Oscar Wide

Dorian Gray'in Portresi
Oscar Wilde

 


Anasayfaya
Eleştiri sayfasına


 

 Edebiyatın mahkûmu ve celladı

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=6655
Edebiyatın mahkûmu ve celladı
Peter Ackroyd, beş yaşındayken okuma yazma öğrenir, dokuzuna geldiğinde de ilk oyununu yazar. Ackroyd, yazın hayatı boyunca yazmanın sanattan çok zanaat olduğunu düşünür

17/08/2007 (224 defa okundu)

Z. HEYZEN ATEŞ (Arşivi)

Romancı, şair ve biyografi yazarı Peter Ackroyd 1949'da, hâlâ savaşın etkilerini üzerinden atmaya çalışan Londra'da doğar. Daha çok küçükken babası evi terk edince annesiyle beraber Cambridge'e taşınırlar. Beş yaşındayken okuma yazmayı öğrenir, dokuzuna geldiğinde de 17. yüzyılın başında Kral I. James ve aristokratları havaya uçurmayı deneyen Guy Fawkes'ı konu alan ilk oyununu yazar. (2004'te kendisiyle yapılan bir röportajda romanlarında 'kayıp baba figürünün bir altmotif olarak tekrarlandığı' kendisine söylendiğinde yazar 'psikoanalitik eleştirilere hiçbir zaman çok saygı duymadığı' yanıtını verir. Ünlü bir yazar olduğunda kendisiyle temasa geçen babasıyla bir kez görüşür ve bir daha da görüşme ihtiyacı duymaz.)
Annesi Ackroyd'un iyi bir eğitim alması gerektiğinin farkında olduğundan elinden gelen bütün çabayı ortaya koyarak önce St. Benedict's'e daha sonraysa İngiltere'nin önde gelen okullarından Cambridge Universitesi'ne bağlı Clare College'e gitmesini sağlar. Ama Mellon bursuna layık bulunan Ackroyd, yüksek öğrenimini ABD'de Yale Üniversitesi'nde tamamlayacaktır. Yale'deki öğrenimini tamamladığı sıralarda Essay On Modernism isimli çalışmasını da bitirir ve 1973'te Londra'ya döndüğünde de The Spectator dergisinin edebiyat editörü olarak işbaşı yapar. 1978'de aynı derginin yöneticiliğine getirilir ve kitap eleştirilerinin yanı sıra film eleştirileri de yazmaya koyulur. 1982'de The Times'ın kitap eleştirmenlerinin başına getirilir, radyo programları yapmaya başlar ve 1984'te de İngiltere'nin en 'aristokrat' edebiyat topluluğu olan Royal Society Of Literature'a kabul edilir.
 

Wilde efsanesine çelme mi?
Ackroyd'un kariyerinin en baştan beri yokuş yukarı gittiği anlamışsınızdır. Peter Ackroyd, iyi eleştirmenin iyi yazar olabileceğini ispatlayan ve 'yazamayanlar eleştirmen olur' sözünü çürüten örneklerden. Üstelik yazarların belirli bir türe sadık kalmadan da başarılı olabileceklerini ispatlayanlardan. Romanlar, araştırmalar, şiirler, biyografiler, aklınıza gelen hemen her türde eser üretir yazar. İlk kurgu yapıtı, az bilinen ve bir travestiyi anlattığı Dressing Up olur. Bunu sürekli döneceği konulardan (ve en büyük aşklarından) biri olan Londra'yı anlattığı Londra Yanıyor isimli araştırma ve kurgu bir biyografi olan, Oscar Wilde'ın Son Vasiyeti izler. 1983'te Ackroyd'u dünya çapında üne kavuşturan bu kitap kimilerince Wilde efsanesine çelme taktığı için eleştirilse de Somerset Maugham ödülüne layık bulunur. Bu kurgu biyografiyi daha incelikli bir çalışma olan T.S. Eliot biyografisi izler. Bu kitap yazara Whitbread Biyografi ve Heinemann Ödüllerini kazandırır. Ackroyd özellikle kitabı Eliot'un şiirleri ve 'önceden yayımlanmamış mektuplarıyla' doldurmadığı için övgüleri toplar.
1985, yazarın yılı olacaktır. Çünkü başyapıtı olan kitabı bu yıl yayımlar: Hawksmoor. Ackroyd'un Londra aşkıyla kurgu biyografi sevgisini birleştirdiği kitap olan Hawksmoor sonradan satanist olmakla suçlanan, Londra'yı başyapıtlarla süslemiş İngiliz mimar Nicholas Hawksmoor'un eserleri çevresinde geçen sürükleyici bir kurgudur. Hem The Guardian Kitap Ödülünü hem de Whitbread'i kazanması kimseyi şaşırtmaz.
Hawksmoor serüvenini, bir bakıma, 1996'ya yazdığı İlk Işık kitabında devam ettirir. Yeraltı tünelleri ve eski zamanlardan kalma kötülük dolu varlıklar ve komplolarla ilgili hikâyeleriyle; Dorset'te geçiyor olmasını saymazsak ilk kitapla büyük benzerlikler taşıyan bu kitap, ilki kadar eğlencelidir de. İlk Işık'ı kısaca anlatacak olursak: Damian isimli -zaten adından da sonunun hayırlı olmadığını tahmin ettiğimiz- astronomun, Aldebran isimli garip yıldızı takip ederken deliliğin sınırlarında dolaşmaya başlamasıyla, yakınlardaki Hardy'de kazı yapan arkeolog Mark Clare ve ekibinin eski çağlardan kalma bir astroloğun mezarını ve mezarı çevreleyen yeraltı tünellerini keşfetmeleri birbirine eklenince işler daha da garip bir hal alır. Ağaçlar arasında gizemli gölgeler görülmeye başlar, garip kazalar olur (Mumya filmini hatırladınız değil mi?), işler Mark Clare'in karısının intihar etmesine kadar gider. Gerçekten karanlık bir kuvvet uyanmaktadır... Bu öyküye bir de lezbiyen bir bürokratı, bir oyuncu eskisini, sözcükleri yanlış kullanan karısını, iki alkoliği ve 'sırrı' korumakla yükümlü çiftçiyle oğlunu eklerseniz nasıl bir şeyle karşılaşabileceğinizi kestirebilirsiniz.
Neyse ki Londra, mimari ve insani yapısını Ackroyd'dan okumak isteyenler için daha pek çok alternatif var. Ackroyd yılda en az bir, bazen iki kitap yazarak ne kadar üretken bir yazar olduğunu ispatlar; bütün bu süre boyunca asla gazete ve dergilere yazdığı eleştirileri ihmal etmez. 1987'de yazdığı Chatterton, Booker'a aday gösterilince de, dünya çapında, bir şekilde aday gösterilemediği tek kaydadeğer edebiyat ödülü olarak Nobel kalır.
 

Yalnız, dürüst ve acımasız
Mark Twain, "Yazarların eleştirmenlerle arkadaş olmaları, mahkûmların cellatlarıyla arkadaş olmalarına benzer, bu ilişkiler kısa ömürlüdür" demiş. Ackroyd da böyle düşündüğünden olsa gerek çevresine bir yazar ordusu toplamayarak yalnız, dürüst ve acımasız olmayı sürdüren eleştirmenlerden olur. Kimi zaman son derece katı davrandığından olsa gerek 2003'te yazdığı Voyages Through Time çocuk kitapları serisiyle açık verince edebiyat camiası bütün gücüyle Ackroyd'a yüklenir ama seri eleştirel anlamda aklanır ve seriyi oluşturan kitaplar New York Times tarafından "sadece çerez bilgiler değil, çocukların bilmesi gereken konuları içeren" kitaplar olarak nitelendirilir.
Bir röportajda, otuz beş kitabın ardından yazacak konu bulmakta zorluk çekip çekmediği sorusuna "daha işin başındayım" yanıtını veren yazar, yine başka bir soruya, asla popüler yazarların biyografilerini yazmayacağı yanıtını verir: "Ian McEwan ve Amis'in biyografilerini yazmayı ün ve para peşinde koşanlara bırakıyorum." Medyanın kuralları ve pazarlama 'trendleri'ni öğrenmek için çok yaşlı olduğunu ekleyen yazar, 1990'da yazdığı Dickens biyografisinin pek çok yazar ve eleştirmen tarafından gelmiş geçmiş en iyi biyografilerden biri kabul edildiğini göz önünde bulunduracak olursak bunun modern dönem yazarlarının kaybı olduğunu söylemeliyiz. Peter Ackroyd'a kendisini en çok etkileyen kitaplar sorulduğunda verdiği yanıtlar genelde değişse de hiç atlamadığı kitap Patrick Süskind'in Koku'su olur; en pişmanlık duyduğu hareket sorulduğundaysa Spactator'da yazarken şiirlerinin yayımlanması önerildiğinde Spectator'daki antihomoseksüel hava nedeniyle işini kaybetmemek için aşk şiirlerindeki İngilizce erkek adılı olan 'he'leri kadın adılı olan 'she'ye çevirmesi olduğunu söyler.
1980'lerde ciddi bir sinir krizi geçiren Ackroyd sağlığına özen göstermeyi alışkanlık edinmiştir ama 1999'da kalp krizi geçirerek hastaneye kaldırılır. Bir hafta komada kalır. Toparlandığında, yazmanın sanattan çok zanaat olduğunu ve çuvallayanların işin sanat değil, zanaat ve disiplin kısmını beceremediklerini söyleyince yer yerinden oynar. Yine aynı hafta imza gününde yaklaşık bin kitap imzalayarak bir rekor kırar.


Peter Ackroyd


Peter Ackroyd 1949’da Londra’da doğdu. Cambridge Üniversitesi’ni bitirdi. Yale Üniversitesi’nde araştırmacı olarak bulundu.
1973-1982 yılları arasında Spectator dergisinin yayın yönetmenliğini yapan Ackroyd The Times gazetesinin de baş kitap eleştirmenidir. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlanmaktadır.
Ackroyd’un ilk romanı 1982’de yayımlandı: The Great Fire of London (Londra Yanıyor, Çev. Aslı Çelik, 2002). 1983’te çıkan The Last Testament of Oscar Wilde (Oscar Wilde’ın Son Vasiyeti, Çev. Tomris Uyar, 1994) ile Somerset Maugham Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Türkçeye çevrilen öteki romanları, Booker Ödülü’ne aday gösterilen Chatterton (1987; Çev. Füsun Elioğlu, YKY, 1995), English Music (1992; İngiliz Müziği, Çev. Oya Dalgıç, YKY, 1995), Doktor Dee’nin Evi (Çev. Özcan Kabakçıoğlu, YKY, 2004) ve Dan Leno and the Limehouse Golem‘dir (1995; Cinayet Sanatı, Çev. Burçin Karamercan, 2002).
Romanları yanında William Blake, Thomas More, Charles Dickens ve T.S. Eliot gibi ünlüleri çağları ve çevreleriyle birlikte ele aldığı biyografileriyle de tanınan Ackroyd’un ayrıca şiir ve deneme kitapları da vardır.
 


Oscar Wilde
http://www.biyografi.info/kisi/oscar-wilde

Ünlü İrlandalı yazar ve şair Oscar Wilde, 16-ekim 1854'te Dublin'de ailesinin ikinci çocuğu olarak doğdu. Babası, dönemin ünlü doktorlarından William Wilde, annesi, İrlanda'nın ingiltere'den bağımsızlığını savunan devrimci şiirleriyle dikkat çekmiş yazar Jane Francesca Elgee idi.

Wilde'ın üçü gayrımeşru, beş kardeşi vardı. Kendisinden üç yaş küçük kız kardeşi Emily'nin henüz on yaşındaki ölümü, Wilde'ın çocukluk döneminin en sarsıcı olayı oldu. Ünlü yazar, kardeşinin saçlarından bir tutamı ömrünce üzerinde taşıdığı küçük bir zarfta saklayacaktı.

Wilde'ın öğrenim dönemi çeşitli burslar kazanmasını sağlayan başarılarla geçti. 1874'te Oxford Magdalen College'den mezun olduktan sonra sanat eleştirmeni olarak çalışmaya başladı.

1878'de Ravenna adlı şiiriyle Newdigate Ödülü'nü kazandı ve bir yıl sonra Londra'ya yerleşti. 1881'de Poems (Şiirler) adlı ilk kitabı basıldı.

Aynı yıl, estetik konferansları vermek üzere abd'ye geçti. Başlangıçta dört ay olarak planlanan elli konferanslık dizi yaklaşık bir yıl sürdü ve kanada'dakilerle birlikte Wilde, dokuz aylık bir süre içinde yüz kırkın üzerinde konferans verdi. Bu dönemde Amerikalı yazar ve şairler Henry Longfellow, Oliver Wendell Holmes ve Walt Whitman'la tanıştı ve bir yıl sonra new-york'ta sahnelenecek olan Vera adlı oyununu düzenledi.

Kuzey Amerika dönüşü üç yıl paris'te kaldı. 1883'te Duchess of Padova (Padova Düşesi) adlı oyunu yazdı. 1884'te Constance Lloyd'la evlendi. İki yıl içinde bu evlilikten iki erkek çocuk sahibi oldu.

1887'de Woman's World Dergisi'nin editörlüğünü üstlendi. Aynı yıl Dünyanın Tek Gerçek Hayaleti'ni (Canterville Hayaleti) kaleme aldı. Bundan sonraki altı yıl, Wilde'ın yazarlık hayatının en verimli dönemi oldu. Çocuk öykülerinden oluşan iki kitap, 1890'da bir Amerikan dergisinde yayınlanan tek romanı Dorian Gray'in Portresi, A Woman of No Importance (Önemsiz Bir Kadın), An Ideal Husband (İdeal Bir Koca) ve The Importance of Being Earnest (Ciddi Olmanın Önemi) adlı oyunları bu dönemde yayınlandı.

"Dorian Gray'in Portresi", 1891'de kitap haline getirildi ve içerdiği homoerotik öğeler, şiddetli tepkilere yol açtı. Aynı kitap daha sonra Wilde'ın kaderini belirleyecek davalarda kanıtmışçasına kullanıldı. Bununla birlikte aynı dönemde yazılan oyunları büyük beğeni topladı ve onu zamanının en önemli oyun yazarlarından biri haline getirdi.

Oscar Wilde, 1891'de Queensberry Markisi'nin üçüncü oğlu, üniversite öğrencisi Lord Alfred (Bosie, Douglas)la tanıştı. Kısa süre içinde çift dört yıl sürecek bir aşk yaşamaya başladı.

1895'te Wilde, oğlunun kendisiyle ilişkisini tasvip etmeyen ve kendisine kamu önünde hakaret eden Queensberry Markisi'ni iftira suçlamasıyla dava ettiyse de bir süre sonra davayı geri aldı. Ancak Marki'nin Wilde aleyhine açtığı dava, yazarın "gayrıtabii davranışlar"dan iki yıl kürek cezasına çarptırılmasıyla sonuçlandı. Tutuklanmasıyla birlikte evinde bulunan her şey 25 şilinlik bir bedelle satıldı.

Yazarın torunlarından birinin deyişiyle; "Krallık, çağının kibirli ikiyüzlülüğüne meydan okumaya cesaret etmiş parlak ve öfkeli bir hayatın yirmi yılını sembolik olarak kendisinden koparmıştı."

1897'de hükümlülüğü sırasında sevgilisine yazdığı mektuplardan oluşan De Profundis'i derledi ve aynı yıl serbest bırakıldı. Hayatının kalan kısmında Sebastian Melmoth adını alarak avrupa'nın çeşitli ülkelerinde amaçsızca dolaştı; bu arada mahkumiyetinin geçtiği yerin adını taşıyan Reading Zindanı Baladı'nı yayınlandı.

Wilde, bir süreliğine Alfred Douglas'la yeniden bir araya geldiyse de, birliktelikleri çok kısa sürdü. Tutuklanmasından sonra eski aile adlarından biri olan "Holland"ı soyadı olarak alan eşi, çocuklarını alarak isvicre'ye göçmüş ve 1898'de orada ölmüştü. Oscar Wilde, 30-kasim 1900'de Paris'te öldü ve Pere Lachaise Mezarlığı'nda gömüldü.

Yapıtları:
 
Mutlu Prens (1888)
Sosyalizmde İnsan Ruhu (1890)
Yönelimler (1891)
Dorian Gray'in Portresi (1891)
Narlı Ev (1892)
Lady Windermere’in Yelpazesi (1892)
Ehemniyetsiz Bir Kadın (1893)
Salomé (1893)
İdeal Bir Koca (1895)
Ciddi Olmanın Önemi Üzerine (1895) 
 


YERYÜZÜ KİTAPLIĞI

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=4570

YERYÜZÜ KİTAPLIĞI
McKenna, kitabında Wilde'ın 1880'lerdeki yargılanışındaki tanıklardan bazılarıyla yapılmış görüşmeleri ilk kez ortaya çıkarmış, bugüne dek yayımlanan bazı anı ve güncelerden yararlanmış

25/11/2005 (681 defa okundu)

CELÂL ÜSTER (E-mektup | Arşivi)

Oscar Wilde'ın gizli yaşamı
Yaşamöyküsü en çok yazılmış yazarlardan biri de sanırım Oscar Wilde'dır. Lady Windermere'in Yelpazesi ve Ciddi Olmanın Önemi gibi oyunlarıyla, şiirleriyle, estetik üstüne ateşli yazılarıyla, öykü ve masal kitaplarıyla İngiliz edebiyatında tartışılmaz bir yer edindiğinden, bugüne değin yazılmış Wilde biyografilerinin çoğu edebiyat odaklıdır. Hem de, eşcinselliği yeğlediği için yargılanıp hapis cezasına çarptırılan Wilde'ın yaşamının tümü, ahlâk açısından aşırı tutucu uygulamalarıyla ün salan, eşcinselliği cinayetten de ağır bir suç olarak gören Victoria döneminde geçmiş olmasına karşın. Birçok Wilde biyografisi yazarı, İrlandalı yazarın "Bosie"yle, Lord Alfred Douglas'la yaşadığı "aşk skandalı"nın ayrıntılarına açgözlülükle dalmaktan çok, örneğin Victoria döneminin ikiyüzlülüğünü acımasızca sergileyen Ciddi Olmanın Önemi ayrıntılarında gezinmeyi yeğ tutmuştur.
Neil McKenna'nın geçen yaz yayımlanan The Secret Life of Oscar Wilde (Oscar Wilde'ın Gizli Yaşamı) adlı kitabı ise, adından da hemen anlaşıldığı gibi, Wilde üstüne yazılmış edebiyat ağırlıklı biyografilerden ayrılıyor. McKenna, Wilde'ın 1880'lerdeki yargılanışındaki tanıklardan bazılarıyla yapılmış görüşmeleri ilk kez ortaya çıkarmış, bugüne dek yayımlanmış bazı anı ve güncelerden yararlanmış. Washington Post'tan Charles Kaiser'a bakılırsa, 19. yüzyılın en trajik ve en çekici kişiliklerinden birinin gizli yaşamının yepyeni bir portresi çıkmış ortaya.
 

Erkek erotizmi
McKenna'nın, bu gizli yaşamın derin ipuçlarını Wilde'ın çeşitli yapıtlarında aradığını da belirtmeden geçmemek gerekir. Egemen ahlâk anlayışının ağır baskısı altında yaşayan Wilde'ın, gizli duygularını betimlemek için yapıtlarındaki kurgusal karakterlerden yararlandığı açık. 1884 yılında İrlandalı ünlü avukatın kızı olan Constance Lloyd'la evlendikten beş yıl sonra kaleme aldığı The Portrait of Mr. W. H. (Bay W. H.'in Portresi) adlı kitap, onun sahici cinsel eğilimini açığa vurur belki de. Shakespeare'in sonelerini adadığı gizemli kişiyle ilgili bir kitaptır bu. Wilde, bu konuda eskiden beri savunulan bir görüşü daha da geliştirir, Shakespeare'in sonelerini bir kadın için değil, Elizabeth döneminde yaşamış çok genç bir aktör için yazdığını ortaya atar. McKenna, bu kitaptan söz ederken, "Bu öykünün gerçek kahramanı, erkeklerin kendilerinden daha geç erkeklere duydukları ruhsal ve cinsel aşktır," diyor.
Benzer bir durumun, The Portrait of Mr. W. H.'ten bir yıl sonra yayımlanan bir başka "portre" için, Dorian Gray'in Portresi için de geçerli olduğu söylenebilir. Wilde'ın dilimize daha 1930'larda çevrilmiş olan bu tek romanı, birçoklarına göre, gotik romanın doğaüstü öğeleriyle Fransız dekadan edebiyatının "büyük günahları"nı birleştirir. Romanın sonunda Dorian Gray kendi kendini yıkıma sürükler; ama bu, yapıtın dönemin eleştirmenlerince ahlâksızlıkla suçlanmasını engellememiştir. Wilde ise, ısrarla, ahlâki bir sonu olsa da sanatın özünde ahlâkdışı olduğunu vurgulamıştır hep. McKenna, yeni Wilde biyografisinde, bu romanın baştan sonra "erkek erotizmi"yle yüklü olduğunu söylüyor.
McKenna, Oscar Wilde'ın sonunu hazırlayan olaylar ve ilişkiler yumağından söz ederken, sözü oldukça çarpıcı bir noktaya, dönemin başbakanına getiriyor:
"George Bernard Shaw'ın deyişiyle, fidan boyu, altın sarısı saçları ve masmavi gözleriyle erkeklerde de, kadınlarda da tutkulu bir hayranlık uyandıran 'Bosie'ye fena hâlde vurulduğunda, denilebilir ki, Wilde'ın yaşamı Wilde'ın sanatını korkunç bir biçimde taklit ediyordu. 1891'de tanıştıklarında, Bosie'ye göre, Oscar kendisine müthiş âşık olmuştu. Genç Bosie de Oscar'dan büyülenmiş, ama o güne dek kendisinden büyük biriyle hiç yatmadığından ilk başta onu çekici bulmamıştı. Bosie, 'tehlikeli genç erkekler'le, dahası erkek fahişelerle sevişmeye düşkündü. Sonunda bu zevkleri Oscar da paylaşacaktı. Oscar ile Bosie, sevgili olduklarında, arzularını işçi sınıfından oğlanlarla da paylaştılar, onları Savoy Oteli ve Cafe Royal gibi yerlere götürerek eğlendirdiler. Victoria dönemi İngiltere'sinde, farklı sınıflardan kişiler arasındaki cinsel ilişkiyi eşcinsel birliktelikler kadar dehşet verici bulanların sayısı hiç de az değildi. Ama gene de, Wilde'ın çöküşünü iki kişi belirledi. Bunlardan biri, Bosie'nin eşcinsellerden nefret eden babası Queensberry Markisi, biri de Liberal Parti'den başbakan olan Lord Rosebery'nin erkek sevgilisi ve Queensberry Markisi'nin öteki eşcinsel oğlu Vikont Francis Drumlanrig'di..."
 

Tehdit mektubu
Vikont Drumlanrig bir av kazasında ölünce ortalık karışıyor. Vikontun aslında ünlü sevgilisini korumak amacıyla intihar ettiği ileri sürülüyor. Büyük oğlunun ölümü üzerine büyük bir öfkeye kapılan Queensberry Markisi, Liberal hükümete kısa ve açık bir tehdit gönderiyor: "Ya Oscar Wilde'ı hapse atarsınız ya da Liberal Parti'nin önde gelen politikacılarının ve başbakanın eşcinsel ilişkiler içinde olduklarının kamuoyuna açıklanmasını göze alın!"
Queensberry Markisi'nin sözünü ettiği Lord Rosebery, Britanya'nın başında kocaman bir "Büyük" sıfatının bulunduğu dönemde iki yıl başbakanlık yapmış. 1894-95 yıllarında. Genç yaşta Liberal Parti'nin çizgisini benimsemiş. Gladstone'un son hükümetinde dışişleri bakanıyken, emperyalizm konusunda başbakandan daha etkin bir tutum takınmış. Gladstone devrilince de başbakanlığı üstlenmiş. Siyaseti bıraktıktan sonra köşesine çekilip birkaç biyografi kaleme almış, ama en çok yetiştirdiği yarış atlarıyla ünlenmiş.
Queensberry Markisi'nin Liberallere yolladığı tehdit mektubunun sonuçları biliniyor: Marki tarafından eşcinsellikle suçlanan Wilde, Douglas'ın da ısrarıyla, kendisine iftira edildiği iddiasıyla dava açıyor. Ama hükümetin de baskısıyla mahkeme aleyhine gelişmeye başlayınca davadan vazgeçiyor. Dostlarının Fransa'ya kaçması için yaptıkları uyarılara karşın, kaçmamakta direniyor ve tutuklanarak mahkemeye çıkarılıyor. Parlak ifadesine karşın, ikinci duruşmada suçlu bulunarak iki yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Cezasının büyük bölümünü çektiği Reading Zindanı'ndan Douglas'a, kendisini sefahate sürüklediği ve çalışmalarından alıkoyduğu için genç adama yönelttiği suçlamalarla dolu bir mektup yazıyor.
 

Biyografilerin güzel yanı
Wilde, 1897 yılında serbest bırakılınca yeniden yazabilmek umuduyla Fransa'ya gidiyor. Bu dönemden kalan tek yapıtı, Reading Zindanı Baladı. Sürekli parasızlık çekmesine karşın, George Bernard Shaw'un deyişiyle "Ruhunun yenilmez neşesi"ni koruyabilmiş Wilde. Fransa'da sadık dostları Max Beerbohm ve Robert Ross tarafından sık sık ziyaret edilmiş, daha da önemlisi Douglas'la yeniden birleşmiş. Ne ki, bir kulak enfeksiyonunun neden olduğu şiddetli bir beyin iltihabı sonucu aniden ölmüş. Ama bilincini yarı yarıya yitirdiği son anlarında, uzun süredir yakınlık duyduğu söylenen Katolik Kilisesi'ne kabul edilmiş.
McKenna'nın kitabı, Wilde'ın kırk altı yıllık yaşamının ne kadar büyük bir trajedi olduğunu anlatıyor bize. Ama aynı zamanda, hem Victoria döneminin, hem de dönemin yöneticilerinin, hükümet üyelerinin ve bir başbakanın portresini çiziyor. Başka bir deyişle, dönemin toplumunun içerden bir panoramasını getiriyor önümüze.
Biyografileri biraz da bu yüzden seviyorum. Oscar Wilde'ın Gizli Yaşamı, 19. yüzyıl İngiltere toplumunun gizli yaşamını da açığa çıkarıyor. Sözgelimi, bizde de Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Gizli Yaşamı yazılabilir mi acaba? Nasıl karşılanır? Ne gibi tepkiler alır? O günlerin toplumunun gizli yaşamını ne denli açığa vurur?

 

 Güzel şeylerin yaratıcısı

http://www.radikal.com.tr

Güzel şeylerin yaratıcısı
Oscar Wilde'ın 'Dorian Gray'in Portresi', bir kişinin kendisi hakkında yapabileceği en acımasız eleştirilerden biridir

ESİN COŞKUN

  • DORIAN GRAY'İN PORTRESİ
    Oscar Wilde, çeviren: Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, 2003, 252 sayfa, 10 milyon 600 bin lira.

    Sadece eserleriyle değil, özel yaşamıyla da ünlenmiş olan İrlandalı yazar Oscar Wilde etrafında dönen tartışmaları çoğu edebiyat okuyucusu bilir. Eşcinsel oluşu, dostu Lord Alfred Douglas'la aralarındaki münasebetler, Lord'un babasının eşcinsellik suçlamasıyla Oscar Wilde hakkında açtığı dava, yazarın mahkemede suçlu bulunarak iki yıl ağır hapis cezasına çarptırılışı gibi olaylar dönemin İngiltere'sinde büyük skandal yaratmış, sonraki dönemlerde de Oscar Wilde ve hayatı etrafında dönen bir dizi yoruma ve tartışmaya neden olmuştur. Bu tartışmalar yazarın eserlerini de kapsamış, Oscar Wilde eşcinsellik suçlamasıyla çıkarıldığı mahkeme salonunda özel mektuplarının yanı sıra sonradan klasikler arasına girecek yapıtı 'Dorian Gray'in Portresi'ni de savunmak zorunda kalmıştır. Kitap, Wilde'ın birçok eseri gibi daha önce dilimize çevrilmişti. Can Yayınları'nın yaptığı yeni çeviri ise, 'Dorian Gray'in Portresi'ni tekrar gündeme getirdi.
    İçeriğinin yanı sıra bizzat Oscar Wilde'ın sanatsal tavrına ve görüşlerine ayna tutması bakımından önemli olan kitapta, Dorian Gray adlı genç ve olağanüstü yakışıklı bir gencin, arkadaşı Lord Henry Wotton tarafından hedonizme ve nihilizme sürüklenişi konu edilir. Lord Henry, hayatta gençlik ve güzellikten başka hiçbir şeyin önemli olmadığı, iyi olmanın ve erdemin yaşamın tüm eğlencesini yok ettiği yolundaki görüşleriyle genç Dorian'ın düşüncelerini zehirler. Onun yönlendirmesiyle yoldan çıkan, giderek daha çok kötü ve yoz olana ilgi duyan Dorian çifte bir yaşam sürmeye başlar. Gündüzleri normal yaşantısına devam ederken, geceleri çeşitli sefahat alemlerine dalar. Ancak kitabın asıl nirengi noktası, Dorian'ın gençlik ve güzellik için ruhunu şeytana satmasıdır. Dorian, ona tutkun ressam Basil Hallward'ın yaptığı kendi portresini gördüğünde bir dilekte bulunur: "Ne hazin şey! İhtiyarlayıp çirkinleşeceğim, iğrenç olacağım. Oysa bu resim sonsuza dek genç kalacak. Şu haziran günündeki yaşından öteye hiç gitmeyecek... Öbür türlü olabilseydi! Sonsuza dek genç kalan ben, ihtiyarlayansa şu resim olsaydı! Bu uğurda... Bu uğurda her şeyimi verirdim! Evet, koca dünyada vermeyeceğim hiçbir şey yok! Ruhumu bile satarım bu uğurda!" Dorian'ın o anda, kendi güzelliğinden ve gençliğinden etkilenerek söylediği bu sözler onun trajedisinin başlangıcını oluşturur.
     

    Sanat üzerine bir manifesto
    'Dorian Gray'in Portresi' yayımlandığında, Wilde'ın bu kitabıyla günah çıkarttığı yorumunda bulunanlar olmuştur. Kitaptaki Lord Henry tiplemesinin ise, bizzat Wilde'ın kendisi olduğu ileri sürülmüştür. Gerçekten de kitap eşcinsellik motifleri taşır. Ressam Basil Hallward'ın Dorian'a duyduğu tutku, her ne kadar saf aşk şeklinde işlenmiş, cinsellikle ilgili hiçbir motif kullanılmamışsa da burada bir erkeğin bir diğer erkeğe duyduğu aşk söz konusudur. Hatta Lord Henry'nin Dorian'a olan ilgisi için de böyle bir yorum yapılabilir. Ancak kitabın içerdiği cinsel motifler ya da Oscar Wilde'ın hayatının ne kadarını yansıttığı bir yana, aslında kitap romantik edebiyatın ve sonraları Alman ekspresyonist sinemasının yoğun olarak işlediği konulara yer verir: Çift ya da iki kişilikli olma durumu ya da çifte yaşam sürme durumu, ruhunu şeytana satma, kaderle pazarlık yapma gibi. Burada, her ne kadar romantikler kadar olmasa da Wilde'ın insan varoluşu üzerine kendi estetik düşüncelerine dayanarak birtakım görüşler ileri sürmesi söz konusudur. Diğer yandan kitap, Wilde'ın sanat üzerine düşüncelerinin bir manifestosu niteliğindedir: "Sanatçı güzel şeylerin yaratıcısıdır. (...) Güzel şeylerde çirkin anlam bulanlar, sevimli olamadan yozlaşmışlardır. Bu bir hatadır. Güzel şeylerde güzel anlamlar bulanlar kültür ve zevkleri gelişmiş kişilerdir. Onlar için umut vardır. Onlar güzel şeylerin salt Güzellik ifade ettiği seçkinlerdir."
    'Dorian Gray'in Portresi'nin bir diğer özelliği, Wilde'ın çoğu eseri gibi Victoria Çağı İngilteresi'nin katı ahlakçılığını ve ikiyüzlülüğünü alaycı bir dille eleştirmesidir. Lord Henry'nin konuşmaları bize dönemin İngiliz ahlakı ve yaşam tarzı hakkında birçok ipucu verir, ancak bu konuşmaların altında ince bir alay ve horgörü yatar. Gerek yaşamı gerekse yapıtlarıyla döneminin en muhalif kişilerinden biri olan Oscar Wilde, aslında zeki ve alaycı üslubuyla İngiliz toplumunu hedef aldığı kadar kendisini de hedef almıştır. Bu anlamda 'Dorian Gray'in Portresi', bir kişinin kendisi hakkında yapabileceği en acımasız eleştirilerden biridir.


  • Hedonizm Nedir?
    En üstün iyiliğin haz olduğunu ileri süren Aristippos’un öğretisi... Aristppos’a göre en üstün iyilik hazdır. Bu öğretiye göre iyi demek haz demektir; haz veren her şey iyi, acı veren her şey ise kötüdür. Aristippos’a göre her davranışın nedeni, mutlu olmak isteğidir. Yaşamın ereği hazdır. Haz insanı insan eden duygudur. Bilgilerimiz duygularımızla alabildiğimiz kadardır, bunda öteye geçmez. Bu yüzden Aristippos duygularımızın getirdiği haza yönelmeyi, acıdan kaçmayı söyler.

    En üstün iyi, hazdır. Ancak gerçek haz sürekli olandır. Sürekli olan hazza da bilgelikle varılabilir.

    Epikuros’da hazcılığı devam ettiren filozoflardandır. Ne var ki, Epikuros, Aristippos’un bedensel hazzına karşı tinsel hazzı yeğler. Onun için en büyük haz, ruh dinginliğidir. Buna da bedensel zevkler peşinde koşmakla değil, bilgelikle varılır.
     

    Reading Hapishanesi Baladı
     
    Reading kentinin hapishanesinde
    Yüz karası bir utanç çukuru var,
    Zavallı bir adam yatıyor orda;
    Alevin dişleri kemirmiş onu,
    Kavurucu bir örtüye sarmışlar
    Adı bile yazmıyor mezarında
     
    Kıyamet gününe kadar bırakın
    Huzur içinde yatsın uyusun
    Anlamı yok aptalca ağlamanın
    İç geçirmenin matem tutmanın
    Öldü, çünkü ölmesi gerekliydi
    Sevdiğini öldüren bu adamın
     
    Kulak verin sözlerime iyice
    Herkes öldürebilir sevdiğini
    Kimi bir bakışıyla yapar bunu
    Kimileri dalkavukça sözlerle;
    Korkaklar öpücük ile öldürür
    Yürekliler kılıç darbeleriyle

    Her İnsan Öldürür Sevdiğini / Oscar Wilde

    Her insan öldürür gene de
    sevdiğini
    Bu böyle bilinsin herkes tarafından,
    Kiminin ters bakışından gelir ölüm,
    Kiminin iltifatından,
    Korkağın öpücüğünden,
    Cesurun kılıcından!

    Kimisi aşkını gençlikte
    öldürür,
    Yaşını başını almışken kimi;
    Biri Şehvet'in elleriyle
    boğazlar,
    Birinin altındır elleri,
    Yumuşak kalpli bıçak kullanır
    Çünkü ceset soğur hemen.

    Kimi pek az sever, kimi derinden,
    Biri müşteridir, diğeri satıcı;
    Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi,
    Kiminden ne bir ah, ne bir figan:
    Çünkü her insan öldürür
    sevdiğini,
    Gene de ölmez insan.


     

     


    Ahlak dersi veren erkek, çok kere iki yüzlüdür; ahlak dersi veren kadın ise her zaman çirkin.
    Aile hayatının güzelliği gibi hiçbir şey yoktur.
    Bu dünyada yalnız iki facia vardır: Biri, insanın istediğini elde edememesi; öteki de etmesidir.
    Hakiki aşk ıstırap çeker ve sessizdir.
    Başarı kuvvetli olana gülümser, başarısızlık  zayıflara çullanır.
    Cömertlik, dostluğun özüdür.
    Tecrübe, herkesin hatalarına verdiği addır.
    Hepimiz için bir dünya vardır. İyilikle kötülük, günahla suçsuzluk bu dünyanın içinde elele yürürler.
    Dünyayı, akıllılar yaşasın diye budalalar kurmuştur.
    İnsanın bıraktığı her tesir bir düşman yaratır.
    Gençlik, sahip olunmağa değer tek şeydir.
    Vazife, insanın başkalarından beklediği şeydir, kendi yapacağı şey değil.
    Gözyaşı, çirkin kadınların sığınacağı bir şeydir, güzelleri yıpratır.
    Erkekler hayatı çok erken, kadınlar çok geç tanırlar.
    Istırabın bulunduğu her yer mukaddestir.
    Kader, bize haberci göndermez.
    İnsan gerçekten bir kadını severse, onun gözünde dünyadaki bütün kadınlar kesin olarak manasını kaybeder.
    Kalpler yaralanmakla yaşar.
    Bir kadın tekrar evlenirse bu ilk kocasından nefret ettiği içindir. Bir erkek tekrar evlenirse bu da ilk karısına taptığı içindir.
    Gençlik, sahip olunmaya değer tek şeydir.
    Erkekler güzel şeyler söylemeyi bırakınca, onları artık düşünemez de olurlar.

    Oscar Wilde'in Son Vasiyeti

    Peter Ackroyd
    CAN YAYINLARI / Çağdaş Dünya Edebiyatı
     

    İngiliz edebiyatın ünlü yazarları arasında yer alan Peter Ackroyd, genellikle romanlarında tarihsel ve biyografik konuları işleyen bir yazar. Oscar Wilde'ın Son Vasiyeti adlı bu romanında, İrlandalı büyük yazar Oscar Wilde'ın aykırılıklarla dolu yaşamından, Paris'te yalnızlık ve yoksulluk içinde geçen son günlerinden ilginç bir kesit sunuyor. Peter Ackroyd'un olağanüstü ustalıklı bir anlatımla sunduğu ve araştırmalarıyla desteklediği hayal gücünün ürünü olan bu yapıt, Oscar Wilde'ın kendisi tarafından kaleme alınmışçasına inandırıcı ve etkileyici. Sürgünde yaşadığı, parasızlık çektiği halde kendine acımaktan kaçınan Oscar Wilde, zamanını kafelerde İngiliz dostları ve Fransız ahbaplarıyla geçirirken, bir estetikçi ve yazar gözüyle kendi yaşamını da değerlendiriyor. Paris'teki bir otel odasında, yalnızlık ve çaresizlik içinde ölen ünlü yazara ilgi duyan herkes, Tomris Uyar'ın nitelikli çevirisiyle sunduğumuz, yazarın özgün ve çarpıcı bir portresi niteliğindeki bu kitabı kesinlikle okumalı


    Duygusal, ukala, dâhi: Oscar Wilde

    Duygusal, ukala, dâhi: Oscar WildeDünya edebiyatında ismi belki de en çok bilinen yazar ve şairlerden birini tanıtmayı görev bildik bu kez: Oscar Wilde. İsimlerini bildiğimiz bu büyük insanların kitaplarından iki tanesini söyle deseler çoğumuz bilemeyeceği için bu yazıları hazırlayarak biraz ilginizi çekmeye çalışıyoruz farkındaysanız. Tanıyalım, gidelim kitapçıya, kitaplarını alıp okuyalım, okutalım. Amaç bu.

    Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde, 1854’te İrlanda’nın başkenti Dublin’de doğmuş. Babası ünlü bir doktormuş ama aynı zamanda arkeoloji ve folklor konulu kitaplar da yazıyormuş, annesi ise devrimci şiirleriyle tanınan bir şairmiş. Başarılı bir öğrenci olarak büyüyen Wilde, bunun karşılığında çeşitli burslar kazanarak ailesine yük olmadan eğitimini sürdürmüş. Oxford Magdalen College’den şeref listesine girerek mezun olduktan sonra sanat eleştirmeni olarak çalışma hayatına atılmış.

    Edebiyat daha küçüklüğünde kanına girmiş olan sanatçı, 1878 yılında halen üniversite öğrencisiyken yazdığı “Ravenna” isimli şiiriyle Newdigate Ödülü’nü kazanmış. Dublin’de âşık olduğu Florence Balcome, onun yerine Dracula’nın yazarı Bram Stoker ile nişanlanınca, İrlanda’yı terk etmiş. Londra’ya yerleştikten bir süre sonra ilk kitabı “Poems” (Şiirler) yayımlanmış. 1884 yılında evlenmiş ve iki oğlu olmuş. “Sanat sanat içindir” anlayışını sonuna kadar benimsemiş, sanatta estetik akımının yılmaz bir neferi olmuş kişilik Wilde, bu konudaki bir konferanslar dizisi için gittiği Amerika’da kaldığı dönemde önemli yazar ve şairlerle tanışma olanağı bulmuş. Oradan Avrupa’ya döndüğünde ise yerleşmek için sanat şehri Paris’i seçmiş.

    “Duchess of Padova” (Padova Düşesi), “The Importance of Being Earnest” (Ciddi Olmanın Önemi) gibi çok bilinen oyunlarını kaleme alan Wilde, yaşamının tek romanı olan “The Picture of Dorian Gray” (Dorian Gray’in Portresi)’i de 1891’de yayımlamış.

    Duygusal, ukala, dâhi: Oscar WildeOyunlar ve makaleler yazan, sanat eleştirmenliğine devam eden Wilde, evlenmesine ve çocukları olmasına rağmen cinsel tercihinin bu yönde olmadığını gösteren davranışları nedeniyle yargılanmış ve hapse girmiş. Zira devir, bu tip bir yaşam tarzını kaldıracak bir zaman dilimine rastlamıyormuş. Cezası onaylandığında her şeyi de elinden alınmış. Hapisteyken, oradaki gözlemleri, yaşadıkları ve sevgilisine seslenişini içeren kitabı “De Profundis”i yazmış.

    Serbest kaldıktan sonra kimse tarafından sevilmediğini ve onaylanmadığını hisseden sanatçı, ismini değiştirip Sebastian Melmoth adını almış ve ne yapacağını bilmeden gezmeye başlamış. Orada burada parasız bir şekilde dolaşmaktan hastalanıp yatağa düşen ve 1900’de Paris’te ölen sanatçının cenazesine bile sadece bir avuç insan katılmış.

    Zamanında kıymeti anlaşılmayan ve sefil bir hayat sürmek zorunda bırakılan sanatçılar kervanının en önemli üyelerinden biri olan Oscar Wilde, kitapları, şiirleri, masalları ve oyunları kadar sıkça sarf ettiği özlü sözleriyle de tanınıyor. “Saf ve basit gerçek nadiren saftır ve hiç basit değildir”, “Deneyim, insanların hatalarına verdikleri isimdir”, “Hiç kimse geçmişini satın alabilecek kadar zengin değildir”, “Benimle ne kadar fazla kişi aynı fikirdeyse, yanılıyor olma ihtimalim o kadar büyüktür” gibi çok aranan, çok kopyalanan sözler söylemiştir.

    Hapse girmeden önceki rahat zamanlarındaki yaşamında güzellik ve estetiği hep ön planda tutmuş, bir yandan duygusal yapısı, öte yandan sivri dili ve ukalalığıyla bilinen Wilde, küçük yaşta kaybettiği kız kardeşinin bir tutam saçını söylenene göre küçük bir zarf içinde her zaman yanında taşımış.

    Masalları da var dedik ya tüm zamanların en acıklı masallarından biri olan “Bülbül ve Gül”ün de yazarı aynı zamanda Oscar Wilde. Hani genç öğrencinin sevdiği kızı baloya götürebilmesi için kırmızı bir güle ihtiyaç duyduğu masal... Sevdiği kız ancak kendisine kırmızı bir gül verirse kendisiyle dansa gideceğini söylemiş ama bahçesinde kırmızı güller olmadığı için ağlayan genç çocuğa âşık olan bülbül, onun için çiçeği bulmaya çalışmış. Ne yaptıysa bulamamış ama bir şey öğrenmiş: Dolunayda beyaz bir gülün dikenini kalbine saplarsa çiçek kırmızı bir güle dönüşecekmiş. Aşk için kendi canından vazgeçerek öğrenciye kırmızı bir gül vererek ölen bülbül, kalbimizi hep sızlatır ama daha da beteri, giydiği elbisenin rengine uymadığı için artık kırmızı gül istemediğine karar veren şımarık kız faktörü. Neyse uzatmayalım, isterseniz Oscar Wilde’ın tüm eserlerini İngilizce olarak şurada bulabilirsiniz.

    Son eseri, hapishanede tanık olduğu bir idamı konu eden “The Ballad of Reading Gaol” olan Wilde hakkında filmler, diziler çekilmiş, oyunlar sahnelenmiş, yaşam öyküsü her zaman en çok ilgi çeken biyografiler arasında yer almıştır. “Wilde” isimli film bunlardan en popüler olanlarından biri.

    Ayrılmalarından bir süre sonra ölen eski eşi, vefatından önce çocuklarının ve kendisinin soyadını Holland olarak değiştirmiş. Wilde’ın oğullarından Cyril 1. Dünya Savaşı sırasında öldürülmüş, diğer oğlu Vyvyan ise hayatta kalarak yazar ve çevirmen olmuş, 1954 yılında da anılarını yazmış. Oğlu Merlin Holland, büyükbabasının bazı çalışmalarını düzenleyerek yayımlamış.

    Hani ünlü kişiliklerin ölürken sarf etmiş olduğu söylenen sözleri vardır ya Wilde bu konuda gayet gerçekçi bir yaklaşım sergilemiş: “Duvar kâğıdımla ben ölümüne düello ediyoruz. İkimizden biri gitmek zorunda”.