunun için otuz yıldan fazladır emek harcıyorum. Ben otuz yıldan fazladır yazıyorum ve düşünüyorum. Ülkemi, insanımı, toplumumu. Sonuçta böyle ödüllendirilmek de beni ayrıca gururlandırıyor.
Geçtiğimiiz günlerde yapılan bir röportajda, küçükken Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı’nı kiremit fabrikasında çalışan babama, anama, kız kardeşime okuduğumu ve onların kahkahalarla güldüğünü anlatmıştım. Aradan geçen yıllardan sonra bir gün bu ödülü alacağım aklımdan bile geçmiyordu elbette. Yıllar önce öyküsünü okuduğum bir yazar adına verilmiş bir ödülü özellikle de çok kıymetli bir seçici kurulun beğenisi sonrası almaktan çok gurur duyuyorum. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.
Ne Karaymış Şu Alnımın Yazısı
Ne karaymış su alnımın yazısı Meleşmiyor koyun ile kuzusu Ana baba kardeş bacı acısı
Nerde benim mor sümbüllü (Çiçek kokan) bağlarım Gurbet elde ah çekerek ağlarım Ağlarım ağlarım
Şu gönlümün şirazesi bozuldu Alnıma da kara yazı yazıldı Gurbet elde mezarım da kazıldı
Nerde benim mor sümbüllü (Çiçek kokan) bağlarım Gurbet elde ah çekerek ağlarım Ağlarım ağlarım
Aziz Şenses-Adana
POLİTİKA GÜNLÜĞÜ HİKMET ÇETİNKAYA
Şerul'da Beklemek... Şerul küçük bir kent... Burada herkes birbirini tanır!.. Yurdagül 'ü de yediden yetmişe herkes tanıyordu... Yağmur ansızın bastırdı... Caddelerde oluk gibi sular aktı... Hasan Özkılıç 'ın 'Şerul'da Beklemek' adlı kitabı Can Yayınları 'ndan çıktı... On üç öykü var kitapta... Birden 1960'lı yılların sonlarına gittim... Tuzluca, Aras Nehri, Karakale Sınır Kapısı... Erivan'ın ışıklarını görür gibi oldum bir yaz akşamında... Sanki eski bir albümün arasında kalmış, rengi uçmuş fotoğraflara bakıyordum... Iğdır'ı düşündüm, Tuzluca'nın o toprak ana caddesinde gezindim... Karlı geceleri, sisin, kırağının eksik olmadığı günleri anımsadım...
Benim de bildiğim bir kent, ancak böyle anlatılabilirdi: ''O kentin en şenlikli yeri Aras Sineması. Kent elektriğe hasrettir; öyle caddelerini, sokaklarını doya doya aydınlatamaz. Oraya elektrik yalnız akşamları birkaç saat jeneratörle verilir. Aras Sineması kendi başının çaresine bakar. Karda buzda donmaktan canı çıkmış bir eski jeneratörle kendini aydınlatır, filmlerini gösterime sunar. Sinemanın önünde, jeneratörün çalışmasını tir tir titreyerek saatlerce beklediğim olur. Bir Yılmaz Güney filmi izlemek için kaç kez çalışmayan jeneratöre bastım küfrü, kaç kez içimden yalvardım; çalış, çalış diye.
Aras Sineması'nın makinistini bilmeyen, tanımayan yoktur. Adı Alican. Onun yaşını tahmin etmek güçtür. Hem gençtir Alican hem de yaşlı; Aras Sineması gibi. Sinema ile birlikte doğmuştur sanki. Her sabah, eksi bilmem kaç derece soğukta jeneratörü çalıştırmak için ne çok ter döker. Altında mazot yakar. Yılmaz Güney afişte, 'Aç Kurtlar' filminde onu seyreder. Hadi bitir şu işi Alican, der sanki; bak çocuklar dondu soğuktan, yüzleri gözleri mosmor oldu.''
**** Öyküyü okurken Iğdır çarşısında dolaşıyor gibiydim... Kış müthiş olmazdı Iğdır'da!.. Kış, Kars'ta kendini gösterirdi!.. Kar sokakları örttüğünde ana caddedeki Hıdır 'ın Kahvesi'ne sığınırdım. Sonra fotoğrafçı Kemal 'e uğrar sohbet ederdim... Kemal Akbulut, 1971 ve 1980 sonrasında acılar çekmişti... Kaç yıl önce öldü Kemal anımsamıyorum... Oralarda yaşamlar hep aynıydı... Doğu 'nun ıssız ovalarında hüzünlü insanlar yaşardı... Hasan Özkılıç onları anlatıyor okurlarına... Peki ya Yurdagül'ün öyküsü kimi anlatır?
''Önce kocaları, oğulları, babaları gitti çalışmaya Iğdır'a, Trabzon'a, İstanbul'a; ardından kadınları, kızları. Erkekleri inşaatlarda, tarlalarda karın tokluğuna çalışmaya gittiler; kadınları, kızları bara , pavyona, sokağa, kendilerini satmaya. Allı kırmızılı gittiler kadınlar, bütün Şerul biliyordu, gittikleri yerde kendilerini sattıklarını ; bilmezden geliyordu. Akılları almıyordu olanları. Geçmiş, çok uzakta kalmıştı.
Yurdagül, kaldırımda yürüyordu, dalgın, kendini yitirmiş. Sabahtan kaç kez aynı yolu bir çarşıya, bir evine gidip gelmişti, anımsamıyordu. Bir geceyi daha uykusuz, karabasanlarla geçirmişti. Annesi, her gün olduğu gibi o gün de ondan önce ayaktaydı. Birden odasına girmiş, 'Kalk, kalk!' diye bağırmıştı. 'O senin erin adam olsaydı, seni biraz sevmiş olsaydı gelir, benim karım aç mı kaldı, kötü yola mı düştü diye sorardı. Sen daha bekle gelecek diye, bekle! Ne olacak sonumuz? Bu damın altında öleceğiz acımızdan. Git! Git ara, sor bir iş bul!.. Ne günlere kaldık!' O, öyle suskun, solgun bakmıştı annesine. Kadın odadan çıkmış, dışarıda, balkonda, sessiz sessiz ağlamıştı. Nasıl çözüm bulacaktı? Kime gidecekti?''
| | |